|
|
Die Gaste, SAYI: 18 / Ağustos-Ekim 2011
|
2011 Yılında Uyum Politikasını Nasıl Anlamak Lazım?
Aydan ÖZOĞUZ Alman Federal Meclis Üyesi (SPD)
1967 yılında Hamburg`da doğduğumda istatistiklere göre araştırılan iki grup insan vardı: Almanlar ve yabancılar. Benim gibi anne ve babası Türk olan binlerce çocuğa Almanya’da doğuştan “yabancı“ damgası yapıştırılıyordu. Üniversite yıllarımda Türk Öğrenci Birliği’nin başkanlığını yaparken, elimden geldiğince, kısıtlı da olsa, kendi çevremde bu durumu değiştirmeye çalıştım. Benimle aynı düşüncede olanlar burada doğup büyüyen insanları artık yerli olarak kabul etmenin vakti geldiğini düşünüyorduk.
Hoşnut olmadığımız bir başka konu ise: Yurtiçine herhangi bir yoldan, yasal olmayan bir şekilde gelip ve yasa dışı işlere bulaşan yabancılar, örneğin uyuşturucu madde satan kişiler, devletin resmi suç istatistiklerinde yer alıyorlar. Bu istatistikler burada yaşayanların, yasalara uyan hatta hiç bir suç işlememeye özen gösteren insanların doğal olarak başlarını ağrıtıyordu. Çünkü genel suç istatistik oranlarının yükselmesine sebep olmaları ve bu suçların kendilerince işleniyormuş izlenimi oluşuyordu.
Sonunda “Migrant” kelimesinin ortaya çıkması ile (herhalde) bu problemlerin bir bölümü çözülmüş gibi göründü. Mesela bazı suç türlerini sadece yabancıların işleyebilecekleri ortaya çıktı. Örnek olarak, oturma izni ile ilgili bir vakada tabii ki herhangi bir Alman vatandaşının suç işleyebilmesi mümkün değildir. Böylelikle belirli bir grubun suç oranının tabiatı gereğince sadece o gruba mensup kişiler tarafından işlenilebilecek suç vakalarının genelde artması, tabi ki umumi suç oranı ile metodik olarak karşılaştırılamaz. İstatiksel suç oranlarını spesifik veri bazından arındırmadan birbirleriyle mukayese etme alışkanlığına, ki bu tamamen bilimselliğe aykırı bir metod, yakın tarihe kadar tanık olduk. Migrant kategorisinin aslında sosyal sınıfları karşılaştırması ve bu statiksel verilerin genel sosyal sınıflar ile birlikte değerlendirilmesinin farklı bir manzara ortaya çıkacağını umuyorduk. Bu tip değerlendirmeler bilimsel olarak daha doğru yapılsaydı, belki bundan sonra insanlar tüm kötülüklerin dışarıdan geldiğini ve hep yabancılarla ilgili olduğunu düşünmeyecekti. Tüm suçların her zaman yabancılar tarafından işlenmediğini ve Almanlarla yabancıların işlediği suç sebeplerinin bir kısmının aynı tarzda olabildiğini açıklayacaktı.
Ama maalesef bugünkü bakışımız ve bana yansıyan birçok düşünceye göre hala suçun genelde yabancılar tarafından işlendiği düşüncesi yaygın. Demek ki, 50 yılı tamamlarken hala bu ülkedeki göçmenler ve Almanlar arasında henüz birçok şey normalleşemedi. Ama tabii ki göçmenler arasında da her şey yolunda gitmiyor, bunu da unutmamak lazım. “Siz Türkleri temsil ediyorsunuz” cümlesini duyduğum zaman “hangi Türklerden bahsediyorsunuz?” sorusunu sormak istiyorum. İşverenler ve çalışanlar birçok konuda aynı düşüncede değil. Farklı siyasi görüşlerden hiç bahsetmemek en iyisi. Ama çözülmesi gereken ve henüz yeterince insanın dikkatini çekmeyen konular da var.
