|
|
Die Gaste, SAYI: 12 / Mayıs-Haziran 2010
|
Medyada Kültürel Hegemonyanın Normalleştirilmesi
Erol YILDIZ
Bugün medyanın haber bültenlerine bir göz atıldığında, göçmenlere ilişkin belirli bir bilgi üreten, etnisiteye göre tasnif etmeye, kategorilere ayırma ve sınıflandırmalara tekrar tekrar rastlanmakta: “Etnisiteleştirme, azınlıklar yaratan, bunları olumsuz biçimde damgalayan ve böylece kendi imtiyazlarını sağlamlaştıran bir sosyal dışlama mekanizmasıdır.” (Butterwegge 1997, S. 175).
Bugün kim gazeteyi açıp baksa, göçmenlere ilişkin bir sorunla ilgili habere rastlamak için uzunca aramasına gerek yok. Federal Almanya Cumhuriyet’inde kamuoyu tartışmaları on yıllar boyunca, artık çoktan normaliteye dönüşmüş olan, çatışma merkezli ve tek taraflı bir yorumlandırma pratiği tarafından biçimlenmiştir. Kitlesel medya esasen buna katkı sunmuştur. Bir süre önce Der Spiegel haber dergisinde “Her zaman için yabancı” başlığı taşıyan bir makale, etnisiteleştiren habercilik tarzı için tipik olarak nitelendirilebilir. Bu biçimdeki bir medyatik ilişki, kesintisiz olarak sınırlar inşa etmekte, insanları sürekli “yabancı” yapmakta, toplumu “biz” ve “ötekiler” düzeyine indirgemekte ve böylece toplumsal güç dengelerini organize etmektedir (vgl. Beck-Gernsheim 2004).
Avrupa’nın tarihini ve de Avrupa dışındaki toplumlarla ilişkileri etkileyen Avrupa odaklı dünya görüşü, göçmen gruplara yönelik güncel yaklaşımda bugün dahi önemli bir rol oynamaktadır. Avrupa odaklı bakış açısından batılı olmayan toplumların tarihsel gelişimi ve özellikleri, eksikleri betimleyen bir dille ve “batılı normaliteden” sapma olarak ya da bir çeşit “batı modelinin başarısız bir kopyası” (Ong 2005, S. 47) olarak görülmektedir. Aşağıda da gösterileceği gibi bu Avrupa odaklı dünya görüşü, bugüne dek güncel göç söylemini boydan boya kaplamaktadır. Böylece Avrupalı olmayan toplumlardan göçmenler “yabancı” olarak, “yalnış sosyalleşen” ve “integrasyona karşı bağışık” olarak algılanmaktadır. Batılı olmayan toplumların bakış açılarının, ve bununla birlikte göçmen gruplarının büyük bir bölümünün bu değersizleştirilişi ve ayrımı, “Batı” ve “geride kalanlar” (vgl. Hall 1994) arasında, “biz” ve “etnik açıdan ötekiler” arasındaki kavramların ikiye ayrılması (Dichotomie) günümüzde dahi adeta doğal bir gelişme olarak ele alınmaktadır. Bu absürd etnik-ulusal bakış hala göç sorunsallarına ilişkin tartışmaları belirlemekte, hala bir çeşit “kültürel açıdan örtük ırkçılık” olarak günlük bilinci boydan boya kaplamaktadır (Brumlik 2008, S. 35).
Sosyal sorunlar etnik olarak kodlanmaktadır, böylece “sosyal sorunların etnisiteleştirilmesi” geçekleşmektedir (Butterwegge 2006, S. 81). Kamuoyundaki göç söyleminde “getto”, “paralel toplum” ya da “islami fundamentalizm” kavramları gibi, artan oranda “eğitimden uzak çevreler” ya da “etnik çatışma” gibi kavramlar da konjonktürel olarak bir canlanma göstermekte. Ve bir kaç yıldan beri tekrar “genç yabancılara” yönelik şiddet ve kriminalite tartışmaları medya alanında yankılanmakta.
Kitlesel medya böylece belirli görüntülerin ve bilgi biçimlerinin görünür kılınmasında, yaygınlaştırılmasında ve güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamakta ve giderek bunların günlük iletişimde normalleşmesine yol açmakta. Kitlesel medya, güncel “getto söyleminde” ya da “paralel toplum” söyleminde olduğu gibi, ilkin politik ve bilimsel bağlamda oluşan belirli tarihsel aktarımların yorumlamalarını ele almaktadır.
