Prof. Dr. Emel Huber ile Söyleşi
Emel Hanım, Almanya’da bir ilk olan, Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nün nasıl kurulduğunu ve kuruluş amacını anlatır mısınız?
Önce kuruluş amacıyla başlayalım; çünkü bu da bir süreç sonunda biçimlendi. Biliyorsunuz, işgücü göçü sonrası Almanya’da anadili Türkçe olan pek çok çocuk yaşamaya başlamıştı. Türk işçilerinin kendisi gibi Alman yetkilileri de bu çocukların aileleriyle birlikte kısa bir zaman sonra Türkiye’ye döneceklerini düşünüyordu. Döndüklerinde çocukların güçlük çekmemesi için, yani Almanya’da yaşayan Türk çocuklarını Türkiye’deki yaşama hazırlamak için bu çocuklara Türkçe dersleri verilmeye başlandı. Bu derslerde ağırlıklı olarak Türkçenin öğretilmesi, yanısıra da Türkiye kurum ve yaşam koşullarının, yani kısacası “yurtbilgisinin” üstünde durulması öngörülmüştü. Bu dersleri, öğretmenlik eğitimini Türkiye’de almış ilkokul öğretmenleri verecekti. Kısmen böyle de oldu. İlkokul öğretmenleri beş yıllık bir süre için Türkiye’den Almanya’ya gönderilmeye başlandı. Bu öğretmenlere “konsolosluk öğretmenleri” dendi. Ama bu uygulamanın güç yanları görülmeye başlandı. Bu nedenle Almanya’da yaşamakta olan Türklerden de Türkçe dersi vermeleri istendi. Bu arada öğretmenlikle hiç ilgisi olmayanlar bile ders vermeye başladı.
Bunlar, çocuklara yönelik önlemlerdi.
Türk çocuklarının okula başladıklarında Almanca bilmemesi Alman okul sistemini ve öğretmenleri çok şaşırtmıştı. Çocuklara yönelik alınmaya çalışılan önlemler dışında başka önlemler de düşünüldü. Öğretmenlerin, yabancı çocukları anlayabilmesini ve öğrencilerine daha iyi Almanca öğretmelerini sağlamak üzere bir yandan bu öğretmenlere Türkçe öğretilmeye çalışıldı, bir yandan da üniversitelerde meslek içi eğitim niteliğinde çalışmalar başlatıldı. Bir süre sonra bu işi düzenli bir biçimde yapmak üzere “ikinci dil olarak Almancanın öğretimi” (Didaktik des Deutschen als Zweitsprache) adlı profesörlükler oluşturuldu. Essen Üniversitesi’nde de Prof. Dr. Baur böyle bir görevde çalışmaktaydı.
Bir süre sonra Türk işçilerinin çoğunun Türkiye’ye dönmeyeceği ortaya çıktı. Ama Türk çocuklarının okul güçlükleri sürmekteydi. Bu çocukların Almanya’da daha başarılı olmalarını sağlamanın onlara hem Türkçeyi daha iyi öğretmek, hem de bu yolla daha iyi Almanca öğrenmelerini sağlamak olduğu düşünülmeye başlandı. Yani Türkçe dersinin amacı Türk çocuklarını Türkiye’deki değil, Almanya’daki yaşama hazırlamak olmalıydı. Bu yeni amaç Türkçe dersinin konu ve öğretim yöntemlerinin de değişmesini gerektiriyordu. İşte bu “yeni” nitelikli Türkçe dersini vermek üzere kendisi de ikidilli ve iki kültürlü olan, Alman okul sistemini tanıyan öğretmenlerin Almanya’da eğitilmesi gerektiği düşünülmeye başlandı. Bu düşünceyi ilk ortaya atıp bu yolda çevresini etkileyen, Essen Üniversitesi’nde profesör Baur’in yanında çalışmakta ve Alman öğretmenlere Türkçe dersleri vermekte olan Dr. Johannes Meyer-Ingwersen olmuştur. Meyer-Ingwersen önce profesör Baur’i, sonra fakülteyi, rektörlüğü ve bakanlığı etkilemiş, sonunda bu yeni anlayışa göre Türkçe öğretmenliği eğitimi vermek üzere Türkçe Öğretmenliği Bölümü kurulmuştur.
