İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 35 / Ocak-Şubat 2015

Din ve Geleneklerin Kıskacında





Zehra İPŞİROĞLU





    İnançların ve Dinlerin Bir Aradalığı
    Seul’de yaşayan Koreli bir arkadaşım annesinin Budist, babasının Taoist, amcasının protestan, ailenin diğer bireylerinin Konfüçüyanist, kendisinin ise Katolik olduğunu anlatmıştı. Ailede herkes birbirinin inancına saygılı. Kimse kimseye kendi inancını dayatmaya çalışmıyor. Din ve inanç özel alana girdiği için devlet okullarında din dersi de yok. Ama dini odak merkezi yapan özel okullar, sözgelimi Katolik okulları var. Halkın din özgürlüğü yasal düzenlemelerle de garanti altına alınmış. 1995’te yapılan araştırmada halkın %50,7’sinin kendine özgü dini inanışlarının olduğunu saptamış. Genel anlamda ise halkın %46’sı Budist, %39’u Protestan, %13’ü de Katolik. Bunların dışında kalanlar ise Şamanizm, Konfüçyanizm ve İslam inancını benimsemiş. Arkadaşım farklı inançların yaşandığı bir ortamda nasıl yaşandığını uzun uzadıya anlatırken ister istemez içim sızladı. Halkın eğilimleri ve yaşam biçimlerine göre dini inanışların çeşitlilik göstermesi ve insanın inancını kendi seçimine göre özgürce yaşaması ne kadar güzel! Bizim açımızdan din ve inanma ya da inanmama özgürlüğünün kuşkusuz tek formülü laiklik. Laikliğin olmadığı bir ortamda Sünni İslam geleneğine dayanan dinsel dayatmalar da giderek yoğunlaşacağı gibi Alevilik, Hıristiyanlık, ateistlik gibi farklı inançlara da hak tanınmayacaktır.
     
    İslam dini üzerine tartışmalar ve hakkında
    ölüm fetvası verilen Hamed Abdel Samad

