Die Gaste, SAYI: 16 / Mart-Nisan 2011

Klişelerin Kıskacında
Aidatlık Üstüne Çeşitlemeler
Vatana Öfke… (Wut zur Heimat)


Zehra İPŞİROĞLU



    Bir yere ait olmak nasıl bir duygu? Nerede kendimizi evimizde gibi duyuyoruz? Nasıl bir yaşam alanı yaratıyoruz kendimize ya da yaratamıyoruz? Yabancı olmak ne demek? İnsan ne zaman kendini yabancı duyuyor ya da yabancılık çekiyor? Yabancı olma, dışlanma, hiçbir yere ait olmama nasıl bir duygu? Göç, göç etme ile bir yere yerleşme ya da kök salma arasında ne tür iç ve dış çatışmalar yaşanıyor?
    Yirmi beş yıldır Viyana’da yaşayan ve uzun yıllar ünlü Fransız yönetmeni Arianne Mnouckine’in yanında çalışmış olan Türkiye kökenli Avusturyalı yönetmen Emel Heinrich’in Kokon Theater’de (Koza Tiyatrosu’nda) sahnelediği “Vatana Öfke” bu izlekleri bol simgeler ve eğretilemelerle bezenmiş tiyatromsu bir dille ele alan bir üçlemenin ikinci oyunu.
    Perde açıldığında göç eden “yabancıyı” görüyoruz. Uzakdoğulu havası olan güzel bir kadın bavul yerine geçen tekerlekli kocaman bir sandığı çeke çeke geliyor sahneye. Amacı kendisine yeni bir yerleşim alanı bulmak. Koltuk, sandalye, dolap gibi temel eşyaların yanısıra bir sürü ıvır zıvır eşyayla dolup taşan bit pazarını andıran karmakarışık bir ortama varıyor. Yaşanmışlığı, eskimişliği simgeliyor bit pazarı, bu özelliğiyle de geçmişle gelecek arasında karmaşık bir mekan oluşturuyor. Bit pazarında hala işlevini koruyan eski eşyaların arasında dolanan tek tük insanları görüyoruz. Ivır zıvır toplayan yaşlı bir kadın, sarı saçlı genç bir kız, melon şapkalı bir adam…
    Bu kim kime dum duma ortamda acaba yabancıya da yer var mı? Yabancı yere koca bir halı serip kendi yaşam alanını yaratıyor. Acaba başarabilecek mi? Ayaklarını sürte sürte dolaşan melon şapkalı yaşlı adam bir çalar saat buluyor bir sürü çerçöp ve ıvır zıvırın arasında. Saat yaşamın akışını anımsatıyor bize.
    Bit pazarında dolaşan ya da uyuklayan diğer kişiler de yavaş yavaş kendi yaşam alanlarını yaratmaya, kendi düzenlerini kurmaya başlıyorlar. Sürekli kas geliştirme antrenmanları yapan genç bir adam, irili ufaklı tencerelerin arasında yemek pişirmeden başka bir şey düşünmeyen bir kadın, yaşlı bir nine, dolabın içine girip kaybolan, başka deyişle kendi kabuğuna çekilerek dış dünyadan elini eteğini çeken ihtiyar bir adam... Herkes ataerkil bir toplumda kadın ve erkeğe öngörülen toplumsal cinsiyet rollerine göre kendi yaşam mekanını oluştururken birbiriyle ilgisi olmayan irili ufaklı adalar oluşuyor... İletişimsizlik, kopukluk, yalnızlık görüleri...
