|
|
Die Gaste, SAYI: 16 / Mart-Nisan 2011
|
Çözüm Önerileri ve Uygulama Olasılıkları
Die Gaste
Eğer doğru çözümün ne olduğunu biliyorsak, bıkmadan, usanmadan bunu heryerde anlatmak zorundayız. Çözümün yaşam alanı bulabilmesi için başka seçenek de bulunmamaktadır. Somut adımların atılabilmesi için gerekli kaynağı bulabilmek de ancak böyle olanaklı olacaktır.
Ne yazık ki, biraz daha “konuşmak”, ama daha yüksek sesle “konuşmak” durumundayız. Sesimiz, en sağır kulakların bile işitebileceği kadar gür çıkarsa ve bu sese kendi sesimizi ne kadar çok katarsak, somut adımların atılabilmesi de o kadar hızlı ve yakın olacaktır.
Bilindiği gibi, Die Gaste’nin çıkış noktası, Alman kamu yönetiminde egemen olan entegrasyon anlayışı olmuştur. Bu anlayışa göre, Türkiyelilerin Alman toplumuna entegrasyonunun temel koşulu Almanca öğrenmektir. Sorun bu biçimde ortaya konulduğunda, doğal olarak, Türkiyeli göçmen toplumunun gençlerinin ve çocuklarının Almanca öğrenimi, ekonomik, toplumsal ve siyasal bütünleşmenin temel unsuru haline gelmektedir.
Daha net bir ifadeyle, Alman toplumuna Türkiyeli göçmenlerin entegrasyonunda temel koşul olarak kabul edilen Almanca öğrenimi, anadili Türkçe olan 3 milyon nüfusa sahip bir topluluğun, içinde yaşadığı, ama kendisine yabancı olan bir dili tam ve doğru biçimde öğrenmesi sorunudur. Dil öğrenimi, Almanya’da yaşayan Türkiyeli yeni kuşakların eğitim sorunlarının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle, dil öğrenimi ile eğitim sorunları iç içe geçmiş bir sarmal oluşturmaktadır.
Die Gaste’nin temel işlevi, okuyucuların bildiği gibi, Türkiyeli göçmen toplumunun yüzyüze olduğu dil öğrenimi ve eğitim sorunları için bir platform oluşturmaktır. Şu an 16. sayısı çıkan Die Gaste, akamedisyenlerden eğitmenlere kadar geniş bir kesimi kapsayan 83 yazarın 180 makalesini yayınlamış ve iki büyük sempozyum ve sonderschule sorunu üzerine bir panel düzenleyerek, bu platform olma işlevini yerine getirmeye çalışmıştır.
Bugüne kadar çıkan 15 sayının ve gerçekleştirilen sempozyum ve panelin ortaya çıkardığı gerçek ise, Türkiyeli yeni kuşakların entegrasyon sorunundan daha çok eğitim sorununun belirleyici olduğu ve temelde de yeterince ve doğru bir Almancanın öğrenilmemiş olmasının yattığıdır. Doğal olarak temel sorun, yeterli ve doğru Almanca öğrenme sorunu olarak ortaya konulduğunda, yanıtlanması gereken soru yeterli ve doğru Almancanın nasıl öğrenileceği sorusudur.
Die Gaste olarak, bu sorunun anadili üzerinde yükselen bir Almanca öğrenim programıyla çözümlenebileceğini ortaya koyduk. Bu programın genel hatlarını “Göçmenlerin Anadili, Eğitim, Kültür ve Entegrasyon Sorunları Sempozyumu”nda “Anadili Temelinde Almanca Öğrenim Projesi” başlığı altında Genel Yayın Yönetmenimiz Zeynel Korkmaz’ın yaptığı sunumla kamuoyunun bilgisine sunduk.
Bu sunumda belirtildiği gibi, bu projenin en önemli unsuru, şüphesiz anadildir. Anadili temelinde, sistemli ve programlı bir Almanca öğreniminin gerçekleştirilmesi için, aynı zamanda ve birlikte anadilinin de “sokak dili” olmaktan kurtarılması gerektiği açıktır. Bu nedenle, anadili temelinde, planlı ve sistemli bir Almanca öğrenimi için, bir yandan anadilini geliştiren, diğer yandan bu gelişime paralel olarak Almanca öğrenilmesini sağlayan bir programa ihtiyaç vardır. Artık böyle bir programın, pedagojik ve filolojik bilimsel bilgiler temelinde doğrudan uzmanların katkısıyla hazırlanması ve somut uygulamaya sokulması gündeme gelmiştir.
