Bugün Batı Avrupa’nın sanayi merkezlerinde ve metropollerinde yaşayan 30 milyondan fazla göçmen işçinin tarihi, örneğin geçen yüzyıl başında Amerika’ya göç edenlerinkinden farklı bir yol izledi. Aradaki en önemli fark; hem göç edenler hem de göçmen işçi alan ülkelerin uzun süre, olay “geçici’’ bir durum olarak algılamaları ya da sanmaları oldu. Bir başka deyişle Avrupa’daki göçmen işçiler geldikleri ülkeyi yıllarca “geçici bir gurbet”; kendilerini çağıran ülkeler de onları bir gün geri dönecek “yabancı” veya “misafir” işçiler olarak tanımladılar.
Almanya basta olmak üzere göçmen işçi alan gelişmiş kapitalist ülkeler ilk başta, “yabancı işçilerin” ülkede yerleşmesini değil, iş piyasasındaki duruma göre “rotasyon”unu planlamışlardı. Bunun sonucu olarak da yabancı işçilerin ülkedeki ikametleri süresince, yerli halk ve işçi sınıfıyla kaynaşmasını, dayanışmasını engelleyecek çeşitli önlemler aldılar. “Yabancılar Yasası” gibi özel hukuk düzenlemeleri, çalışma ve oturma haklarının kısıtlanması, politik hakların sınırlanması ve ülkenin sosyal, kültürel yaşamına katılımın teşvik edilmemesi, bu türden önlemlerdi.
YERLİ HALKIN
GÖÇMENLERE BAKIŞI
İşçi göçü alan devletlerin aldığı bu önlemler yerli halka gayet “normal” geldi ve çoğunluk bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi hükümetlerinin, göçmen işçileri dışlayan “yabancılar politikasına” destek verdiler. Yerli halkın yabancı işçilerin “geçiciliği”ne inandırılması, onların yabancılara olumsuz bakmasına yol açtı. Bu yüzden, “sosyal ve yasal eşitlik”, “kültürel kaynaşma” ve “sınıfsal dayanışma” gibi talepler sadece solcu grupların veya ilerici “göçmen örgütleri”in talepleri olarak kaldı, yerli halkta pek fazla bir ilgi ve destek bulmadı.
Öte yandan, göçmenler de “yabancı” statüsünden kurtulamadıkları, siyasi haklar elde edemedikleri için, kendi talep ve tercihlerini politik arenada ifade edemediler. Bunu yerli siyasetçi ve partiler, göçmenler adına, onların onayını almadan “vekaleten” yürüttüler. Ne var ki, bunların en ilerici ve demokrat olanları bile taleplerinde “göçmenlerin beklentilerini karşılamaktan uzak kaldılar. Bu partilerden (örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi = SPD gibi) bir kısmı da “tek yönlü” bir entegrasyonu hatta asimilasyonu, görünüşte daha insancıl formüllerle gizleyerek, göçmenlerden yana olduklarını göstermeye çalışarak, kilise misyonerleri gibi davrandılar.
Yerli işçi sınıfları da, ikinci, üçüncü sınıf “yabancı işçiler”in varlığının yarattığı olanakların rahatlığına (daha kalifiye işlerde çalışma, daha yüksek ücret alma gibi) ve cazibesine kendilerini kaptırmaktan kurtulamadılar. “Yabancı sınıfdaşlarının geçiciliğine inandıkları için de, ekonomik kriz dönemlerinde işsizlik dalgası kendilerine de ulaşıp rahatları kaçınca, çok basit denklemler kurmaya başladılar. Örneğin, “makarnacı İtalyanlar”, “sarımsakcı Türkler” kapı dışarı edilirlerse kendilerinin işsiz kalmayacağı düşüncesine kapıldılar. Politikacılar tarafından yerli halkla “yabancılar” arasındaki “rekabet” olarak adlandırılan bu durum, o ülke sendikalarında da kendini gösterdi. İstihdam konusunda izlenen resmi politikaları ve “rotasyoncu” uygulamalarını (geri dönüşü teşvik, çalışma ve oturma haklarının kısıtlanması gibi önlemleri) sessizce kabullendiler.
GÖÇMENLERİN
KENDİLERİNİ ALGILAYIŞI
Yerliler gibi “yabancılar”ın bizzat kendileri de yaşadıkları olayın geçiciliğine inandılar/inandırıldılar. Onların geleceğe bakışını ve tutumunu belirleyen de bu “yanlış inanç” oldu. Çoğunun amacı ve isteği, para biriktirmek ve bir gün “zengin” olarak geldiği ülkeye geri dönmekti. Bu nedenle de çoğunluk, kendilerine o ülkenin sadece üretim ve tüketim süreçlerinde verilen “konuk” rolünü benimsedi.
