İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 27 / Mayıs-Temmuz 2013

Spor ve Kişilik


Prof. Dr. Seyhan HASIRCI





    İnsanların beklentileri, ilgileri ve gelecek ile ilgili öngörüleri; genellikle ekonomik, kültürel ve sosyal yapıyla ilişkili olup ve hiç kuşkusuz içinde yaşadığı, büyüdüğü ve etkilendiği çevreyle de çok yakından ilişkilidir. Kişinin gelecek ile ilgili öngörüleri, o bireyin kişilik yapısıyla da çok yakından ilgili olduğu aşikârdır. Bu bağlamda bireyin; fiziksel, duygusal, sosyal, ahlaksal ve cinsel gelişimi (hiç kuşkusuz öncelikli olarak anne-baba genlerinden aldığı birtakım özelliklerin yanı sıra) içinde yaşadığı çevreyle de yakından etkilenerek kişiliğini oluşturmasında da önemli bir rol oynar, bu durumu burada bir kez daha hatırlamakta yarar görmekteyiz.
    Peki, kişiliğin gelişimi ve oluşumunda sporun etkisi var mıdır? Son yıllarda çok sıkça sorulan sorulardan bir tanesidir. Ve ayrıca “Spor” ile “Kişilik” arasında herhangi bir ilişki var mıdır? sorusuna ilişkin olarak hiç düşünmeden “tabii ki vardır” demekten başka bir seçenek bulamıyorum. Bu soruyu daha sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için ise, ister istemez “Spor ve Kişilik” ilişkisi üzerine yapılan araştırmalara ve bunların sonuçlarına bakmak durumundayız. Bu konuda öylesine çok araştırmalar var ki bu yazımda hem bu konuya ilişkin bazı tartışmalara ve hem de Almanya’da doğup büyüyerek yetişen Türk kökenli çocuk ve gençlerimizin kişilik özellikleri, seçtikleri spor dalları ve spora bakış açıları üzerinde durmaya çalışacağım.
    ‘’Kişilik ve Spor’’ alanında yapılan birçok araştırma sonucunda; kesin bir veriye ulaşılmamış olmasına rağmen; kimi bilimciler, bireylerin kendi kişilik yapılarına uygun olan spor dallarını seçtiklerini ve o spor dalında başarılı olduklarını iddia ederlerken, kimileri de kişilerin seçtikleri spor dalına uygun bir kişilik özelliği geliştirdikleri tezi üzerinde durulmuştur.
    “Kişilik psikolojisi” ile ilgili kitaplara bir göz attığımızda, “kişilik” teriminin bugüne kadar henüz, tanımlama ve saha sınırlaması açısından kabul edilmiş herhangi bir şeklinin olmadığını görmekteyiz. Buna rağmen çok çeşitli terim tanımlamaları arasında belirgin ortak özellik göze çarpar. Buna göre kişilik basit olarak sadece tutum ve tecrübenin şartı, düzeni, ürünü veya soyutlanması olarak öngörülür. Kişilik zaman akışına karşı, nispi biçimde durağan ve dayanıklı olan bir şey olarak kavranmaktadır. Buna ilaveten pek çok tanıda, her bir “kişiliğin” tek seferliği ya da tek çeşitliliğinin vurgulandığı da ele alınırsa, şöyle açıklanmaktadır; “Kişilik, her bireydeki, benzersiz, nispi olarak uzun ömürlü ve istikrarlı olan bir (davranış) biçimidir” diye tanımlanmaktadır.
    Bir bakıma genel terim tanımlamasından yola çıkıldığında, sıralanmış tanımlar belirgin olarak farklıdır. Farklılıklar, konunun genişliğine ya da terimin kapsamına dayanmaktadır: “Kişilik” dar anlamıyla, “karakter” olarak da adlandırılabilir. Böylece birey, kendi iç kişisel özüyle sınırlandırılır, dolayısı ile şahsın içtenliği, ahlaksal angajmanı, insani iç değerleri, onun kişiliğine sayılıp, becerileri ve verimliliği buna katılır. Bu şahsın steno bilmesinin veya iyi voleybol oynamasının onun kişiliği ile bir ilgisi yoktur. Daha detaylı olarak toparladığımızda ise, insanları birbirinden ayırmamıza izin veren her şeyin altı “kişilik” ile çizilebilir.