Bugün medyanın haber bültenlerine bir göz atıldığında, göçmenlere ilişkin belirli bir bilgi üreten, etnisiteye göre tasnif etmeye, kategorilere ayırma ve sınıflandırmalara tekrar tekrar rastlanmakta: “Etnisiteleştirme, azınlıklar yaratan, bunları olumsuz biçimde damgalayan ve böylece kendi imtiyazlarını sağlamlaştıran bir sosyal dışlama mekanizmasıdır.” (Butterwegge 1997, S. 175).
Güncel haber bültenlerinde de bu etnisiteleştiren çizgi izlenmektedir. Der Spiegel dergisi 2009’da, Berlin Nüfus ve Kalkınma Enstitüsü’nün hazırladığı “Kullanılmayan Potansiyeller. Almanya’da entegrasyonun durumu” (2009) başlıklı araştırmayı, “Her zaman için yabancı” başlığını verdiği bir haberinde polemik bir tarzda yorumladı. “Kullanılmayan potansiyeller” başlığı olumlu bir çağrışım uyandırsa da, metin yakından incelendiğinde fazlasıyla tanınmış klişelerle karşı karşıya kalınmaktadır (vgl. Berlin Institut 2009). Berlin araştırmasının ana sonucu, “Türkler” Almanya’da en az entegre olmuş göçmen grup şeklindedir. Haberde, Türklerin entegrasyona karşı bağışıklı oluşuna yönelik başka ipuçları gösterilmektedir:
“Ama yabancılar neden o kadar çok yabancı kalmaktalar, neden özellikle Türkler, görünüşe göre burada doğanlar da dahi Almanya’ya varamamışlardır? (...) Kim yabancı olarak gelmişse, o yabancı kalmakta. Bundan da öte, 50 yıl, bazı zaman üç kuşak sonra dahi, Alman pasaportluyla da, alarm verici düzeyde yüksek bir sayıda göçmen hala paralel dünyalarda yaşamakta ve gelecek kötü görünmekte.” (Der Spiegel 5/2009).
Spiegel’in “Sakınmanın Politikası” başlıklı, Thillo Sarrazin’in Berlin konuşmasına dayanan güncel bir haberinde aynı zihniyet yansımaktadır: “Geldikleri Anadolu geleneklerinde donakalmış eski örgütleniş biçimleriyle aile birimleri, sadece Berlin gibi tutkuyla yükselmeye çalışan bir dünya metropolünde tarihsel uyumsuzluk (anakronistik) olmakla kalmayan, örf ve adetlerin yerine getirilmesinde ısrar etmektedir.” (S. 33) Haberde, Berlin’de genç suçlular mahkemesi yargıcı olan ve göçmen gençler arasındaki şiddete ilişkin açıklamalarda bulunan Kirsten Heisig’ten alıntı yapılıyor: “Bazı Türk ve Araplarda erkeklik takıntısı özel olarak çok belirgin durumda, namus ve saygı o kadar irrasyonel biçimde gelişmiş ki, çok çabuk şiddete neden olabilmekte.” (Der Spiegel 42/2009)
Bu aşırı etnisiteleştirilmiş medya söyleminde “sosyal eşitsizlik” arka planda kalmaktadır ve bunun yerine ayrıştırma (desintegrasyon) süreçleri ya da “Türk paralel toplumları” üzerine konuşulmaktadır. Bu şekilde farklı bir damgalama gerçekleşmekte. Topluma etnik bir yaklaşım, diğer unsurların ve bakış açılarının gözardı edilmesine, diğer bir ifadeyle bastırılmasına neden olmakta ve bu yolla medyatik bir politik anlayış yürütülmektedir.
Eğer bu geleneksel mantık esas itibariyle terk edilir ve homojenlik ve açıklık ulusal mitleri sorgulanırsa, bunun yerine de çeşitlilik tarafından belirlenmiş göçmen toplumu odak noktasına alınırsa, o takdirde birçok şey yeni bir görünüm kazanır. O zaman, bir yandan göçmen toplumunun yeni tasarısı için, öte yandan nüfusun bu bölümünün konumlanış süreçleri için önem arz eden göçmenliğin karmaşık günlük gerçeklikleri ve marjinalleşmiş bakış açıları gündemde olur. Christoph Butterwegge’nin ifadesiyle “göç”, “nihayet toplumsal bir normalite, globalleşme sürecinin bir temel bileşeni ve sosyo-politik biçimlendirme görevinin yüksek bir önceliği olarak algılanabilir.” (Butterwegge 2004, S. 76).
|
|
|
|