Birisi şu: Almanya’da yaklaşık 2,3 milyon insan gerçekten okuma yazma öğrenmemiş veya öğrenememiş. Bu gerçeğin hepimiz farkındayız ve bugüne kadar okuma yazmayı öğrenememiş, ama çok istekli olanlara sürekli yeni imkanlar yaratıyoruz.
Son araştırmalarda ortaya çıkan sayı beni şaşırttı. Federal Birliğin okuma ve yazma oranına ilişkin açıkladığı istatistik şu sonucu gösteriyor: Almanya’da yaklaşık 7,5 milyon insan tek bir cümleyi okuyabilirken, kısa bir metni okuyamıyor ve bu nedenle tüm çalışma ve sosyal hayatında büyük zorluk çekiyor. Özellikle erkeklerde yüzde 60,3 oranına varan bu problem, kadınlarda da yaklaşık yüzde 40 oranına varıyor. Okuma yazma ile ilgili bu zorluklar birçok yaşlı insan arasında da yaygınmış. 50 ile 64 yaş grubu arasında bu oran yüzde 32’lere ulaşmış.
Sanıyorum ki, buraya 60’lı yıllarda gelenlerin arasında hiç okula gidememiş veya sadece çok kısa bir süre ilkokul eğitimi görenlerin sayısı az değil. Herhalde bu kişilerin de bir etkisi vardır. En azından şunu bilebilirdik: Hiç okula gitmemiş bir kişinin yazı okurken zorluk çekmesi doğal bir olay. Ama bakın daha neler ortaya çıkıyor: Yabancılar arasında 4,4 milyon insanın ilk öğrendiği dil Almanca ve 3,1 milyon insanın ki ise başka bir dil. Demek ki, bütün hayatını burada geçirmiş, hatta Alman dili ile yetişmiş insanların arasında da okuma yazma problemi olan pek çok insan var. Bunlar bu toplumun insanları, bizim komşularımız. Kökenimiz ne olursa olsun, bizim gibi zengin ve gelişmiş bir ülkede yaşayan insanların görevi, birlikte yaşadıkları insanlara her türlü imkanı sağlayarak bu hayata katılabilmeleri için caba göstermek ve onları desteklemektir.
Sorunların en büyüğü ise, eğitimdeki başarısızlık, yani okulu çok düşük bir not ile veya diplomasız terk eden gençlerimizden bahsediyorum. Peki, bunun sonucunda ne oluyor? Cevabı ortada: çok genç yaştan itibaren işsiz kalacak, hayatı boyunca başka insanların elinde oyuncak gibi kullanılacak, çoğu zaman düzgün bir aile kuramayacak, belki de zorla köyden bir eş getirilip onunla evlendirilip ve akabinde onunla geçinemeyecek bir gruptan bahsediyorum. Bunlar hepimizin yaşadığı ve şahit olduğu, bize hiç de yabancı gelmeyen olaylar. Dikkatlice baktığımızda çevremizde böyle olayları daha net görebiliyoruz. Bunları çözmek için daha büyük caba sarfetmemiz lazım. Örneğin okulu diplomasız terk etmenin önüne geçmek için çok daha ciddi çalışmalar yapmalıyız. Buna rağmen bunu önleyemediğimiz vakit gençlerin okuldan sonra mutlaka bir şekilde meslek eğitimine yönlendirmemiz gerekiyor. Bizim burada yaşadığımız toplumun sağlığı için hepimizin gençlere eğitimin önemini ve meslek eğitiminin gerekliliğini anlatmamız lazım. Nedense hala bu konularda zorluklar yaşıyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi, binlerce genç hiç bir düzgün eğitim almadan okullardan ayrılıyor. Bunun suçunu sadece karşı tarafa yüklemek bize hiç bir zaman kazanç getirmeyecektir. Bu maalesef üzücü bir gerçek.