Şimdi bölümün nasıl kurulduğu sorusuna gelelim. Bölüm ilk başta dilbilim ağırlıklı bir kürsü olarak öngörülmüştü. O nedenle kürsü başkanı olarak bir dilbilim profesörü gerekiyordu (ve ben işte bu kadroya atandım). Yazınbilim ve öğretimbilgisi derslerini Dr.Meyer-Ingwersen ve Prof. Baur verecekti. Bu yolla da Türkçe öğretmenliği bir bakıma Almanca Bölümü’ne bağlı bir konumda olacaktı. Bakanlık sonra yazınbilim dersleri için de bir profesörlük açtı (sonradan bu kadroya bildiğiniz gibi Zehra İpşiroğlu atandı). Ben 1996’da göreve başladığımda durum böyleydi. Ben buna karşı çıktım, Türkçe bilmeyen öğretim üyelerinin Türkçenin öğretimini üstlenemeyeceğini savundum. Bakanlık benim görüşümü benimsedi ve bölüme bir de öğretimbilgisi profesörlüğü kadrosu verildi (sonra bu kadroya Sargut Şölçün atandı). Bu yolla Türkçe Öğretmenliği Bölümü, temel konularının (dilbilim, yazınbilim ve öğretimbilgisi) anadili olarak Türkçe ve çok iyi Almanca bilen üç profesörce üstlenildiği, bağımsız bir bölüm olarak kurulmuş oldu. Ne yazık ki bu gelişme pek kolay olmadı ve bu sıralarda bazı gerginlikler ortaya çıktı. Ama bunun dışında bir sorun daha vardı: Bölümün ilk öğretim yönetmeliği ben gelmeden önce hazırlanmıştı. Ama rektörlük bu taslağı kürsü başkanı gelmeden imzalamıyordu. Yani benim hazırlanmış olan taslağı derhal imzalamam gerekiyordu. Oysa taslağı okuduğumda gördüm ki, öğretimbilgisi dersleri için yasanın öngördüğü ders saatinin iki katından da çok ders saati ayrılmıştı. Bunun nedenini sorduğumda, Türklerin öğretimbilgisine daha çok ihtiyacı olduğu söylendi. Ben –tahmin edeceğiniz nedenlerden ötürü– buna da karşı çıktım. Elbette bu da bazı meslektaşlarımın hoşuna gitmedi ve yeni gerginlik konusu oldu. Ama gerek rektörlük gerekse bakanlık benim gerekçelerimi benimsedi ve Türkçe bölümü de öteki öğretmenlik bölümleriyle her açıdan eşdeğer ve kendi kadrolarıyla ders verebilecek bağımsız bir bölüm olarak kurulmuş oldu.
Gördüğünüz gibi bölümümüzün kurulması bir süreçti. Gelişmesi de yeni bir süreç. Şimdiye dek bence ilk başlarda düşünülenin (yani beklenenin) çok üstünde bir gelişme hızı sergiledik. Kitaplığımızla, öğretim kadromuzla, derslerimizle yüksek bir bilimsel düzeyde çalışıyoruz. Mezun olan öğrencilerimiz çok başarılı öğretmenler olarak çalışmakta. Bölümümüzde iki tane doktora çalışması bitirildi, yeni çalışmalar yapılmakta. Oniki yıllık bir süre için çok hızlı bir gelişme sergiledik. Umarım önümüzdeki yıllarda bu ilk hızımızı kaybetmeden çalışmalarımızı sürdürürüz.
12 yıllık bir dönemi geride bırakan bölümün, bu zaman diliminde yaptığı en önemli deneyimler nelerdir?