İşte tam bu noktada Türkiyeli göçmen toplumunun kendi sorunlarına kendisinin sahip çıkıp çıkamayacağı, böyle bir projeyi somutlaştırıp somutlaştıramayacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Böylece eğitsel bir sorun, Alman kamu yönetimi tarafından entegrasyon bağlamında sosyolojik bir boyuta taşınırken, sorunun somut çözümü için atılacak adımlar da sosyolojik bir boyut kazanmaktadır.
Hülya Sancak’ın “Kültür” sanat gazatesinde yayınlanan makalesinde şöyle yazmaktadır:
“Bu tür toplantılar (sempozyum vb. etkinlikler kastediliyor – Die Gaste) düzenlenmeli elbette, sorunlara farklı bakış açıları getirmesi açısından, hatta sorun belirleme ve çözüm üretme özürlü olanlar için, en azından sorunların kaynağının ne olduğunun gösterilmesi açısından bunlar önemli çalışmalar. Ancak nereye kadar? Her yıl böyle toplantılar düzenleyip konuşmalar yaparak nereye varılabilir? Sorunlarla ilgili çözüm önerileri için somut adımlar atılması, yani yaptırım uygulanması mümkün müdür?”
Sayın Sancak sorunu böylesine yalın biçimde ortaya koymakla birlikte, somut adımlar konusunda pek de umutlu görünmemektedir.
Evet, bugün Almanya’daki Türkiyeli göçmen toplumunun yeni kuşaklarının temel sorununun dil ve eğitim sorunu olduğu, bunun da anadili temelinde Almanca öğrenimiyle bağlantılı olduğu eğitim görmüş herkes tarafından genel olarak kabul edilmektedir. Ancak, Sayın Sancak’ın sorularında ifade ettiği gibi, bu konuda somut adımlar atılması noktasına gelindiğinde, sözler söylendiği yerde kalmaktadır.
Yapılması gereken çok açık ve nettir: 3-7 yaş grubu çocuklar için anadili temelinde Almanca öğrenimini sağlayacak okul-öncesi bir eğitim programı hazırlamak ve bunun uygulanacağı okul-öncesi eğitim kurumları kurmaktır.
Böyle bir eğitim programı, uzmanların gönüllü ve ücretsiz katkısıyla hazırlanabilinecekse de, bu programın uygulanacağı eğitim kurumlarının kurulması kesinkes maddi kaynak bulunmasını gerektirmektedir. Ve sorun da, yani somut adımların atılamaması sorunu da, bu gerekli maddi kaynağın bulunamamasından kaynaklanmaktadır.
Bu programın yürütüleceği kurum için, herşeyden önce bir yerin (mekan) tahsis edilmesi ve donanımının sağlanması gerekir. İkinci olarak, bu kurumda çalışacak ve programı uygulayacak personelin eğitilmesi ve istihdam edilmesi gereklidir. Daha somut ifadeyle, programın somutlaştırılabilmesi için okul-öncesi eğitim kurumunun sabit yatırımları, kira ve personel giderleri karşılanmak zorundadır. Bu maddi kaynak bulunamadığı sürece, söylenenlerin havada kalması kaçınılmazdır.
Öyle ise, bu maddi kaynak nasıl yaratılacak ya da bulunacaktır?
Bunun kamusal ve özel olmak üzere iki yolu vardır.
Kamusal kaynak, herşeyden önce Alman kamu yönetiminin böylesi bir programa sahip çıkması ve bunun uygulanması için gerekli maddi olanağı tahsis etmesiyle sağlanabilir. Ancak (merkezi yönetim ve eyalet yönetimleri olmak üzere) Alman kamu yönetiminde egemen olan zihniyet, anadilini tümüyle dışlayan ve tüm sorumluluğu aileye yükleyen bir Almanca öğrenim anlayışıdır. Bu anlayış, “rüyanızı bile Almanca göreceksiniz” sözlerinde ifadesini bulan ve pratikte başarısız olduğu açığa çıkmış bir anlayışa denk düşmektedir. Ama böyle bir anlayış, zihniyet varolduğu sürece Alman kamu yönetiminin anadili temelinde Almanca öğrenim projesini maddi olarak desteklemesini beklemek fazla gerçekçi olmayacaktır. (Elbette bu, Alman kamu yönetiminin desteğinin hiç alınamayacağı anlamına gelmemektedir. Bu destek, bu projenin Türkiyeli göçmen toplumu tarafından ne kadar sahiplenildiğine ve pratikte ne kadar başarılı olduğuna bağlı olarak uzun dönemde sağlanabilir.)