    Bu kısır döngü içinde gene de bir an geliyor ki, insanlar kaynaşabiliyorlar. Avusturya’da yaşama, Avusturyalı olma, Avusturya’ya bağlılık, Avusturya aşkı kendi adacıklarında yaşayan bu insanları bütünleştiriyor. İyi ama nedir Avusturyalı olma? Folklorik giysiler mi, peynir pastası mı, elma Strudel mi, Melange mi, Viyana valzları mı, rehavet ve rahatlık zihniyeti mi (Gemütlichkeit), hoşgörü ve güleryüzlülük mü, operet mi, şu ünlü Burg Tiyatrosu mu? Avusturyalı olmanın özellikleri izleyicinin de etkin katılımıyla bir bir sayılıp dökülürken kocaman bir Avusturya haritası asılıyor duvara. Her oyuncu elindeki okla haritanın bir yerine nişan alırken Avusturya’ya özgü sayılan şeyleri sayıp döküyor. Bağırışmalar, sevinç çığlıkları, tıpkı futbol maçlarında olduğu gibi... Ne güzel ülke şu Avusturya!
    Avusturya’nın güzelliklerini anlatma sırası yabancı kadına geldiğinde duraklıyor. Bir an Avusturya’yı nasıl anlatacağını, ne diyeceğini bilemiyor, yeterince tanımıyor ki! Yabancı olma her tür klişenin ötesinde olma anlamına mı geliyor? Suskunluk... Şaşkınlık... Klişe savunucularının giderek yükselen öfkesi... Avusturya’nın nasıl bir ülke olduğunu bilmiyorsan burada işin ne söylemi... Ötekileştirilme, dışlanma... Yabancı kadın tek çareyi sandığa girip saklanmakta buluyor.
    Oyunu izlerken insanları bir araya getiren futbol çılgınlığı üstüne düşünüyorum. Batı toplumlarında kendi kabuğuna çekilerek birbirinden kopuk bir yaşam akışının içinde olan insanlar, uluslararası futbol turnuvaları başladığında bahçelerde, parklarda, lokantalarda buluşup futbol heyecanını yaşarlarken ortak bir milliyetçilik anlayışında buluşuyorlar. Futbol turnuvaları dönemlerinde insanlar içli dışlı oluyor. Günlük yaşamda birbirlerinin yüzüne bile bakmayan insanlar arasında öylesine sıcak ilişkiler kuruluyor ki, gerçekten şaşırtıcı. Atılan her golde yükselen sevinç çığlıklarının ve bağrışmaların giderek saldırganlığa dönüşmesi ise madalyanın öteki yanı. Turnuvalar sona erdiğinde herkes gene sessizce kendi kabuğuna geri dönüyor. Ertesi günü futbol çılgınlığını birlikte yaşayan insanlar sokakta karşılaştıklarında birbirlerini tanımayacaklar bile. Kuşkusuz futbol bizim toplumumuzda daha da yoğun yaşanıyor. Ama batı ülkelerinde yalnız futbol değil insanlar arasındaki iletişimsizlik ve kopukluk da had safhada yaşandığı için futbolun insanları kaynaştıran ve birleştiren yoğun gücü büsbütün dikkat çekiyor.
    Öte yandan futbolun da ötesinde aidatlık duygusunun bizde de nasıl yaşandığının üstünde düşünmede yarar var. Bu oyunda olduğu gibi bizde de izleyicilerin de etkin katılımıyla Türk olmakla ilgili doğaçlama çalışmaları yapılsa, kim bilir neler çıkacaktır ortaya.
    İletişimsiz bir dünyada insanları birbirlerine yakınlaştıran tek olgu klişeler... Bu yapay yakınlaşmada acaba klişe düzleminde de olsa paylaşılan bir şeyler olduğu söylenebilir mi? Bir sonraki sahnedeki aile yaşamı buna güzel bir ipucu veriyor. Anne, baba, babaanne ve çocuk televizyon izliyorlar. Çocuk hem korkular içinde, hem de korunma ve sevgi özleminde, ama kimsenin ona aldırış ettiği yok. Baba ile anne sudan bir nedenle kavgaya tutuşuyorlar… Kavga büyürken baba da giderek saldırganlaşıyor. Babanın sesi yükseldikçe yükseliyor, bağırışmalar... Anne eşyalarını toplayıp çekip gidiyor... Çocuk korku içinde iyice küçülüp televizyonun içine giriyor... Tek dünyası televizyon olan çocuk bir sonraki top oynama sahnesinde babasıyla amansız bir kavgaya tutuşuyor. Baba kükreyen bir aslan gibi ortalıkta dolanırken çocuk da annesi gibi babasını terk edip gidiyor... Ataerkil koşullanmaya veda mı, yoksa sadece bir ailenin çözülmesi mi?