Madem bir takım şeyleri “en önemli” olarak değerlendirmemi istiyorsunuz, o zaman deneyimlerden çok, yeni bir üniversite dalının oluşmasını anmak isterim. Sözü edilen bölüm herşeyden önce bir üniversite kurumu olduğu için bence bu bölümün kurulmasının en önemli sonucu Türkistik olarak adlandırılan yeni bir dalın oluşmasıdır. Tarihsel-karşılaştırmalı yöntemle çalışan, Arapça, Farsça, Osmanlıca, Uygurca, Kazakça gibi dillerin öğretildiği Türkolojiden farklı olarak, betimlemeli dilbilim yöntemiyle çalışan, günümüz Türkiyesi ve bunun sonucu olarak Almanya’da konuşulup yazılan Türkçeyi konu edinen, çağdaş yazını ele alan, çağdaş öğretimbilgisi yöntemlerini uygulayan Germanistik, Anglistik, Romanistik gibi bir dalın Türkçe için oluşması bence bölümün üniversite dünyasına getirdiği önemli bir katkıdır.
Üniversiteden mezun olan yeni kuşak Türkçe öğretmenlerinin geniş iş imkanları bulunuyor mu?
Bölümümüz öğretmenlik eğitimi amacıyla kurulmuştur. Yani kurulmasının amacı “geniş iş olanakları” değildir. Bildiğimiz kadarıyla bölümümüzden mezun olan öğrencilerimizin (türbanlı birkaç kişi dışında) hepsi Ruhr Bölgesi’nde öğretmen olarak çalışmaktadır.
Meslek hayatına başlamış olan mezunların ilk izlenimlerini açıklar mısınız?
Bildiğimiz kadarıyla mezun öğrencilerimiz gerek öğrencileriyle gerekse öteki öğretmenler ve okul müdürleriyle çok iyi ilişkiler kurdular. Yalnızca Türk kökenli öğrencilere değil, tüm yabancı kökenli öğrencilere örnek ve destek oluyorlar. Bildiğimiz kadarıyla okudukları her iki (ya da üç) dalda da öğretmenlik yapmaktalar. İşe ilk başladıklarında çalıştıkları okulda Türkçe dersi olmayanlar bile bir süre sonra bu derslerin açılmasına ön ayak oldular. Kısacası, ilk izlenimler çok olumlu.
Almanya’da uyum tartışmalarının yoğun bir şekilde sürdürüldüğü günümüzde, Almanca öğrenimi, uyum için en önemli etmen olarak kamuoyuna sunuluyor. Sizce dil, entegrasyonu nihai hedefine ulaştıran belirleyici nitelikte bir işleve sahip mi?
Bence, bir insanın bir ülkede yaşayabilmesi için o ülkenin dilini bilmesi zorunludur. Bir insan bedenen bulunduğu bir ülkenin dilini bilmiyorsa bence o ülkede yaşıyor sayılmaz. Entegrasyon ayrı bir konu. Yani dil bilgisi “son” değil, ilktir, önkoşuldur.
Türkiye’li çocukların dil sorunları nereden kaynaklanıyor?
Toplumsal nedenlerden kaynaklanıyor. Kesinlikle ikidillilik sorunu değildir bu. Bakın, Türkiye’den Amerika’ya da göç olmuştur, ama o göç okur-yazarların göçü olmuştur. Ve Amerika’da yaşayan Türk ailelerin çocukları hiç sorun çekmeden İngilizce öğrenmiş ve çok başarılı olmuştur. Avrupa’ya gelen Türk göçmenlerse işçi ve köylü kökenlidir, aile içinde az konuşan, hem okul eğitimi olmayan hem de kendisi okumayan bir kesimiz biz Avrupa’da. Sorun işte burada. Almanya’ya da bunu ve bu nedenle anadili öğretiminin çok önemli olduğunu anlatmamız gerek.
|