Bu durumda elde kalan tek kamusal kaynak, kaçınılmaz olarak Türkiye devletinin bu projeye maddi destek vermesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da siyasal iktidarların tutumuyla belirlenmektedir. Bugüne kadar hiçbir hükümetin yurtdışında yaşayan yurttaşlarına yönelik tutarlı ve bütünsel bir politikası olmamıştır. Varolan politik tutum ise, yurtdışında yaşayan yurttaşların ülkeye döviz göndermelerini ve yaşadıkları ülkelerde (özellikle de Almanya’da) bir baskı grubu oluşturarak “lobicilik” yapmalarını sağlamaktan ibarettir.
Özel kaynaklar ise, bu projeyi sahiplenenlerin inisiyatifiyle oluşturulacak bir vakıf vb. kuruluş oluşturularak sağlanabilir.
Burada konuyu açıkça ve içtenlikle ortaya koymamız gerekiyor. Gerçekten böyle bir “sivil inisiyatif”in böyle bir projeyi finanse edebilecek kaynağı yaratabileceğine inanıyor muyuz? Yoksa “hayırsever” bir ya da birkaç işadamının ya da şirketin bağışlarıyla böyle bir kaynağın sağlanmasının daha kolay olacağını mı düşünüyoruz?
Açıkça konuşmamız gerekiyor. İster yurtdışında yaşamak durumunda olan yurttaşlar olalım, ister Türkiye’de yaşayan yurttaşlar olalım, her durumda kamu yararına faaliyet yürütme iddiası ile ortaya çıkan özel girişimlere karşı önsel bir güvensizliğe sahibiz. Dahası, bu türden özel girişimlerin uzun ömürlü olmayacağına, olamayacağına ve kişisel çıkarlar için kullanılacağına inanırız. En idealist düşüncelerle başlatılan girişimlerin nasıl kısa sürede yozlaştığını yaşayarak görmüşüzdür. Daha açıkçası, “cehenneme giden yolun iyiniyet taşlarıyla örülü olduğunu” çok iyi biliriz. 1970’lerde “İşçi şirketleri”nin nasıl iflas ettiğinin ve “en sosyal-demokrat”ların iktidarında DÇM hesaplarıyla nasıl zarara uğranıldığının anıları capcanlıdır. “Sivil toplum kuruluşları”nın nasıl geçim kapısı yapıldığına, bu kuruluşların “kurucuları”nın nasıl “sosyal mafya” haline geldiklerine, AB fonlarından yararlanmak için “proje dosyaları”yla ortalıkta nasıl dolaştıklarına ilişkin öyküler her fırsatta anlatılmaktadır.
Açıkça söyleyelim: Bu nedenle özel sivil girişimin ya da sivil toplum kuruluşunun kamu yararına çalışacağına inancımız yoktur. İnancımız olmadığı gibi, böylesi bir girişime tek “bir allah kuruş” vermeyi aklımızdan bile geçirmeyiz.
Tüm bunların ötesinde, söz konusu olan anadili üzerinde yükselen Almanca öğrenim programının 3-7 yaş grubunu kapsayan dört yıllık bir süreci içerdiği düşünüldüğünde, böylesi bir projenin sürdürülebilirliğine olan güvenimiz de yoktur. Böyle olunca da, gerekli finansman sağlansa bile, kendi çocuklarımızı böyle bir programa göndermekte duraksayacağımız açıktır.
İster istemez, birilerinin bir yerlerde, bizim dışımızda, kendi olanaklarıyla, kendi kendilerine bunları yapmalarını ve başarılı olmalarını beklemek eğilimindeyizdir. Ne kadar bilimsel olursa olsun, yeni ve ilk kez yaşama geçirilecek bir projede kendi çocuklarımızın “kobay” olarak kullanılabileceği endişesi duyacağızdır.