    Aile çözüldüğü anda saldırganlık güdüsünün gene dış dünyada odaklaşması erkil zihniyetin sürdüğünü gösteriyor. İşte şu sandık, yabancı kadın içine gizlenmiş. Ne işi var bu kadının burada? Yabancı kadın sandığın çevresini saran insanlara tedirginlikle karışık bir gülümsemeyle beyaz barış çiçekleri uzatıyor. Çiçekler yerlere atılıp çiğneniyor. Sadece kadınlardan biri iki çiçeği gizliyor ürkekçe. Saldırganlığın ve yabancı düşmanlığının sözcüleri gene erkekler. Yabancı kadının sandığına el konuyor. Belki de yabancı var olduğu sürece her tür iç çelişki ve kavga da unutulacak. ”Yabancı”, insanların öfkelerini kanalize ederek rahatlamalarını sağlayan çok ama çok yararlı bir araç belki de.
    Finalde yabancı kadın boylu boyunca çaresiz yerde yatarken, diğerleri gene tek tek kendi yaşam alanlarına dönüyorlar. Ama bu kez eşyalar ön planda. Koltuğun, masanın, dolabın içinde, altında üstünde yuvarlanılıyor. Eşyalarla boğuşma... Eşyaların giderek insana egemen olması...Tüketim toplumunun insanları yok etmesi mi? Eugene Ionesco’nun ünlü oyunu “Yeni Kiracı”da yeni bir eve taşınan kiracı durmadan çoğalarak sonunda bir dağ yığınını oluşturan eşyaların arasında yitip gider. Bu oyunda da kendi bireyselliğini ve özgünlüğünü yitirerek nesneye dönüşen bir insanın yaşamına mı gönderme yapılıyor, yoksa insanların değil de eşyaların mı yaşamının sürdüğü vurgulanmak isteniyor? İnsanlar yok olsalar da bit pazarı sürüp gidecek...
    Aidatlık duygusu üstüne doğaçlama çalışmalarıyla kurgulanmış olan bu oyun kimlik sorununu dinamik bir oyunculukla farklı boyutlarda gündeme getiriyor. İnsanların klişelerle yapay bir vatan duygusu yaratmaları, bu birliktelik duygusunun giderek ötekini dışlayan bir şiddete dönüşmesi, şiddetin ve saldırganlığın çocukları ve kadınları yok eden erkil boyutu yalnızlık ya da yapay bir birliktelik arasındaki gel gitleri sergileyen çarpıcı sahnelerle görselleştiriliyor.
    Giderek kendi kabuğuna çekilen günümüz insanlarının yaşamına gönderme yapan düşündürücü bir oyun“Vatana Öfke”. Doğaçlama çalışmalarıyla geliştirilen kurgusu Avusturyalı oyuncuların yaşam öykülerine dayanıyor. Kullanılan malzeme ne kadar gerçekçi, dahası belgesel de olsa, sahneleniş biçiminde gerçeküstü ögelere ve simgelere yere verilmesi B. Brecht’in deyimiyle bir tür yabancılaştırma etkisi yaratıyor. Bu da oyunda gündeme gelen sorunlar üstüne izleyiciyi düşünmeye yönlendiriyor.
    Kokon Theater
’in hazırladığı üçlemenin ana izleği ataerkil yapılanma. Bu bağlamda ailede şiddet, dinin erkil yapılanmayı destekleyen olumsuz etkisi, zorla evlendirilme, töre cinayetleri gibi konulara yer veriliyor. İlginç olan izlediğimiz oyunda ataerkil yapılanmanın alışılageldiği gibi göçmenlerin yaşamında değil de Avusturyalı tiplerle, onların yaşamı bağlamında gösterilmesi... Evet, farklı düzlemlerde de olsa, gücünü şiddette bulan erkil koşullanma sadece geleneksel toplumların değil modern dünyanın da göstergesi...