Yaşamın sadece “konukluk” düzeyinde algılanması, doğal olarak göçmenlerin o ülkenin sosyal, kültürel ve politik yaşamına katılmalarını da engelledi. Böylece, yerli halktan kopmuş, kendi benzerleri (memleketlileri) ile “geçmişi” yapay bir biçimde yaşatarak, “kesin dönüş” yapacakları günü beklemeye başladılar. Bu “Kesin dönüş umudu”na saplanıp kalan göçmenler, göç sürecinin karmaşık sorunlarına yanıt aramaktan kaçtılar ya da sorunları erteleyen, dışa kapalı bir “yaşam modeli” geliştirdiler. Bu kapalı ya da içe dönük yaşam modelini benimsemeyip de yerli kültüre açılanların çoğu da gerekli bilgi ve birikimlerden yoksun oldukları için, sosyal ve kültürel süreçlerde, ve bu süreçleri belirleyen karar organlarında maalesef fazla etkin olamadılar. Bir başka ifadeyle, göçmenler, yerlilerin kendilerini dışlamalarına ve kapitalist kültürün kendilerini kuşatmasına eşitlikçi (emanzipe) bir temelde karşılık veremediklerinden, adete “gettolaşmış” bir yaşam modelini tercih ettiler. Bu model –özellikle Türkiyelilerde– içinden kopup geldikleri ve “bir gün” geri döneceklerini umdukları ülkelerin ahlaki, kültürel ve dinsel normlarını / değer yargılarını çok daha tutucu bir biçimde barındıran bir tür “sırça köşk”e benziyordu. Birinci kuşak göçmenler, içinde büyüdükleri toplumun normlarını benimsemeye başlayan yeni kuşakları da bu “sırça köşk”te yaşamaya zorladılar.
“Geçici olma”ya inanmanın yol açtığı bu dışa kapalı yaşam biçimi, göçmenlerin sorunlarına gerçekçi çözümler üretmesini ve örgütlü mücadelesini de güçleştirdi. Kısıtlı da olsa var olan “politik oyun alanları”nı değerlendirmede kararsız kaldılar. Göçmenlerin yapamadıkları bir başka şey de, kendi sorunlarını göç ettikleri ülkenin ve toplumunun sorunları olarak görmesi ve göstermesi, böylece yerlilerle “ortak politik paydalar” geliştirilmesi oldu.
ALMANYA’DAKİ
TÜRKİYELİ GÖÇMENLERİN
KÜLTÜREL Profİlİ
Almanya’daki Türk göçmenlerin çoğunluğunun, diğer göçmenler gibi, yaşadıkları olayın “geçici”liğine inanması, kültürel yaşamlarını önemli ölçüde belirledi. Aradan geçen zaman içinde Türkiye’de uğradığı dönüşümü ve değişimi fark etmedikleri bir “Türk-İslam Kültürü”nü daha “tutucu” ve daha “abartılı” bir biçimde sürdürmeye çalıştılar. Diğer bir deyişle, “gettolaşmış” yaşam modeli, tepkisel ve biçimsel yönü ağır basan, “orjinali”yle uyuşmayan farklı bir “yan kültür”ün (göçmen kültürü) ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu yeni gelişen “Göçmen Kültürü”nün anatomisine baktığımızda üç temel yapı taşı görülüyor: Bunlardan ilkini “İslamiyet” oluşturuyor. Giyim-kuşam ve beslenme başta olmak üzere günlük yaşamın her alanına, insani ilişkilere, davranış biçimlerine, çocukların eğitimine kadar bir çok alanı etkiliyor. Çok farklı “cemaatleri”, sayısız mescitleri, giderek çoğalan camileri, Kur’an kursları, gizli ya da açık “cihad” çağrıları ile, Türkiyeli Müslümanlara “yani bir hayat” ya da “hazır çözüm reçeteleri” sunan, ama buna karşılık ve yerli Hıristiyan toplum tarafından giderek daha çok bir “tehlike” ve “tehdit” olarak algılanan bir İslam.
Almanya’daki “Türk Göçmen Kül-türü”nün ikinci temel taşını ise “Anadoluluk” oluşturuyor: Bir taraftan içinde feodal izler taşıyan, öte yandan duygusal ve “insani” yanı ağır basan, ta Yunus Emreler’den akıp gelen bir damardan beslenen tefekkürü, mistik yönüyle “Doğulu” olan ve de Batılılar‘ın maddeci, bireyci kültürüne –pek bilinçli olmasa da– bir seçenek olma iddiasını taşıyan, Anadoluluk.
Türk göçmen kültürünün üçüncü yapı taşı ise, özellikle öğrenim görmüş, eğitimli kesimlerde kendini gösteren “Batılılık”tır. Türkiye‘de yüzyılı aşkın bir süredir sürdürülen Batılılaşma çabalarının buradaki insanlara yansımamış olması elbette düşünülemez. Söz konusu “Batılılık” anlayışı, Türkiye’de olduğu gibi Almanya’da da kendisini “Batı Düşüncesi” ile bire bir özdeştirmekten çok, Batı kültürüne ve yaşam biçimine bir tür özenme ya da öykünme şeklinde tezahür etmektedir. Ve Türkiyeli Türklerin kendilerinin “Avrupalı” sayılmasından onurlanmaları gibi, Avrupalı Göçmen Türkler de, Türkiye’nin ve kendilerinin “Batılı” sayılmasından hoşlanırken, sayılmamasından ise büyük bir “hayal kırıklığı” duymaktadırlar.