Projeyi oluşturanların parasız-pulsuz-çulsuz “genç öğrenciler” olmaları ya da arkalarında bir “hoca efendi”nin, sınırsız parasal olanaklara sahip “cemaat”in bulunmaması, bu güvensizlik, kaygı ve endişe koşullarında anadili üzerinde yükselen Almanca öğrenim programının finanse edilmesi kadar somutlaştırılması için de arkasında kamunun desteğinin bulunmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Sayın Sancak’ın yazısında ifadesini bulduğu gibi, “Sorunlarla ilgili çözüm önerileri için somut adımlar atılması, yani yaptırım uygulanması mümkün müdür?” sorusunun yanıtı böylesine bir kısır döngüye dönüşmektedir.
Bu kısır döngü, T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son Düsseldorf çıkarmasındaki “önce Türkçe” söylemine karşı Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’nın “önce Almanca” söylemiyle daha da içinden çıkılmaz hale gelmiştir.
“Önce Türkçe mi, yoksa önce Almanca mı?” türünden bir yaklaşım, kamunun, özellikle de her iki ülkenin merkezi yönetimlerinin sorunun çözümünden daha çok çözümsüzlüğü tercih ettiklerini göstermektedir. Açıktır ki, Die Gaste’nin ortaya koyduğu “anadili temelli Almanca öğrenim projesi”, bu türden çözümsüzlük tercihi karşısında, hem gerçek ve doğru çözümün ne olduğunu ortaya koymakta, hem de bu çözümün pratik uygulaması için aşılması gereken kısır döngüyü sergilemektedir.
Bugüne kadar bireysel çabalarla gerçekleştirilen Die Gaste’nin “Bilgilendirme Toplantıları”nda çok net olarak gördüğümüz gibi, sorun ertelenemez noktaya gelmiştir. Yıllar boyu ortalıkta dolaşan sözde çözümlerden (“herşeyden önce ausbildung” vb.) medet umulmuştur. Çocuklarıyla Almanca konuşarak Almanca öğrenmelerini sağlayabileceklerine inandırılmışlardır. Anadilinin, gerek Almanca öğreniminde, gerekse entegrasyondaki işlevi hepten bir yana itilmiştir. Şimdi, 50 yıl sonra aileler çocuklarının geleceğinden kaygı duymaktadırlar. Die Gaste’ye gösterilen ilgi de bu umutsuzluğun bir yansımasıdır.
Burada alınması gereken çok yol olduğu görülmektedir. Bir süre daha (ve bugüne kadarkinden çok daha fazla) “konuşmak”, tartışmak gerekecektir. Doğru çözümün somut uygulamaya geçebilmesi için çözümsüzlüğü çözüm olarak gören siyasete karşı, doğru çözümün ne olduğu usanmaksızın anlatılmalıdır. 50 yılın çözemediği ve siyasetçilerin çözmeye yanaşmadıkları bir sorunun çözümünün birkaç yıl içinde, iki sempozyum ve iki aylık 16 sayfalık bir gazetenin 15 sayısıyla somut uygulamaya sokulmasını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. Şu da unutulmamalıdır ki, dünyanın her yanında okullar açan cemaat sermayesi bile bu çözümden yana tek bir adım bile atamamıştır. Amaç, sorunu çözmek ve çözüme uygun somut uygulamaya geçmek değil de, “başka” olunca, “başka”lar, elbette başka yerde olacaktır.
Eğer doğru çözümün ne olduğunu biliyorsak, bıkmadan, usanmadan bunu heryerde anlatmak zorundayız. Çözümün yaşam alanı bulabilmesi için başka seçenek de bulunmamaktadır. Somut adımların atılabilmesi için gerekli kaynağı bulabilmek de ancak böyle olanaklı olacaktır.
Ne yazık ki, biraz daha “konuşmak”, ama daha yüksek sesle “konuşmak” durumundayız. Sesimiz, en sağır kulakların bile işitebileceği kadar gür çıkarsa ve bu sese kendi sesimizi ne kadar çok katarsak, somut adımların atılabilmesi de o kadar hızlı ve yakın olacaktır.
|
|
|
|