    Sadece bizim toplumumuzda değil batıda da en çok tartışılan ve konuşulan konu günümüzde dayatmacı ve otoriter bir kimlikle ortaya çıkan İslam. Otoriter söylem faşizan bir yaklaşımla bırakın eleştiriyi, gerçeğin tarafsız bir biçimde söylenmesine bile tahammül gösteremiyor ya da bilinçli bir biçimde sanal düşmanlar yaratarak toplumdaki gerilimi ve kutuplaşmayı arttırıyor. Bunun en güncel örneklerinden birini İslamın, merkezine bireyi değil cemaati aldığını söylediği için Erdoğanistler tarafından tehdit edilen, başbakan tarafından hakarete uğrayan gazeteci Amberin Zaman’ı hedef alan kampanya gösteriyor.
    İslam demokrasi kültürüyle bağdaşabilir mi, kısaca liberal bir İslam anlayışı olabilir mi, çok kültürlü toplumlarda herkes kendi inancını dilediği gibi yaşayabilir mi gibi sorunlar Hristiyanlığın baskılarından çoktan kurtulmuş olan batı ülkelerinin gündeminden yıllardır hiç çıkmıyor.
    Almanya’da yaşayan Mısır kökenli siyasal bilimci, tarihçi ve yazar Hamed Abdel Samad Haziran 2013 de Kahire’de yaptığı bir konuşmada Müslüman Kardeşlere faşist dediği, dinle ve cinsellikle ilgili bazı tabuları kırdığı, Şeriatın ölçütleriyle de günümüz yaşamının yönlendirilemeyeceğini söylediği için dikkatleri üstüne çekiyor. Kısa bir süre sonra da hakkında tıpkı Salman Rüştü’de olduğu gibi ölüm fetvası çıkartılınca polis koruması altında yaşamaya başlıyor. Hamed Abdel Samad’a göre demokrasilerde dini ve inancı odak noktası partiler her zaman olabilir, olmalıdır da, önemli olan bu tür partilerin de diğer partiler gibi demokrasinin kurallarına, yani insan haklarına, kadın erkek eşitliğine vb. saygılı olmaları ve parti tasarımlarını da ona göre hazırlamalarıdır. Bu bağlamda Tayyip Erdoğan’a da yoğun bir eleştiri getiriyor. Biz İran değiliz kendimize özgü bir toplum yaratacağız düşüncesinin temellerinin Erdoğan’la değil Atatürk’le ve laiklikle başladığını vurgulayarak Erdoğan’ın böyle bir mirasın üzerine oturduğunun altını çiziyor ve din insanlar içindir, insanlar din için değildir görüşünden yola çıkarak dinle politika yapılmasının tehlikelerine değiniyor. Sonuçta İslamı odak noktası yapan hiçbir ülkede demokrasinin yaşanmadığına dikkati çektiği gibi (Youtube, İslam und Demokratie, Chancen oder Widerspruch) bir ülkenin anayasasında “İslam dini ülkenin resmi dinidir” gibi bir belirlemenin de ne kadar tehlikeli olduğuna değiniyor.
    İmam bir babanın oğlu olan Samed, Kahire çevresindeki bir köyde dini bir eğitim alarak imam olarak yetiştirilmiş. Üniversite yıllarında bir süre Müslüman Kardeşlere katılmış, ancak sonraki yıllarda grubun otoriter ve faşizan yapılanmasından tedirgin olarak onlardan ayrılmış ve Fransız ve İngiliz dilleri ve edebiyat okumuş, daha sonra da evlenerek Almanya’ya göç etmiş. Hamed Abdel Samad’ın birkaç yıl önce Almanya’da çıkan “Gökyüzüyle Vedalaşmam” (Mein Abschied vom Himmel) kitabını okuduğumda olağanüstü etkilendim. Bu kitapta yazar yoksulluğun, cehaletin egemen olduğu Mısır toplumunun özellikle kırsal kesimini anlatırken cinsellik, şiddet ve toplumsal cinsiyet üzerinde durarak tabu konuları şimdiye değin hiçbir otobiyografide okumadığım kadar büyük bir açık yüreklilikle gündeme getiriyor. Çocukken ilk kez dört, ikinci kez on bir yaşındayken tecavüze uğramış olduğu için tanrı ve kimlik arayışı travmalarla dolu. Samad’ın iç çatışmalar ve arayışlarla örülü kişisel öyküsünde bütün bir toplumun, dahası İslam dünyasının profili ortaya çıkıyor. Büyük bir duyarlılıkla kadınların Mısır’daki konumu, sözgelimi ailede şiddet üzerinde dururken, Mısır’ın bir çok yöresinde uygulanan kadın sünnetine de karşı çıkıyor. Çabaları sonucu kendi