Şu an ki hükümet uyum konusu ile ilgili üzücü bir yola saptı. Bunu mesela Başbakan Merkel’in konuşmalarında görüyoruz. Size yakın tarihli bir toplantıdan bahsedeyim: Toplantıda katılımcıların hepsinin söz alması elbette imkansızdı. Buna rağmen birçok fikir orada temsil edildi. Öncelikle ve çoğunlukla iktidar partisine mensup kişilerin konuşmasını bir kenara bırakırsak, entegrasyonla ilgili bu tip çalışmaların desteklenmesi taraftarıyım. Dikkatimi çeken iki konuyu belirtmeliyim: Başbakanın bahsettiği “Multikulti ist gescheitert”, yani çokkültürlü toplum başarısızlığa uğradı kavramı göz ardı edilmeye çalışılsa da, Rheinland-Pfalz’lı bir bakanın konuyu tekrar gündeme getirmesi alkış aldı.
İkincisi ise: Aile, kadın, genç ve yaşlılardan sorumlu bakan Dr. Kristina Schröder’in çocukların evlerinde Almanca dışında başka dil konuşmalarının uyuma zarar verdiği görüşü destek görmedi hatta tepki aldı.
Bir de çok güzel bulduğum bir çalışmayı aktarayım. Çocuk yuvalarında, Almancaları yeterli olmayan çocuklara Almancalarını geliştirmeleri konusunda yardım verecek bir çalışma yapılıyor. Bunun için dört yılı kapsayacak şekilde 400 milyon Euro’luk bir bütçe de ayrılmış. Bilimadamları dahi burada yaşayan Alman, yabancı ya da yabancı kökenli çocukların neden lisanlarını doğru dürüst konuşamadıklarını tam olarak çözmüş değiller. Anadilinden başka dil bilmedikleri halde o dili dahi tam öğrenemedikleri gerçeği ayrıca çok düşündürücü. Bu gibi problemlerle ilgilenmek dururken Sayın Bakanın olayı basite indirgemesi hiç hoş değildi.
Biz bir taraftan yabancıların suç oranını düşürmek, eğitim düzeylerini yükseltmek ve onların da bu ülkede yaşayıp vergi veren ve hep birlikte huzurlu bir hayat yaşayan bireyler olmaları için çalışırken, siyasette daha birçok garipliklerle karşılaşıyoruz. Mesela geçen aylarda CSU’nun Genel Sekreteri Alexander Dobrindt şunu söyledi: “Bugün Stuttgart 21’e (yani orada yeni yapılan tren istasyonuna) karşı veya atom enerjisine karşı çıkan ve yürüyüşlere katılan kişiler yarın bahçelerinde minare bulurlarsa şaşırmasınlar”. Bu cümle sadece insanları kışkırtmak ve onları bölmekten başka bir amaçla söylenmemiştir? Ancak bu tür ifadelerle toplumda “yabancılara” ve özellikle müslümanlara karşı korku yaratmak ve onlara karşı bir cephe oluşturmak ve bu şekilde seçmenlerin oyunu kazanmak düşüncesini görebiliyoruz. Bu hastalıklı düşünceler neyse ki çoğunlukta değil. Türkiye’den buraya göçün 50’ci yılında işte tam bu noktada duruyoruz.
Bunun yanında burada büyük başarılara imza atmış, iş hayatında zirveye ulaşmış, gerek edebiyat ve gerekse sanat çevresinde takdir toplayan yazar ve sanatçılarımız, son derece “düzgün” hayat yaşayan yüz binlerce ailelerimiz ne yazık ki pek dikkat çekmiyor. Çünkü normal olan insanlar dikkat çekmiyor. Ama olumlu örnekleri dile getirmeyenlerin kasıtlı bir yaklaşım içinde oldukları kanaatindeyim. Bu nedenle bizim gibi, yani toplumun genel kurallarına uyma çabası içerisinde olan kişilerin bu olumlu örnekleri daha fazla ön plana çıkarmaları gerektiği kanısındayım. Birlikteliğimizde farklılıkları değil ortaklıklarımızı daha fazla göz önüne serelim.
|
|
|
|