Geçen ay kaybettiğimiz ünlü pedagog, sosyolog ve kültür araştırmacısı Stuart Hall (2004) ideoloji, kimlik, temsil üzerine yaptığı çalışmasında “özdeşim” (Identifikation) ve “kimlik” (Identität) kavramlarını, diyalektik bakış açısından henüz araştırılmadığından klasik kavram anlayışı üzerinden ele almıştır. Bu bağlamda özdeşim ve kimlik kavramı bir paradigma oluşturmaktan daha çok paradoks bir yöntemle ele alınmalıdır ve okunmalıdır. Böylelikle toplumsal değişim olgusu da kimlik anlayışına dayanmaktadır, yani kimlik de hareket içindedir ve bu süreç içinde değişkendir: Bu durumda kimlik kavramını daha iyi anlayabilmek için ilk önce özdeşim kavramını ele almak ve incelemek gerekir.
Analitik söylemde özdeşim, bir oluşumdur ve bu oluşum sonsuz bir süreçtir (bkz. Hall 2004, s. 169). Genellikle özdeşim kavramı altında “soy” ve “köken” kavramları anlaşılır ve bu kavramlar doğrultusunda kullanılır. Ancak özdeşim kavramı kendi içinde paradoks bir tutum yansıtmaktadır. Diğer ifadeyle, insan aslında olmak istemediği bir şey/bir kişi olmak ister. Ayrıca Stuart Hall, bir tarafta klasikleşmiş özdeşim anlayışını tam olarak temel alınmaması gerektiğini, öbür taraftan ise kimlik hakkındaki düşüncelerimizi uzun dönemli bir bakış açısı doğrultusunda yeniden kavramamız gerektiğini vurgular. Yukarıda belirtildiği gibi, özdeşim, hareket halinde olup, bu süreç içinde durmaksızın değişir ve bu anlamda kimlik de zaman içinde değişir.
Her şeyden önce kimlik, yani kimliğin oluşumunda etken olan, ortak tarih, ortak kültür ve ortak dil gibi kaynaklar üzerinde kendini inşa eder. Bu durumda “soy”/”köken” önemli değildir. Önemli olan burada bir birlikteliğin oluşmasıdır. Eleştirisel bakış açısından ele alacak olursak, böyle bir düşünce, birlikteliğe yol açmaktadır ve ardından bu durum ötekileştiricidir, yani azınlığı dışlayarak birleşmeye yardım eder ve destekler. Bunun yerine kimliğin bir birliktelik olmadığını bilmek ve bu anlamda kabul etmek gerekir.
Kimliğin oluşumunu farklılık/ötekileştirmek, birbirine kilitlenmek ve karşıtlıklar belirlemektedir. Bu olgular ya da tutumlar kendisini söylem(ler)de, eylem(ler)de ve alınan pozisyon(lar)da gösterir. Kimliğin oluşumu, bir tarafta aşırı tarihselleşmeye dayanır, öbür taraftan ise devamlı bir süreç, değişim ve dönüşüm, yani hareket halinde olduğunu gösterir (age, s. 170 f.). Bu nedenden dolayı, kimlik, daha çok dış etkenli bir oluşum sağlar, içe yönelik değildir. Burada eleştirilmesi gereken konu, gerçekte özdeşim ve kimliğin ideolojik bakış açısından soyut bir düşünce olmasıdır. Bu durum, örneğin okullarda boy göstermektedir. Böylelikle kimlik farklılılaştırılmanın/ötekileştirilmenin temeli üzerine inşa edilir, ve aşırı derecede rahatsız edici gözlemlemeye yol açar: “Her terimin ‘olumlu’ anlamı ve buna bağlı ‘kimlik’ –diğerleriyle ilişkide, o olmadığı, kendi dışında bıraktığı ilişkide–, kurucu dışarıya (konstitutive Außen) göre inşa edilebilir.” (age, s. 171). Bu süreç içerisinde gerçekte kimlik anlayışı bir güç/erk sergileme aracı olarak kullanılmaktadır (age, s. 171 f.).