    Bilimsel kişilik psikolojisinde, dar anlamına karşın daha çok ses getiren böylesi geniş bir çerçeve Guilford’un şu tanımlamasında mevcuttur: “Bir bireyin kişiliği, onun kişilik eğilimlerinin benzersiz şeklidir... Bir kişiyi diğerinden farklı kılan eğilimler, her tür soyutlanabilir ve kısmen dayanıklı olan kişilik eğilimleridir”.
    Kişilik tanımlamaları, kişilik teorilerinden türemiştir ve onların unsurlarıdır, işte bu kişilik tanımlamalarındaki farklılıklarla kişilik teorileri birbirine bağlıdır. Mevcut kişilik teorileri için derecelendirme prensipleri bulmak zordur. Gerçi nitelik teorilerinde, psiko dinamik teorilerde, öğrenme kuramı ve olgusal yöndeki teorilerde, bir gruplandırmaya rastlamak mümkündür, ama bu tür sınıflandırma prensipleri genellikle varolandan daha fazla ilave ve teoriyi bir araya getirir gibi görünürler.
   
    Kişilik ve spora ilişkin genel varsayımlar:
    Spor ve kişilik arasındaki olası ilişkilere dair sorularda, şimdiye kadar iki varsayım ön plandaydı. Birincisi önceden de kabul edildiği gibi, bedensel alıştırmalar veya sportif faaliyetler kişiliğin gelişmesinde ve yayılmasında, fizyolojik ve psikolojik alandan yola çıkan bir anlam taşır. Sabır, kendine hakim olma, şahsi disiplin, çalışma arzusu, hedefe bilinçli ait olma duygusu, cesaret, sporda centilmenlik, yurtseverlik, birlikte çalışma arzusu, işbirliği yeteneği ve benzeri düzenlemeler, spor tarafından olumlu yönde etkilenir ve bunların gelişmelerini kuvvetlendirir. Özellikle Almanya’da spora ilişkin şu fikir geçerlidir: “Spor ve beden eğitimi” kişiliğin gelişmesine hizmet eder ve spor, vücudun talim-terbiyesi konusunda değişmez bir unsurdur. İşte bu tanımlamalara bağlı olarak;
    Birinci Varsayım: Spor, kişiliğin şekillenmesinde, genel kişilik özelliklerinin oluşumuna ve kuvvetlenmesine hizmet eder; Sporun toplumsallaştırma işlevi hakkındaki bu varsayım, şahsı ilgilendiren ve spor psikolojisindeki veya spor pedagojisindeki şeklinin yanı sıra, genel olan ve spor sosyolojisinde bulunan şekliyle karşımıza çıkar. Böylece spor, toplumumuzdaki diğer işlevlerinin yanı sıra, bireye kültürel ahlak ve inanç anlayışı sağlayıp, kişisel karakter özelliklerinin gelişmesine katkıda bulunarak toplumsallaştırma işlevini de gerçekleştirir. Bunun ardından da “kültür kişiliğinin” toplusallaştırılması işlevini az ya da çok değiştirebilir biçimde yerine getirir. Spor, diğer toplumsallaştırma araçlarının sağladığı başarı ve rekabet yönlenmesini de kuvvetlendirir, bunları toplumdaki hakim değer örneklerine uyarlar ve toplumsallaşmanın, geleneksel kuşak rolleri çerçevesinde devam etmesini sağlar.
    Diğer taraftan bu görüş şu şekilde genişlemiştir: Kişilik veya fiziksel sağlamlık, yüksek başarı motivasyonu, sebat etme kabiliyeti, kendine hakim olma vb. gibi belirli genel kişilik özellikleri sportif başarı için başlıca koşullar olarak gösterilmektedir. Bu özellikleri sporcular ya beraberlerinde getirmelidirler (yetenek seçimi, yönlenme) ya da uygun süreli antrenmanlar aracılığı ile geliştirmeli ve yetiştirmelidirler.
    İkinci varsayım ise: Belirli kişilik nitelikleri sportif başarı için ayırt edicidir; İki varsayımda en azından ilk bakışta kabul edilebilir görünüyorlar ve bunlardan yola çıkılabilir. Bunlardan birincisi; Her karmaşık başarının gerçekleşmesinde daima kişinin tamamı yani kişiliği ilgilidir; Yani bu kuramda, kişilik niteliklerinin sportif başarısında az ya da çok rol oynarlar. İkincisi ise; Daha uzun-yoğun spor faaliyeti ve bununla bağlantılı olarak belli spor psikolojisi talepleriyle yüzleşme; Örneğin başarı ve başarısızlık deneyimleri, spora bağlı roller, kurallar, değerler ve belli sosyal gruplarla, toplumsal etkileşimler, söz konusu kişide tepkisiz kalmazlar.
