|
|
Die Gaste, SAYI: 36 / Mart-Nisan 2015
|
Toplum Yapısında Dilin Yeri
Bedrettin CÖMERT*
Bu metin, Bedrettin Cömert’in Ant dergisinde (Mart 1971, Sayı: 11, s. 71-82) yayınlanan “Toplum Yapısında Dilin Yeri” yazısından alınmıştır.
1960 yılında liseyi bitirdi ve devlet bursuyla İtalya'ya gitti. İlk iki yıl, Perugia'da İtalyanca ve Latince okudu. Ardından Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. 1967 yılında Roma Üniversitesi'nden mezun oldu. 1970 yılında Türkiye'ye döndü ve Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne asistan olarak girdi. 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsü'nde "Son Elli Yılda Türkiye'de Sanat Eleştirisi" tezi ile doktora yaptı. 1973 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde "Giotto ve San Francesco Geleneği" teziyle ikinci doktorasını yaptı. 1977 yılında "Benedetto Croce'nin Estetiğinde İfade Kavramı ve İfadenin İletim Sorunu" adlı tezi ile doçent oldu.
11 Temmuz 1978 günü, kendilerine “ülkücü” diyen kişiler tarafından öldürüldü.
Bu yazının amacı, dilbilimin bazı önemli verilerini mümkün olduğunca çok sayıda okura iletmek, dilin toplumsal yapıdaki yerini ve görevini belirtmek, daha önemlisi, dilimizdeki özleştirme hareketine, bugüne dek uygulandığı biçimde, sınıf açısından değinmektir. Yazımızın ilk bölümleri ister istemez biraz kuru ve itici görünmektedir. Ama sözünü ettiğimiz dilbilim gerçeklerini iletmenin başka yolu yoktu. Bunu böyle yapmakla, bilimin herkesin malı olduğunu da saptamak istedik. Bu ilk bölümler için okurun iyi niyetli sabrına sığınıyoruz.
Dilbilim Ne Diyor?
Açıklamak istediğimiz ilk ve temel kuram, dil işareti kavramıdır.
Modern Dilbilimin babası sayılan Ferdinand de Saussure, dil işareti'ni şöyle tanımlıyor: Dil işareti, bir eşya ile bir adı değil, bir kavramla bir sesi birleştirir. Bu iki öğe birbirine öylesine bağlıdır ki biri ötekisini gerekli kılar. İşte bir kavramla bir sesin bir araya gelmesine işaret diyoruz. Ama sorun bu kadar basit değildir. İşaret terimi, günlük kullanımda, sözcüğün sadece sesle ilgili bölümünü tanımlar. Oysa durum daha karmaşıktır. Eğer biz “a-ğ-a-ç” sesine işaret diyorsak, bu onun ağaç kavramını taşıdığı içindir. Bu tür bir karışıklığı önlemek isteyen Saussure, şöyle bir öneride bulunuyor: işaret terimini, kavram ve ses öğesini içeren tüm'ü tanımlamak için kullanalım. Kavram ve ses öğesine ise sırasıyla anlam ve anlamlıyan diyelim.
Dil işareti terimini böylece tanımladıktan sonra, bu işaretin başlıca özelliklerine bir göz atalım.
Anlamlıyanı anlama, yani sesi kavrama birleştiren bağ keyfidir. Örneğin “kızkardeş” düşüncesi, bu düşüncenin Fransızcadaki anlamlıyanı “s-ö-r” ses dizisine, hiç bir iç bağıntıyla bağlı değildir. Gerek aynı dil içinde aynı anlamda kullanılan değişik sözcüklerin bulunması (örneğin Türkçede, hela, yüznumara, ayakyolu, kenef, memişane, tuvalet gibi), gerekse değişik dillerin varlığı bu gerçeği doğurur. “Elma” düşüncesini Türkler “e-l-m-a”, Fransızlar “p-o-m”, İngilizler “ae-p-l”, italyanlar “m-e-l-a” sesleriyle ifade ediyorlar.