Türkiyelilerin kültürel profili bu üç unsur tarafından belirlenmekle birlikte “homojen” bir Türk göçmen kültüründen bahsetmek yanlış olur. Türkiye’deki etnik ve dinsel farklılıkların da bu kültüre doğrudan yansıdığı dikkate alındığında, oldukça karmaşık ve “renkli” bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Burada Türk hükümetlerinin yaptığı gibi, Türkiye’den göçmen alan devletlerin hükümetleri de bu heterojen yapıyı yeri geldikçe (Örneğin, Kürt-Türk ya da Sünni-Alevi ayrımı yaparak) kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştıklarını belirtmek gerekir.
KÜLTÜREL İLETİŞİMİ
ENGELLEYEN SORUNLAR
45 yıllık göç süreci sonunda, Alman toplumu ile sağlıklı bir kültürel iletişim kurduğumuz ve kendimize özgü kültürel bir ‘yol’ çizebildiğimiz maalesef söylenemez. ‘Birey’in hala çok geri planda kaldığı Türk toplumunda, kültür deyince; toplumun bütün üyelerini bağlayıcı kurallar, değer yargıları hatta tek-tip bir yaşam biçimi anlaşılıyor. Bu anlayış Türkiyelilerin Almanlara ve Alman kültürüne karşı –özellikle onların sadece günlük yaşamlarına bakarak– olumsuz önyargılar üretmesine zemin hazırladı.
Bir başka deyişle, Türk göçmenler Almanların yaşamında kendi ‘kültür değerleri’ ve yaşam biçimlerinin izdüşümünü göremedikleri için Almanları, düşük ahlaklı, inançsız, maddeci ve aile kavramı olmayan bir “kitle” olarak gördüler. Ve belki de bu nedenle Almanlara ve Alman kültürüne uzak durdular. Burada sunu da belirtmekte yarar var: Biz, Türklerin kültürü, kolektif değerler ve ‘tek-tip’ bir yaşam biçimi olarak algılayışı, siyasi iktidarlara ve örgütlere kültürü –özellikle de dini– siyasi etkileme/sömürü alanı olarak kullanma imkanı verdi. Bu da Türkiyeli göçmenlerin büyük çoğunluğunun, Almanya’daki politik sistemden tamamen kopuk, dini ve etnik ayrıma dayalı kuruluşlarda örgütlemesi sonucunu doğurdu.
Kültürel diyalogu ve alışverişi engelleyen bir başka neden ise çoğunluk toplumunun göçmenlerin kültürüne bakış açısı oldu. Almanlar, Türkiyelilerin kültürüne bir tür Avrupalı-üstünlük ve bizzat kendilerinin belirlediği kültür “ölçütleri” ile yaklaştılar. Böylece, aslında “işgüçleri” dışında başka sergileyecek pek bir şeyleri olmayan ve “en-alt” statüleri almaya zorlanan Anadolu insanlarını çok geri veya ilkel bularak, onların kültürel anlamda entegre olamayacağını söylediler.
Yerlilerin bu yaklaşımının kültürel bir alışveriş/diyalogu teşvik etmediği ortada! Ya biz , Türkiyeli göçmenler buna karşı ne yaptık? Büyük çoğunluğumuz Almanların bu iki yaklaşımını (aşağılama veya acıma) fark edip sessizce protesto ederek, kendi kabuğumuza (Gettomuza) çekildik ve kaybolmaya, eskimeye yüz tutmuş kültürel değerlerimizi, özellikle de “islami” değerleri daha bir yücelterek bir tür “savunma” duvarı oluşturup “çok-kültürlü toplum” talebini gündemimize almak gereğini bile duymadık.
Almanya’da zamanla oluşan; akademisyen, işadamı, bürokrat, sanatçı ve yazarlardan oluşan ve Türkiyeli göçmenlerin “elit-tabakası” denebilecek grup ise, henüz kendilerine düşen tarihi görevi anlamış olmak ve üstlenmekten uzak görünüyor. Çünkü bu grup içinde de –aynen Almanlar gibi– kendi hemşerileri hakkında iki farklı düşünce kendini gösteriyor. Bir kısmı, onları “geri kafalı” veya “cahil” olarak görüp hiç bir zaman Alman kültürüne uyum sağlayamadıklarını iddia ediyor. Bir başka kesim ise, tam tersine tür “Türk- milliyetçiliği”ni ya da katı bir “İslamcı Yaşam”ı savunarak, Alman kültürünü reddeden/dışlayan ve böylece sosyal-kültürel “gettolaşma”yı teşvik edenler de var. İşin acı tarafı, her iki toplum için de en sağlıklı olan üçüncü yolu; yani özeleştiriye dayalı bir kültürel diyalogu isteyen ve savunanların sayısının maalesef giderek azalması! Bu durumda tek umut, “tarihin tekerleğinin geriye dönmeyeceği”ne olan inancımız.
|