Ayrıca globalizm çağında hegemonya gücü medya üzerinden uygulanmaktadır. Bu anlamda, sadece Batı’nın ideolojisi etkilemekle kalmaz, aynı zamanda ekonomik, mali ve kültürel açıdan da egemenliğini sürdürmüştür. Bu ideoloji anlayışı için küresel neo-liberalizm, homojenleşmeyi hedefleyen ve öznelerin sağduyusuna hızla yerleşen bir ön koşuldur.
Böylelikle “Biz duygusunu” enjekte ederek, milliyetçilik ideolojisinin ve ulusal kimliğin ortadan kalkmasını sağladı. Bu uzun süreç globalleşmenin yolunu açtı. Ama göz ardı edilen, oluşması istenilen bireyselliğin farklılaşmayı ve ötekileştirmeyi beraberinde getirmiş olmasıdır. Bu durumda istenilen homojenleşme nasıl oluşacaktır? Bu kendi içinde oluşan paradokstur, dolayısıyla istenilen homojenleşme oluşamadı. Eğer toplumda eşit haklara sahip olmak ve eşit ölçüde birlikte yaşamak istiyorsak, Almanya´da ve diğer ülkelerde vatandaşlık hakları, yani kültürel farklılıkları ve ötekileştirmeyi oluşturan yasaları, yeniden gözden geçirilmesi ve yeniden tasarlanması gerekir (age, s. 194 ff.).
Bu arada vurgulanması gereken diğer önemli unsuru da dil teşkil etmektedir. Eksik konuşulan ve kendini ifade etmekte zorluk çekenler, dilin gücü nedeniyle dezavantajlı olanlar var. Çünkü bir dili konuşabilmek, aynı zamanda bir yaşam biçimini de temsil eder. Kişinin içinde olduğu yaşam biçimi de, bulunmuş olduğu ortamın kurallarını içselleştirmesiyle ve davranış biçiminde uygulamasıyla kişinin kimliğinin oluşumunda büyük rol oynar. Stuart Hall’inde belirttiği gibi, burada söz edilen kimlik oluşumu varsayımsal ve hayali bir kimliktir. Böylece kişinin toplumsal katılımda dil bir koşul olarak ortaya çıkar. Ama aynı zamanda kişi toplumsal katılım göstermesi gerekir ki, dili öğrenebilsin.
Sonuç olarak, dil, “sözlü ifadeyi” özelleştirir ve öznelleştirir. Böylece kişi dil üzerinde güç ve yetki sahibi olabilir (bkz. Mecheril/Quehl 2006, s. 3 f.). Toplumda bilinçli ve kendine güvenebilir bir biçimde yer almak için, dile çok iyi egemen olmak gerekir (age, s. 6). “Konuşma yeteneğimiz ne kadar gelişirse, hareket alanımızda bir o kadar genişler” (age). Ve hareket alanımız diğer taraftan farklı yönde genişlerse, kişi bulunmuş olduğu toplumda farklılaşır. Bu anlamda konuşma tarzı, oluşturulan ya da onarılan sınıf derecesini de belirler. Dilin gücünün etkisini vasıflandıran olgular şöyle nitelendirilebilir: “Eğer bir dile sahipsem/bir dili konuşabiliyorsam, toplumda bir yerim olur, toplumda bir yer edinirsem, bir dile sahip olurum/bir dili konuşabilirim” (age, s. 7 f.).