İşaret deyince, bir anlamlayanın bir anlama birleşmesinden doğan tüm'ü anladığımıza ve bu iki öğenin arasındaki bağın niteliği keyfi olduğuna göre, şöyle de diyebiliriz: Dil işareti keyfidir. Dil işaretinin keyfiliği, dilbilimin ilk ve en önemli ilkesini oluşturmaktadır.
Bu ilkenin yukarıda sıraladığımız özellikleri nedeniyle, anlamlıyana, yani ses öğesine “simge” (sembol) demenin bazı sakıncaları vardır. Simge hiç bir zaman keyfii değildir. Anlamlıyanla anlam arasında doğal bir bağ kalıntısı gerektirir. Örneğin adaletin simgesi terazi, sözgelimi bir arabayla değiştirilemez. Kurnazlığın simgesi tilki yerine, her halde öküz diyemeyiz.
Yansıma sözcükler ve ünlemler ileri sürülerek, dil işaretinin keyfililîğine itiraz edilebilir. Herşeyden önce yansıma sözcükler bir dil sisteminin organik öğeleri değildirler ve sayıları sanıldığından çok daha azdır. Örneğin Fransızcadaki yansıma sözcüklerden çoğunun başlangıçta hiç bir yansıma niteliği taşımadığını görmek için Latince köklerine inmek yetişir. Yansıma sanılan “fouet” (kamçı, kırbaç) veya “glas” (her bir çan darbesi), aslında sırasıyle Latince “fagus” (gürgen) ve “classium” (borazan işareti) sözcüklerinden gelmektedirler. Gerçek anlamda yansıma sözcüklere gelince, bunlar az olmaktan başka, seçilişleri de bir ölçüde keyfidir. Çünkü bunlar, bazı gürültülerin yaklaşık ve yarı danışıklı (conventionnel: danışıklı) öykünümünden (taklidinden) başka bir şey değildir. “Horlamak” yansıma sözcüğünün yaklaşık bir öykünüm olduğunu anlamak için, horlayan bir kimsenin çıkardığı seslerle bu sözcüğün seslerini karşılaştırmak yetişir. Sonra, yansıma sözcükler bir kez dile girmeye görsünler, öteki sözcüklerin uğradıkları ses, yapı vb. değişikliklerin etkisi altındadırlar artık. Yansıma sözcüklerin başlangıçtaki özelliklerinden bazı şeyler yitirerek, dil işaretinin genel niteliğini kazanmaları bunu doğrular.
Ünlemlerde de, anlamlıyanla anlam arasında zorunlu bir bağ bulunduğu yadsınabilir. Bunun en inandırıcı örneğini, ünlemlerin bir dilden başka bir dile değişmesinde bulmaktayız. Örneğin bizdeki “öf!” ünlemi, İtalyancada yerine göre “uf, uff, uffa!” gibi biçimlerle karşılanmaktadır.1
Dili Değiştirmek Mümkün müdür?
Dil işaretinin keyfi oluşu, dilde değişiklik olanağını bize kuramsal olarak kabul ettirir. Oysa daha derine inildiğinde görülür ki, aslında işaretin keyfiliği, dili, onu değiştirmeye yönelik her türlü girişimden korur. Daha bilinçli de olsa, kitle bu konuda tartışamaz. Çünkü bir şey üzerinde tartışmak için, o şeyin akla uygun bir kurala dayanması gerekir. Sözgelişi, tek kadınlı evliliğin çok kadınlı evliliğe göre daha akla yatkın bir şey olduğu tartışılabilir ve bu savlardan biri veya ötekisi haklı gösterilebilir. Bir simgeler (semboller) sistemi üzerinde de tartışılabilir. Çünkü simge, simgelenen şeyle akılsal bir bağ gerektirir. Ama keyfi işaretler sistemi olan dilde, böyle bir tabandan yoksunuz. Böyle bir tabanın olmayışı da hertürlü sağlam tartışma olanağını elimizden almaktadır. Soeur değil de niçin sisler, yüznumara değil de niçin hela diyoruz, bunun hiçbir nedeni yoktur.