ailesinde ve köyünde bir dönüşüme yol açıyorsa da yoğun tepkileri de beraberinde getiriyor. Öte yandan Almanya’ya yerleşip de üniversitede okumaya başladıktan sonra orada bir göçmen olarak yaşadığı bunalımları, özellikle de onu bir hastalık gibi saran yalnızlığını, oradaki arayışını ve ilişkilerini ve Almanya’nın göçmenleri kucaklayan değil tam tersine ötekileştiren buz gibi soğuk havasını gündeme getirirken ister istemez 11 Eylül olaylarının elebaşlarından Almanya’da uzun yıllar yaşamış ve orada doktora yapmış olan Muhammed Ata geliyor aklımıza. Hamed Abdel Samad Münih’de üniversitede öğrenimini sürdürdüğü yıllarda Türk kökenli göçmen grupların arasına da karışıyor. Öğrencilerin aralarındaki kardeşlik, dostluk, sıcaklık ve dayanışmadan çok etkileniyor, ancak ona kol kanat geren bu kesimin Milli Görüşe dahil olduğunu anlayınca hemen bu insanlarla ilişkisini kesiyor. Çünkü hiçbir cemaatin baskısı altına girmek istemiyor. Tanrı ve kimlik arayışı zaman içinde onu yoğun bir iç hesaplaşmaya götürüyor. Nitekim şiddete karşı çıkarken, kendi içindeki şiddeti de yenmek için harcadığı olağanüstü çaba birkaç kez psikiyatri kliniğine girerek yoğun bir tedavi görmesine neden oluyor. Parçalanmış kimliği onu başka kültürlere ve dinlere de yönlendiriyor, uzak doğu kültürüne merak sarıyor, Japonya’ya gidiyor ve uzun yıllar orada kalıyor. Yer yer anlattıklarının ağırlığını kesen humor anlayışı okuyucuyu da rahatlatıyor. Bu bağlamda çeşitli kültürler arasında yaptığı karşılaştırmalar da hoş. Sözgelimi Mısır’da humor çok gelişmiş, insanlar çok güç dönemlerde bile güler yüzlüler ve espri anlayışlarını sürdürebiliyorlar. Ancak yas tutma ve hüzün kültürü gülmece kültürü kadar gelişmemiş olduğundan cenazelere genellikle parayla tutulmuş ağlayan kadınlar eşlik ediyor. Buna karşılık gülmece kültürünün yeterince gelişmemiş olduğu, yoğun bir iş temposu içinde gülmeye zaman bile bulunamadığı Almanya’da her yıl Şubat ayında düzenlenen karnaval eğlencelerinde insanlar bol bol gülerek ve eğlenerek kurtlarını dökebiliyorlar. Japonya’da ise bildiğimiz gibi hep bir maske sözkonusu, duyguların belli edilmesi bir tabu... Samad böylece çeşitli kültürlerde oluşan çeşitli ritüelleri karşılaştırarak gözlemlerini yer yer çok esprili bir biçimde gündeme getiriyor. Rousseau’nun “İtiraflar” ı ile karşılaştırılan bu yürek yakıcı kitapta özel ve kişisel olanla toplumsal ve politik olan bütünleşerek tanrı arayışı, bireysel ve kolektif kimlik arayışı, din baskısı, şiddet, cinsel kimlik, izolasyon ve yalnızlık, sevgi ve dostluk arayışı gibi konular tüm derinliğiyle işleniyor. Otobiyografisi çıktığında Mısır’da hakkında çıkarılan dedikodulara ve karalamalara karşın babasının olumlu tepkisi de çok etkileyici. Birkaç kez elinden bırakmadan okuduğum bu otobiyografiyi son derecede özgün, içten ve yürekli buluyorum, en hoşuna giden de oğlunun yaşadığı korkunç şiddete ve tüm acılara karşın humor anlayışını yitirmemiş olması. Yıllarca karısını dövmekten çekinmeyen kızlarını sünnet ettirme geleneğine bağlı kalan İmam babanın dönüşümü etkileyici olduğu kadar düşündürücü de.
    Hamed Abdel Samad liberal İslam ya da İslam light’ı kabul etmediği gibi İslamda reforma da inanmıyor. Ama Müslümanların küreselleşen bir dünyada günün koşullarına ve gereksinmelerine göre değişebileceğine inanıyor. Öte yandan İslam tartışmalarında bizde olduğu gibi Almanyada da süren kutuplaşmalara eleştiri getiriyor. Örneğin çok kültürlülük savunucuları İslam light düşüncesinden yola çıkarak İslamı bir hoşgörü dini olarak göklere çıkartırlarken Necla Kelek gibi bir çok aydın İslama radikal bir eleştiri getiriyor.
     
