|
|
Die Gaste, SAYI: 11 / Mart-Nisan 2010
|
Dünden Bugüne
Ozan DAĞHAN
“Yabancı işçiler” sorunu ya da “konuk işçiler” sorunu sadece ekonomik kriz koşullarında kullanılabilen ve ekonomik kriz ortadan kalktığında bir yana atılabilen bir “araç” değildir. Ekonomik kriz koşullarında, hem işsizliğin öznesi olan, hem de yükselen milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının öznesi olan “konuk işçiler”, ekonomik krizler sonrasında her türlü ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarla birlikte varlıklarını sürdürürler.
Batı Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşından sonra yeniden imar sürecinde olduğu kadar, yeni yatırım ve pazar alanları arayışlarında “yabancı işçilerin” önemli bir yere sahip oldukları tarihsel bir gerçektir.
Batı Avrupa ülkelerine “sıfır maliyetle nitelikli işçi”, (“Onun ne teşekkülüne katkıda bulunmuştur, ne de bu faktörün bir amortismanı olacaktır. Dışarıdan gelen işçiye ödenen ücret bir anlamda bu sermayenin faizini yaratan unsur olarak kabul edilebilir. ”1<) olarak çalışmaya giden işçilerimizin ülkelerine en önemli katkıları da gönderdikleri dövizler sayesinde gerçekleşmiştir. 1964 yılında başlayan ve 1973 yılında en üst seviyelere ulaşan döviz aktarımı sayesinde Türkiye ithalatının ortalama %57.9’unu2 ülkeye gönderilen dövizler yoluyla karşılamıştır. Burada dikkat çekici olan, Türkiye’nin ithalat yaptığı ülkelerin Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET-AB’nin eski adı) ülkeleri olduğu ve bu ülkelerde çalışan yabancı nüfusun %88.3’ünü3 Türkiyeli göçmen işçilerin oluşturduğudur. Görünen o ki, yurtdışına çalışmaya giden işçilerimizin kazandıklarını ülkelerine göndererek ülke ekonomisine katkıda bulunurken, bu katkı, ithalat yoluyla (%36.7)4 istihdam edilen Batı Avrupa ülkelerinin ekonomilerine geri dönüyordu. Bu bağlamda, bu ülkelerin pazar sorununu çözmesine de katkıda bulundu. Bu durum Cumhuriyet gazetesinin 12 Ağustos 1975 tarihli sayısında şöyle ifade ediliyordu: “Ayrıca bu işçilerin gönderdiği dövizleri de ekonomisi dışa bağımlı olan azgelişmiş ülkeler de büyük sorun olan ödemeler dengesi açığını kapatmakta kullandıklarından işine gelmektedir. Türkiye’nin 1 Ocak-1 Ağustos 1975 tarihleri arasında yedi ayda elde ettiği döviz geliri olan 2 milyar 128,9 milyon dolarlık miktarın 613,1 milyon doları yabancı ülkelerde çalışan işçiler tarafından sağlanmıştır. ”
Güçlü sanayi ekonomisine sahip Batı Avrupa ülkelerinin başlıca sorunlarından biri de işsizliktir. İşsizlik, kapitalist sistemin kaçınılmaz bir olgusu olmakla birlikte, çalışan nüfus üzerinde yoğun bir baskı unsuru olarak da etkisini gösterir. Çalışan nüfusun işini kaybetme korkusu, ücretlerin aşağıya çekilmesi, iş yoğunluğunun artırılması vb. gibi nedenler işsizlik olgusunun ne derece etkin olduğunun bir yansımasıdır.
Üretimin genişlemeye başlaması ile işsizlik oranında azalma görülür. Bu durum, çalışan nüfus açısından (reel) ücretlerin yükseltilmesi talebini, diğer bir ifadeyle, işçi ile işveren arasındaki pazarlık gücünün artması anlamını taşır ve böylece sendikal mücadele gelişir. Ekonominin ileriye doğru yükselişe geçtiği ve genişlediği dönemde ise, işçilerin bu talepleri yoğunlaşarak artar. İşveren tarafı ya da onlar adına siyasal yönetimi, bu durum karşısında edilgen olmayacağından, çözümler aramaya başlar.