Oysaki toplumsal sınıf derecesi, önceden, yani okulda başlar ve öğrenciler bu baskıyı kendi içlerinde hissederler. Öğrenciler okulda ırkçılıkla yüz yüze gelirler. Aynı zamanda okul sistemi, öğrencilerden yüksek ve adaletsiz dil talep ederek eşitsizliği ve dezavantajlı durumu destekler ve teşvik eder. Dili çok iyi bilen kişi, toplumda kabul gördüğü gibi, toplum içinde belli bir konum ve saygınlık kazanır. Öteki, her zaman ayrıcalıklı olanla sürekli bir yarış içersinde bırakıldığından, önkoşulların yetersizliği ya da hiç olmaması nedeniyle “sözde” fırsat eşitliği hiçbir zaman olamayacaktır. Bu yarışta kazanan baştan bellidir. İkidilli çocuklar, tekdilli eğitim sisteminin bu gerçeği ile karşı karşıya kalırlar. Bu durum bu çocukların yeterince gelişmesine engel olduğu gibi kendilerini temsil etmelerini de zorlaştırır. Okul kendisinden olmayan “öteki” dili kabul etmediğinden ve onaylamadığından, ikidilli çocuklar çoğu zaman tecrit olur. Böylelikle bu çocukların “dilsiz” olmalarından ya da bu duruma düşebilmelerinden en az diğer kurumlar kadar okul da suçludur. Bu tutum her iki dilde ustalaşmalarını engelleyerek bu çocukların topluma katılımlarına kilit vurmaktadır.
Ama herşey gibi, diller, yaşam biçimi ve yaşam tarzı da hareket halinde olduğundan Almancanın dışındaki dillerin meşrulaşacağı bir zaman gelecektir.
Yeni-Asimilasyon yaklaşımın beklentisine göre, etnik azınlık yapısal çoğunluğun kurallarına uyum sağlamak ve çoğunluk toplumunun kültürünü ve dilini çok iyi bilmek zorundadır. Bu toplumsal katılımın tek yolu olarak önerilmekte ve gösterilmektedir. Diğer taraftan ırkçı ayrımcılık, ulusal-etnik-kültürel ötekinin tasarladığı uyum sağlama çabasını engellemekle kalmayıp, hegemonik özgüven ulusal-etnik-kültürel ötekinin topluma katılma çabasını da önleyebilir. Hegemonik özgüven şu üç düşünce ile belirtilmektedir:
1) Bir taraftan ulusal-etnik-kültürel ötekinin anadili, ulusal-etnik-kültürel ötekinde milliyetçi düşünceye yol açabileceği gerekçesiyle toplumsal katılımın engeli olarak gösterilmektedir.
2) Diğer taraftan, entegrasyonun, yani topluma uyumun yalnızca Alman dilini bilmekten geçtiği vurgulanmaktadır. Ama ulusal-etnik-kültürel ötekinin Alman dilini iyi bildiğinde topluma uyum sağlayacağı net değildir.
3) Ama herşeye rağmen ulusal-etnik-kültürel ötekinden iyi derecede Alman dilini konuşabilmesini bekleseler de yeterli destekte bulunmamaktadırlar (age, s. 24 f.). Bu tek yanlı yaklaşımla onları kendine uydurma ya da uyum asla mümkün değildir.
Mecheril-Quehl (2006) makalelerinde ifade ettikleri gibi, “ırkçı yaklaşım bir çok alana yansır, örneğin, okul kurumunda, pedagogların hal ve hareketlerinde, tutum ve davranışlarında, ve bu olgunun ortaya çıktığı okul kurumunun her alanında” (age, s. 28).
Bu bilimsel söylemlerden çıkan sonuç, olası bir çözüm olarak ortak bir dilin yaratılmasına katkıda bulunulabilir. Ama ortak bir dilin oluşturulması melezleşmeye de yol açabilir ki, bu bizim istemediğimiz bir şeydir. Çünkü melezleşmenin altında kültürel uyum sağlamanın ötesinde kendi öz kültürüne yabancılaşmak yatmaktadır.
Sonuç olarak, bu kimlik oluşumunun güç ilişkilerinin bir sonucu olduğu açıktır. Bunu önlemek için ihtiyacımız olan şey, “gerçek” demokrasi, farklılığın kesin biçimde tanınması, tüm katılanlar için geçerli ve eşit olan “ortak ufuk”tur.
Kaynakça
Hall, Stuart (2004): Ideologie, Identität, Repräsentation. Hamburg.
Mecheril, Paul/Quehl, Thomas (2006): Sprache und Macht. Theoretische Facetten eines (migrations)pädagogischen Zusammenhangs. In: Dies. (Hrsg.): Die Macht der Sprachen. Englische Perspektiven auf die mehrsprachige Schule. Münster, S. 1–32. (Seitenangaben im PDF).
|