    Kadınların sesi

    Yıllardır çok kültürlülük adına göçmenlerin kendi içine kapalı kutuplar oluşturdukları gettolara göz yuman Almanya İslamı daha önceki yazılarımda da gündeme getirdiğim gibi gerçekten önemli bir sorun olarak yaşıyor. İslam üzerine kitapçıların vitrinlerini süsleyen yayınlara son yıllarda göçmen kökenli ikinci kuşağın kitapları da eklenmeye başlandı. Bu kitapların içinde en çok şimşekleri üstüne çeken Seyran Ateş ve Ayaan Hirsi Ali’nın kitaplarının yanı sıra Necla Kelek’in birkaç yıl önce çıkan “Yabancı Gelin”i oldu.
    Somali kökenli yazar Ayaan Hirsi “Kafir” adıyla Türkçeye çevrilen yayınlandıktan sonra da tepkilere yol açan çok çarpıcı otobiyografisinde din adına yapılan haksızlıkların mücadelesini büyük bir cesaretle anlatıyor. Somali’de kalabalık bir kabilede aşırı Müslüman bir aile içinde yetişen Ayaan Hirsi’nin küçük bir kızken sünnet edilişinden zorla evlendirilmeye değin süren fırtınalı yaşamı Hollanda’ya kaçışıyla birlikte farklı bir evreye giriyor. Orada Siyasal Bilimler okuyor ve kendini İslam dininde köklü bir reform yapılması inancıyla kadın mücadelesine adıyor. Kitabı çıktıktan sonra özellikle Müslüman çevrelerin tepkisini çekiyor. Theo van Gogh’la birlikte yaptığı İtaat adlı filminden ve Theo’nun fanatik bir Müslüman tarafından öldürülmesinden sonra hayatı öylesine tehlikeye giriyor ki Amerikaya kaçıyor.
    Almanya’daki göçmen kökenli yazar ve sosyolog Necla Kelek ise “Yabancı Gelin” kitabında dinsel gelenekler üzerinde dururken özellikle Türkiyeli kökenlilerin kendi aralarında yaptıkları evliliklere dikkati çekerek Türkiye’den getirilen ithal gelin sorununu gündeme getiriyor. Kitabında hem kendi yaşamından örnek getirerek türlü engellerle dolu özgürleşme sürecini anlatıyor hem de Türklerin yaşadıkları yerleşim bölgelerinde yaşayan kadınlarla yaptığı çeşitli söyleşilerden yola çıkarak onların sorunlarını birinci elden gündeme getiriyor. Amacı yaşama ve kendine insancıl bir yaşam alanı oluşturma hakkının çağdaş bir demokrasi anlayışı içinde her tür kolektif, kültürel, dinsel, ideolojik kimliğin ötesinde sonuna değin korunması ve savunulması. Bu amaç çerçevesinde üzerinde haklı olarak durduğu temel nokta da, gelenekler kıskacında kıstırılmış olan kadınların sorunlarına çok kültürlü toplum anlayışının hiç bir çözüm getirememesi.
    Necla Kelek’in üstünde durduğu ithal gelin sorununu Duisburg-Essen Üniversitesi’ndeki üçüncü kuşak göçmen kökenli öğrencilerimle birlikte Köln’de göçmen kadınlara bir tiyatro oyunu çerçevesinde sergilemiştik. Augusto Boal’in Ezilenlerin Tiyatrosu yöntemiyle sergilenen bu katılımcı oyuna izleyici kadınların ağlayarak gösterdikleri yoğun duygusal tepki, yaşamlarında ilk kez sorunlarını, acılarını, ezilmişliklerini gündeme getirebilmeleri ve bu bağlamda oyun aracılığıyla yapıcı bir çözüm arayışına girmeleri hepimizin üzerinde unutulmayacak bir iz bırakmıştı. Gerçekten de Avrupa’nın göbeğindeki gettolarda yaşayan kadınların, özellikle de kız çocukların sorunları diz boyu. Sorunu azıcık deşmeye başladığınız anda, dibi açık bir kuyunun içine çekiliveriyorsunuz. Görücü usulü ithal evliliklerle başlayan töre cinayetlerine değin uzanan çağdışı değerler sisteminde kadın erkek ayrımcılığı had safhada yaşanarak erkek egemen sistem etkisini yoğunluğuyla sürdürüyor.
     
    Kutuplaşmalar

    Şaşırtıcı olan tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da İslamı odak noktası yapan kutuplaşmaların oluşması. Bir kesim çok kültürlülük adına İslam kimliğini savunup temel sorunları görmezden gelmekte ısrarla direnirken, bir başka kesim de bütün sorunların kaynağını İslamda görüyor, ve bu dinden olanların entegrasyon sorunları yaşadığını vurguluyor. Almanya’da İslama bayrak açmış tutucu bir hıristiyan çevre de bundan fazlasıyla yararlanıyor. İşte tam bu noktada oluşan kutuplaşmaya siyasetbilimci ve yazar Hamet Abdel Samet karşı çıkıyor ve sorunların bütüncül bir bakışla çok daha ayrıntılı bir biçimde savunulması gerektiğini savunuyor. Nitekim çok haklı olarak vurguladığı gibi Almanya’da yaşayan Mısır kökenli bir doktor Müslüman olmasına rağmen hiçbir entegrasyon sorunu yaşamazken, Doğu Almanya kökenli bir işsiz büyük sorunlar yaşayabiliyor. Yani sorunun sosyal boyutu da çok önemli.
    Aslında sadece dini değil cinsiyet ayrımcılığını ve ekonomik eşitsizliği de temel alan ve bu sorunların ciddi biçimde üstüne giden bir yaklaşım farklı kutuplardaymış gibi görünenlerin bir çok noktada buluşmasına yol açabilirdi. Sonuçta tüm dinler ve gelenekler erkek egemen düzenin uzantıları. Bunun altında en çok ezilenler de toplumun en alt katmanındakiler oluyor. Bizde bilindiği gibi bu tür yıpratıcı polemikler zaman içinde kutuplaşmalara yol açtı. Önemli olan tür kutuplaşmaları aşarak her tür dinsel ve ortak kimliğin ötesinde bireyin temel haklarına sahip çıkmak doğrultusunda yapıcı çözüm üretebilmek. Bu noktada çok kültürlülük adı altında herkes kendi yağında kavrulmalı gibi bir göreceliği savunan bir anlayışın yetersizliği de çok açık.