İşte tam bu noktada üçüncü dünya ülkelerinden talep edilen “ucuz iş gücü”, “yabancı işçiler” sorunu, Batı Avrupa kapitalizminin bu çelişkisi karşısında –talep edilen işçilerin özellikleri nedeniyle– güç kazanmasına, belirleyici konuma geçmesine ve sorunun çözümlenmesine katkıda bulunur. Az gelişmiş ülkelerde sanayinin gelişmemiş olması ve bu bağlamda sendikal mücadele alanındaki örgütlenme anlayışının eksikliği5, Batı Avrupa ülkelerindeki ücretlendirmenin –ne kadar düşük olsa dahi– kendi ülkesindeki ücretlendirmeye göre yüksek olması ve işinin geçici olduğu düşüncesi, bir yandan yerli işçiler ile birlikte hareket etmeyi engelleyerek sendikal mücadeleyi yavaşlatırken, öte yandan da yabancı işçilerin getirilmesi, işsizlik sorununu belirli sınırlar içinde tutulmasını, iç talebin belli düzeyde tutulmasını olanaklı kılar.
Ayrıca o dönemde ve günümüzde varlığını sürdürmekte olan “yerli/yabancı işçi” ayrımı –ki bu durum ekonomik kriz koşullarında yabancı düşmanlığına dönüşmektedir–, özellikle yerli işçiler üzerinde yoğun bir dezenformasyon eşliğinde, işçilerin ekonomik-demokratik talepleri saptırarak, ülke ekonomisinin ve iç huzurunun kötüye gidişatının nedeni olarak “konuk işçileri” hedef gösterilmesini de olanaklı kılar. Böylece “yerli ve yabancı işçilerin” kaynaşması, dayanışma içinde olması ve entegrasyonu en başından baltalanmıştır.
24 Ekim 1929’da New-York borsasının dibe vurmasıyla başlayan ve etkisini 1930 yılında tam anlamıyla gösteren “Büyük Buhran”, Amerika, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere tüm dünya ekonomilerini sarsmıştır. Kriz, madencilik ve inşaat sektöründe büyük zararlara yol açarken, tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesiyle de çiftçileri ve köylüleri de etkilemiştir. Bu “Büyük Buhran”, söz konusu olan ülkelerde “yabancılar”a karşı düşmanlığa dayanan milliyetçiliğin yükselişini getirirken, aynı zamanda II. Dünya Savaşının da koşullarını olgunlaştırmıştır. Daha sonraki ekonomik krizlerde de görüldüğü gibi, her ekonomik kriz, gelişmiş kapitalist ülkelerde milliyetçiliğin, dolayısıyla da “yabancı düşmanlığının” güçlenmesine yol açmıştır.
II. Dünya Savaşından sonraki 1957, 1967 ve 1973 ekonomik krizleri, bir kez daha gelişmiş ülkeler arasındaki çatışkıları görünür hale getirirken, aynı zamanda sınıf çatışkılarını ve “yabancı düşmanlığını” da belirgin hale getirmiştir.
Batı Almanya hükümeti de II. Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik krizler karşısında ülkenin iç huzuru için “konuk işçileri” geri gönderme planları yapmaya koyuldu. 1969-1972 yıllarında Willy Brandt hükümetinde Ekonomi Bakanı olan Egon Bahr 1970 başlarında, “önce ülkemiz gelir, şunu belirteyim ki Federal Almanya’dan şimdi yarım milyon yabancı işçi gitseydi çok rahatlardık” diyerek geri gönderme planlarının ortamını oluşturmaya çalışırken, Maliye Bakanı Hans Apel ise, daha da ileri giderek, “bir milyon işçinin ülkelerine gönderilmesinin amaçları olduğunu” açıklamıştır. Hükümetin aldığı önlemler baktığımızda: 1) “boş iş yerlerinin doldurulmasında Alman işçilere öncelik tanınacaktır” , 2) “ülkede kalmaya devam eden işsiz yabancı işçiler daha az ücretli işleri kabule mecbur bırakılacaktır” , 3) “işsiz yabancıların Federal İşbulma Bürosunun gösterdiği iki işi kabul etmedikleri takdirde işsizlik tazminatları kesilecektir” vb. gibi önlemlerle karşılaşmaktayız.
