|
|
Die Gaste, SAYI: 20 / Ocak-Şubat 2012
|
Göç Araştırmalarında Yeni Yönelimler: Ulus-Ötecilik Araştırmaları
Derya ÖZKUL
(Sydney Üniversitesi, Sosyal ve Siyasal Bilimler Bölümü Doktora Öğrencisi )
2011 senesi Türkiye’den Almanya’ya göçün 50. senesiydi. Bu nedenle iki ülkenin de ilgili devlet kurumları, üniversiteleri ve sivil toplum örgütleri tarafından çeşitli toplantılar gerçekleştirildi. Göç konusu ne kadar farklı yönler içeriyorsa, bu toplantılar da bu yönlerin çeşitliliği kadar farklı konuları ele aldı. Ben bu yazımda geçtiğimiz dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen akademik bir konferansın düşündürdükleri üzerine yazmak istiyorum.
Boğaziçi Üniversitesi'nde 23-24 Eylül 2011 tarihlerinde, Boğaziçi Üniversitesi ve Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (MiReKoc) işbirliğiyle "Debating the Immigration-Integration Nexus in Germany and Turkey: Where to Go from Here?" ["Göç-Uyum Bağlantılarını Tartışmak: Buradan Nereye Gidilmeli?"] adı altında bir konferans düzenlendi. Konferans, hem konunun çeşitli boyutlarının uluslararası uzmanlar tarafından açıklanmasına olanak tanıdı, hem de özellikle soru-cevap bölümlerinde kapsamlı tartışmaların yapılmasını sağladı. Türkiye’den, Almanya’dan ve dünyanın diğer ülkelerinden gelen katılıcımlar, göç süreçleri hakkında genel bir bakış açısı sundular. Türkiye’den bugün bu konudaki dünyanın sayılı uzmanlarından sayılan Prof. Nermin Abadan-Unat; Prof. Kemal Kirişci, Prof. Ahmet İçduygu, Doç. Dilek Çınar, Doç. Levent Soysal, Almanya’dan Prof. Werner Schiffauer, Prof. Dietrich Thränhardt, Doç. Czarina Wilpert, Prof. Andreas Geiger ve ayrıca göç alanında dünyanın en kapsamlı çalışmalarını yapmış uzmanlarından Prof. Stephen Castles, Prof. Peter O’Brien, Prof. Rinus Penninx, Doç. Eva Østergaard-Nielsen bildiri sunanlar arasındaydı. Konferansın ilk günü uluslararası göçün farklı yönlerine ayrılmıştı. İkinci gününde ise ulus-ötecilik özelinde bir panel düzenlendi.
Türkiye’den Almanya’ya göç konusu, bugüne kadar iki ülkedeki araştırmacılar tarafından incelendi. Bu araştırmalar, (işçi anlaşmalarının öncelikli nedeni olan) göçün ekonomiye katkısı üzerinde, daha sonra da (araştırma kaynakları özellikle göç verilen ülkelerde daha fazla olduğu için) göçmenlerin göç alan ülkelere uyumu üzerinde oldu. Uyum eksenli tartışmalar, haklı bir nedenden - iki farklı yerden gelen insanların birbirleriyle yaşama sürecinde yaşanan zorluklardan - kaynaklanıyordu. Ancak yapılan hata, bu araştırmaların çoğunlukla göç alan ülkeler tarafından finanse edilmesi ve tasarlanmasından kaynaklandı. Bu nedenle göç ve uyum ekseninde yapılan araştırmalar, sadece göçmenlerin yaşadıkları ya da ‘yaşamaları gereken’ bir süreci anlattı. Göç alan ülkenin hali hazırda oturanlarının da doğal olarak bu süreçte değişeceğini göz ardı etti.
Emile Durkheim ikili ilişkilerle (diyadik), üçlü ilişkileri (triyadik) birbirinden ayırır. Durkheim, iki kişinin arasına üçüncü bir kişi geldiğinde, iki kişi arasındaki ilişkinin de değişeceğini anlatır. Bunun en basit örneğini çekirdek bir aile yapısı içerisinde görebiliriz. Eşlerin ilişkisi yanlarına bir çocuk geldiğinde değişecektir ya da iki arkadaşın arasına üçüncü bir kişi geldiğinde, iki arkadaşın arasındaki ilişki de farklı bir boyut kazanacaktır, vb. Aynı şekilde göç sürecinde de, gelinen toplumlarda sadece göçmenlerin ilişkisine değil, daha önce orada olan kişiler arasındaki ilişkilere de, dolayısıyla bir toplumun bütün olarak nasıl değişeceğine bakılmalıdır. Bugüne kadar yapılan göç ve uyum ilişkileri ne yazık ki, sadece ilk yöne baktığı için, tartışmalar uyum değil asimilasyon tartışmaları içerisinde yürüdü. Bu nedenle uyum ile asimilasyonun farkını anlayabilmek zorlaştı. Oysaki göç süreçleri uyum=asimilasyon şeklinde değil, daha geniş bir çerçeveden ele alınmalı; toplumun bütününün nasıl bir dönüşümden geçtiği göz önünde bulundurularak tartışılmalıdır.
Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen konferansın bence ikinci olarak gösterdiği, sadece tek bir toplumun değil, ulus-ötesi bağlar ile birlikte göç alan ülkeler kadar, göç veren ülkelerin de geçirdikleri sosyal dönüşümleri incelememiz gerektiğidir. Dolayısıyla önemli olan sadece göç alan ülkede yaşanan değişiklikler değil, bu değişikliklerin Türkiye üzerinde oluşturduğu yeni dönüşümlerdir. Yukarıda belirttiğim gibi, konferansın ikinci günü, özel olarak ‘ulus-ötecilik’ kavramı üzerine bir panel ile başladı. Ulus-ötecilik (uluslararası yazında ‘transnationalism’) - özellikle Anglo Sakson ve Alman akademisinde gelişen bir kavram olarak - göçmenlerin göç ettikten sonra sadece içinde bulundukları ülkeler ile değil, geldikleri ülkeler ya da başka ulus-devletler ile hala iletişim halinde olduklarını anlatır. Bu anlamda araştırmaların odak noktasını da sadece tek bir ulus-devlet olarak değil, aynı anda iki ulus-devlet arasında oluşan, gelişen ve geliştirilen bağlar olarak belirler.
Ulus-ötecilik özellikle göçmenlerle birebir çalışan antropolog, sosyolog ve sosyal coğrafyacılar tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. Antropolog ve sosyologlar, derinlemesine birebir yaptıkları görüşmeler ve katılımcı gözlemlerinde ulus-ötesi bağların varsayıldığı üzere zamanla zayıflamadığını, aksine devam ettiğini gözlemlediler. Klasik göç teorilerine göre (özellikle Chicago ekolünden kaynaklanan teoriler), göçmenlerin bir ülkede geçirdikleri süre arttıkça, geldikleri ülke ile bağlarının azalacağı ve elbet bir gün tamamen kopacağı varsayıldı. Oysaki Türk göç tarihinde biz bunun gerçekleşmediğini, göçmenlerin gittikleri ülkelerden Türkiye ile çeşitli alanlarda çeşitli bağlar kurmaya devam ettiklerini gördük. Bugün Almanya’da bulunan Türk göçmen dernekleri, elbette ki Almanya’da yaşadıkları ihtiyaçlar üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak bu Türkiye ile bağlarının azaldığı anlamına gelmez. Dahası bugün Türkiye siyasetinde yaşanan birçok gelişmenin arkasında yurtdışında yaşayan Türklerin de etkisi olduğu söylenebilir. Bu da ulus-ötesi bağların ne derece kuvvetli ve araştırmaya değer olduklarını gösterir.
Bu alanda çalışan sosyal coğrafyacıların katkısı ise özellikle önemlidir. Uluslararası yazında ‘transnationalism’ olarak kullanılan terim, Türkçeye ulus-ötecilik ya da ulus-aşırıcılık olarak çevrilmiştir. Ben terimin coğrafi niteliklerinde meydana gelen değişiklikleri yansıttığı için ‘ulus-ötecilik’ teriminin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Ve tam da bu nedenle siyaset bilimcilerin ve siyaset uygulayıcılarının kuramsal anlamda coğrafyacılardan mutlaka destek alması gerektiğine inanıyorum. Zira göç siyasetleri oluşturulurken, göçmenlerin tek bir ülkeye bağlı olacakları varsayımı, ulus-ötecilik yazını sayesinde bugün tamamen çürütülmüştür.
Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bu konferansın en önemli özelliği, bundan sonra yapılması planlanan göç araştırmalarının nasıl olması gerektiği üzerineydi. Bizlerin, öncelikle, değişen coğrafi algılamaların siyaset tablosuna nasıl yansımaları gerektiği üzerinde kuramsal araştırmalar yapması gerekmektedir. Eğer ki ulus-ötesi bağlar kuvvetli ise, ‘göçmenlerin aidiyet ilişkilerine paralel olarak yeni bir siyasi çerçeve nasıl çizilebilir?’ konusu tartışılmalıdır. Nitekim mevcut düzen, uzun süre boyunca/temelli olarak tek bir ulus-devlete aidiyet hissedileceği varsayımına dayalıdır. Ancak günümüzde gelişen hızlı ulaşım ve iletişim çağında göçmenler, iki ulus-devlette de yaşananları yakından takip edebilmekte, aynı anda farklı coğrafyalar ile ilişkiye girebilmektedir. Bu da mevcut düzenin dayandığı varsayımları çürütmektedir. Giderek hızlanan iletişim, bu süreci daha da arttıracaktır. Bu çerçevede gelişen bir göç süreci, devlet-vatandaş ilişkilerine ne tür değişiklikler getirmektedir?
Türkiye-Almanya ilişkileri özelinde, benim birinci önerim, ulus-ötesi bağların sadece Almanya üzerinde değil, Türkiye üzerindeki etkileri üzerinde de çalışılmasıdır. Bugün Türkiye’de tartışılan ‘demokrasi açılımları’ (azınlık hakları, Kürt ve Alevi açılımları, başörtüsü tartışmaları, vb.) ne derecede ulus-ötesi bağlar ile gelişmektedir? Bu açılımların oluşmasında bu tür bağların rolü nedir? Eğer bu bağların önemi büyükse, herhangi bir ulus-devletin içsel işleyişinin yurtdışından kaynaklanan etkenler ile şekillenmesinin anlamı nedir? Bu tür kuramsal sorgulamalar sonucunda, göç ve demokrasi kuramları da birlikte geliştirilmiş olacaktır - ki bu alan oldukça zayıftır.
İkinci önerim, bu sürecin benzer başka süreçler ile karşılaştırılmasıdır. Almanya göç siyasetlerinin tam tersi yönde bir siyaset izlemiş olan Avustralya bu açıdan önemlidir. Almanya’ya 1961 yılında yapılan ilk işçi anlaşması ile başlayan göç süreci, benzer bir şekilde 1968 yılında Avustralya’ya doğru başlatıldı. Türkiye’den gelen göçmenler iki ülkeye de aynı amaçlar ile yola çıkmışlardı. Ancak iki ülkede birbirinden tamamen farklı göç siyasetleri ile karşılaştılar. Almanya’da ancak misafir işçi statüsünde göçe izin veren devlet siyasetleri, Avustralya’da tam tersine temelli yerleşim üzerinden kurgulanmıştı. İki devletin de siyasetleri, zaman içerisinde değişen ihtiyaçlar ve çıkar grupları nedeniyle büyük değişimler geçirdi. Almanya’da sadece kısa süreli göçe izin veren modelin yetersizliği fark edilirken, uyum konuları tartışmaya açıldı; Avustralya’da ise çok kültürlülük siyasetleri gözden geçirildi. Kısacası, iki ülkedeki değişiklikler de aynı zamanlarda birbirlerine tamamen zıt yönlerde gelişti.
Karşılaştırmalı siyaset çalışmaları, resmin farklı bir bakış açısıyla çizildiğinde nasıl olacağını gösterir. Ben bu nedenle Almanya üzerinde yapılan göç analizlerinin mutlaka bir karşılaştırma ile desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Almanya-Avustralya karşılaştırılmasının yukarıda açıkladığım nedenlerden ötürü özellikle önemli olduğuna inanıyorum. İkinci aşamada, bu iki farklı siyasetin göçmenlerin günlük hayatlarını, dahası ulus-ötesi bağlarını ne derecede şekillendirdiğini görmemiz gerekir. Tüm bu sorgulamalar bugün Almanya’da sık sık tartışılan eğitim, sağlık, siyasete katılım alanlarında yeni resimler görebilmemizi sağlayacaktır.
Son olarak, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bu konferans bizlere göç araştırmalarının aslında sosyal bilimlerin bütününde var olan ve yeteri kadar gösterilemeyen bir gerçeği gösterdi. Asıl olan, insanların sadece kalemle çizilmiş sınırlar içerisinde değil, sınır-ötesi dahil, birbirleriyle olan ilişkilerinin ne derecede güçlü olduğunu incelememiz gerektiğidir. Bu tartışmaların en önemli özelliği, bugüne kadar yapılan sosyal bilim araştırmalarının ulusal sınırlardan çıkartılıp, insanların birbirlerine her koşulda ne derecede bağlı olduğunu göstermesidir. Zira her insan birbirine tabii ve birbirine muhtaçtır.
|
|
|
|