    Buradan yola çıkınca, sporun hareket sahasını kendi başına ortaya çıkardığı deneyimlere dayanmayan tepkiler olduğu düşünülebilir. Böylece geniş bir sportif antrenmanı, diğer eylem sahalarının ve bun- lara bağlı belli (olumlu veya olumsuz) deneyimler edinme olanaklarının kullanılmasını kısıtlar. (Örneğin aynı yaşta olup da sporla uğraşmayanlarla ilişki, dans ve eğlence yerlerinin ziyareti, okulda yeterli ortak çalışma gibi) Bazen kişinin sportif zorluklarını bilen diğer kişilerin (örneğin ebeveynler, öğretmenler, yaşıtlar gibi), başka taleplerde bulundukları, onayladıkları, bunun dışındaki durumlarda yapacaklarından farklı davrandıkları olabilir.
   
    Sporcuların Ortak Kişilik Nitelikleri
    Sorusuna Dair Genel Ön Düşünceler

    Sporun etkileri hakkındaki genel ifadelere veya sportif başarının kişilik psikolojisi varsayımlarına ulaşmak, sporu iki yönden vermediği için ilk baştan basit gibi görünür. Birincisi, spor tüm kurumsal özelliklerden bağımsız değildir ve diğer toplumsal yaşam sahalarından izole olmamıştır. Bunun aksine daima tüm maddi ve manevi koşullarda olduğu gibi sporu da; onun hedeflerini, içeriklerini ve şekillerini de ortaya çıkaran, kuran ve değiştiren belli bir toplumsal sistem tarafından kuşatılmıştır. Sporla beraber çabalayan hedef belirlemeler, bundan dolayı daima “olası değer vermelerin tamamen belirli seçimini” gösterirler ve büyük ölçüde toplumsal yapı ve değer örneklerine dayanırlar. Böylece Almanya’da ve hakim orta sınıf kültüründe, sporun değer modelleri konusunda örnek bir görüş birliği belirlenmiştir ki bu orta sınıfın mensupları, belli uzmanlıklara ait oldukları halde, sporda da açıkça ifade edilmişlerdir. “Heinemann”a göre de spor öyle organize ediliştir ki; onunla orta sınıf Alman kültürünün egemen değerlerini aktarırlar ve haklarını alırlar. Örneğin disipline etme, uzun zaman aşamalarına inşa edilmiş antrenman planlaması, gayretlerin düzenliliği, kişinin kendi girişiminin ve sorumluluğunun gerekliliği, başarı ve rekabet yönlenmesinin vurgulanması, spor centilmenliği-arkadaşlık gibi kişisel-ortaklıkçı özelliklerin vurgulanması vb. olarak açıklanabilir.
    Ancak, her sosyal sınıfa göre farklı toplumsallaşma, sporla uğraşmaya hazır olma durumuna ve becerisine olumlu veya olumsuz etki yaptığında, yani sporda aktif olanların bir ön ve kendi başına seçimi olduğunda, sporun bağımsız toplumsallaştırma işlevi hakkındaki soru ayrı tutularak ele alınmalıdır. Sporun belli bir toplumsal sisteme bağlı olarak edindiği yerin yanı sıra, kişiliğin şekillenmesindeki olası katkısı da, sporla uğraşan kişilerin ön toplumsallaşması da göz önünde bulundurulmalıdır.
    İkinci olarak, spordan bahsetmek şu sebepten dolayı gerçekten sorunludur: Spor, tek ve aynı toplumun içinde de öyle karmaşık ve tek cins olmayan bir olaydır ve öylesine çok çeşitli gerçekleştirme şekillerine sahiptir ki (spor çeşitleri, özel ve organize edilmiş olarak yapılan sporlar, yaygın, sağlık amaçlı ve yüksek performans sporu vb.) işte bu yüzden şimdiye kadar spor teriminin tatmin edici ve genel olarak bilinen bir tanımlaması yoktur. Buna göre, spor çok yönlü bir anlam taşıdığından, onu dar sınırlı bir sınıflandırmaya sokarak açıklamak pek de mantıklı değildir.