Bu önlemlerin uygulamasında etkin bir rol oynayan ise, Türkiye ile Federal Almanya arasında yapılan işgücü anlaşmasıdır. Anlaşmanın onuncu maddesi: “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, iş bu anlaşmaya istinaden Federal Almanya Cumhuriyeti ülkesine giren işçileri formalitesiz olarak her an geri alacak, dönüş için gerekli seyahat vesikalarını verecek ve lüzumlu transit vizelerini temin eyleyecektir.” Açıktır ki, göçmen işçilerin bu durum karşısında hiç bir yasal hakkı bulunmamaktadır. Ayrıca az gelişmiş ülkeler “emniyet supabı” görevini isteseler de istemeseler de yerine getirmek zorundadırlar.
“Her iki anda da yabancı işçiler buhranı hafifletecek manivela olarak kullanılmışlardır. 1966-1967’de işveren sözleşmeyi uzatmakta isteksizlik gösterme, iş saatlerinin kısaltılması, fazla mesai ve üretim primlerinin kesilmesi gibi tedbirler almış ve bu tedbirler sonucunda Federal Almanya’dan ülkesine dönen işçilerin sayısı yarım milyona ulaşmıştır. Bu sayı önceki yıllarda kaydedilen ve 300.000 civarında olan dönüşleri fazlasızla artırmıştır. ”6
Diyebiliriz ki, tarihte yaşanmış ve günümüzde de biçimsel değişikliklere uğramış olarak varlığını sürdüren sorunlarda ekonomik etken baskın durumdadır. Fakat başta da söylediğimiz gibi, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sorunlar bütünü içte ve dışta birbirlerini etkiler ve ayrılmaz bütünlük içindedir. Bu bağlamda, “yabancı işçiler” sorunu ya da “konuk işçiler” sorunu sadece ekonomik kriz koşullarında kullanılabilen ve ekonomik kriz ortadan kalktığında bir yana atılabilen bir “araç” değildir. Ekonomik kriz koşullarında, hem işsizliğin öznesi olan, hem de yükselen milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının öznesi olan “konuk işçiler”, ekonomik krizler sonrasında her türlü ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarla birlikte varlıklarını sürdürürler. Bu nedenle, yabancı düşmanlığı, entegrasyon vb. sorunlar yanında, anadili sorunu, çok dillilik ve çok kültürlülük vb. sorunlar da bir bütünün parçalarını oluştururlar. Her bir parça diğer parçayı ve bütünü etkiler. Bu nedenle, ne kadar parçasal görünürse görünsün, her türlü göçmen sorunu (bireysel, ailesel, eğitsel vb.) göçmenlerin ve özel olarak da Türkiyeli göçmen işçilerin sorunu olarak ele alınmalı ve çözümlenmeye, en azından hafifletilmeye çalışılmalıdır.
Dipnotlar:
1 G. A. Frois, Beşeri Sermaye ve Milletler Arası Göçler, SBF Dergisi, Cilt 20, Sayı: 1, s. 98.
2 İş ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK), No. 111, s. 60.
3 İİBK, No. 111, s. 60.
4 İİBK, No. 111, s. 60.
5 Bu konuda yapılan bir araştırmaya göre Federal Almanya’daki işçilerimizin % 14.5’i sendikalıdır. % 22’sinin sendika kavramından haberi dahi yoktur ve 23’ü ise sendikaya girme ihtiyacı duymamaktadır. *İskender Evrenseoğlu, Federal Almanya-Türkiye İşgücü İlişkileri. Eskişehir Sanayi Odası Yayınları No. 1.
6 Nermin Abadan Unat, Federal Almanya’nın 1966-1967’de Geçirdiği Ekonomik Buhran Açısından Yabancı İşgücü ve Türk İşçilerinin Durumu, SBF Dergisi, No 4.
|
|
|
|
|