    Tüm bu açıklamalara bağlı olarak; daha önce de belirttiğimiz üzere spor yapan bireyin yetiştiği çevresi, öngörüleri, ihtiyaçları ve kültürel yapısı uyguladığı spor dalının seçiminde önemli roller almaktadır. Yaklaşık 50 yılını dolduran Türk toplumunun Almanya’daki geçmişine baktığımızda; Önceleri buralara gelerek kısa bir dönem çalışıp birikimlerini kendi ülkesinde (dönüş yaparak) değerlendirme düşüncesi ile başlanan bu göç, pek böyle umulduğu gibi olmadı, bırakın dönmeyi köydeki tüm yakınlarını da buralara getirerek yaşantılarını buralarda sürdürmek doğrultusunda sonlandırmışlardır.
    Nüfusu üç milyona ulaşan Türk toplumunun Almanya’da spora bakışları ve spor uygulamaları da bana göre çarpık bir gelişim göstermiştir. İlk gelen kuşak zaten sporla pek yakından uzaktan ilgilenmemiş ama her hafta sonu bir taraftan transistörlü radyosunu kulağından eksik etmeden Türkiye’nin Sesi dalgasından Türkiye’de oynanan futbol maçlarını dinlerken, diğer taraftan piknik yaparken futbol topunun peşinden koşturmayı da ihmal etmemiştir. Önce böyle başlayan ve daha sonraki dönemlerde artık futbolun bir ekonomik değer olduğunun farkına varılmış ve anne-babalar çocuklarını Almanların güçlü ve farklı spor kulüplerinde futbol oynasın diye yıllarca taşımışlardır.
    Bir taraftan durum böyle iken, diğer taraftan gettolaşmanın önemli bir göstergesi olan her toplum kendi spor (daha doğrusu futbol) kulübünü kurarak Almanya futbol liglerinde iddialı olmaya çalışmışlarsa da başarılı olamamışlardır. Biz Türk insanı Almanya’da ya parasal gelecekleri düşünerek öncelikle ve özellikle futbol sporunu daha çok seçme eğilimine girdik, bunun ardından gurbet elde tek başımıza kaldığımız an kendimizi koruyabilmek için olsa gerek! Daha çok savunma ve dövüş sporlarına ilgi duyduk, arada bir de ata sporumuz olan güreşte de başarılı sonuçlar alan göçmen Türk çocuklarına rastlarken diğer spor dallarında pek ismimizi duyuracak insanımıza rastlamadık.
    Bir başka acı sonuç ise, özellikle kadın ve kızlarımızın spor konusunda nasiplerini yeteri kadar almamış olmalarıdır, kadınlarımızın bir kısmı, evdeki iş yoğunlukları ve komşu ziyaretlerinin çokluğundan sporla uğraşmak gibi bir zamanlarının olmamasından şikayet ederken, bazıları da Almanya’da yaşıyor olmasına rağmen, sporu nerede ve nasıl uygulayabileceklerinden dahi bihaber olduklarıdır. (Almanya’da yaşayan Türk kadın ve kızların spora katılımları araştırması. Dr. Hasırcı 2005).
    Kısacası; Almanya’ya ilk gelen Türk göçmenler, önceleri Türk gelenek ve göreneklerinden pek çabuk kopma gösterememiş ve spora tıpkı Türkiye’de yaşıyormuş gibi bir pencereden bakarlarken, ikinci ve üçüncü kuşaklardaki durumumuz biraz daha farklı boyuta ulaşarak; Hamitler, Haliller ve Mesutlar gibi dünya klasmanında yer alan önemli sayılabilecek sporcular yetişmiştir, bu yeterli midir? Kuşkusuz hayır, Almanya’nın böylesine güzel olanaklarından yararlanarak hem Almanya’ya ve hem de Türkiye’ye yetecek kadar göçmen Türk çocuklarımızın varolduğunu düşünüyor ve bunların bir şekilde yetiştirilmesi ve çoğaltılması gereklidir diyorum.
    Sonuç olarak biz göçmen Türkler artık yaşadığımız bu ülkede eski geleneksel yapımızı (örf ve adetlerimizi terk etmeden) sorgulamalıyız ve sporun insana kattığı değerleri göz önünde bulundurarak yete- neklerimiz doğrultusunda kız-erkek katılımımızı daha da çoğaltmalıyız. Gettolaşmayı bırakarak her türlü ırktan insanın içinde barındıran kulüp ve kuruluşlar içerisinde yerimizi almalıyız, ki işte o zaman kişilik sorunlarımızdan sıyrılarak, doğru yolda epey yol aldığımızı da görebileceğiz.