Sonra bir dil için gerekli işaretlerin sayısı pek çoktur. Yirmi veya kırk harften oluşan bir yazı sistemi, başka bir sistemle değiştirilebilir. Dilin işaretleri de sınırlı olsaydı, aynı şey dil için de mümkün olurdu. Ama dilin işaretleri, sayısız denecek kadar çoktur.
Bütün bu gözlemlerden daha önemlisi, dilin her zaman herkesi ilgilendiren bir olgu olduğudur. Dil, bir kitlenin bütün bireylerinin hergün kullandığı bir şeydir. Bu bakımdan, dili başka kuruluşlarla karşılaştırmak olanaksızdır. Örneğin yasa hükümleri, din törenleri, deniz işaretleri vb. sadece belirli sayıda kişiyi, belirli bir zaman sürecince ilgilendirir. Tersine, dil her an herkesi ilgilendirir ve bu nedenle sürekli olarak herkesin etkisi altındadır. Bu çok önemli olay, dilde bir devrimin olanaksızlığını göstermek için yeterlidir. Dil, öteki toplumsal kuruluşlar içinde, girişimlere en az olanak verenidir. Dil, toplum kitlesinin yaşamıyla içiçedir. Doğal olarak eylemsiz olan bu kitle, herşeyden önce bir koruma etkeni biçiminde gözükür.
Bununla birlikte dilin özgür olmadığını açıkça görebilmek için, onun toplumsal güçlerin bir ürünü olduğunu söylemek yeterli değildir. Dilin, bir önceki dönemin bir kalıtımı olduğunu hatırlarken, sözü geçen toplumsal güçlerin zaman içinde etkinlik gösterdiğini eklemek zorundayız. Eğer dil, aynı kalma niteliğine sahipse, bunun nedeni, dilin salt topluluğun etkisi ve ağırlığı altında oluşundan değil, zaman içinde yer almasından da ileri gelmektedir. Bu iki olgu birbirinden ayrılamaz. Geçmişle dayanışma, her an seçme özgürlüğüne baskın çıkar. Biz, bizden önce adam ve köpek dendiği için adam ve köpek diyoruz. Ama bu durum, olay tümüyle ele alındığında, birbirine karşıt iki etken arasında bir bağın bulunmasını engelleyemez. Yani, seçimi özgür kılan keyfi danışıklık (convention) ile, seçimi sabit kılan zaman arasındaki bağın varlığını çürütmez.
Dilin sürekliliğini sağlayan zamanın, birinci etkiyle görünüşte çelişiye düşen bir başka etkisi daha vardır: Zaman, az veya çok hızlı bir biçimde, dil işaretlerini değişime uğratır. Bir bakıma, işaretin hem değişmezliği hem de değişebilirliğinden söz edilebilir. En son durumda, iki olay birbirleriyle dayanışma halindedir. Yani işaret sürdüğü için, değişime uğrama olanağına sahiptir. Her değişimde egemen olan şey, eski maddenin varlığını sürdürmesidır, işte bu nedenle, değişim ilkesi süreklilik ilkesine dayalıdır.
Buradaki değişim sözcüğü, yalnız anlamlıyanda meydana gelen ses değişiklikleri veya kavramı etkileyen anlam değişiklikleriyle ilgili değildir. Böyle bir tanım yetersiz olurdu. Değişim etkenleri, hangi türden olursa olsun, her zaman, anlamla anlamlıyan arasındaki bağın yer değiştirmesi şeklinde belirirler. Bir dil, anlamla anlamlıyan arasındaki bağın yerini her an değiştiren etkenlere karşı direnmekte tümden güçsüzdür. Bu, işaretin keyfiliğinin sonuçlarından birisidir. Bir toplumsal kitlede ve zamanda yer alan dili, bir yandan hiç kimse değiştiremezken, öte yandan dil işaretlerinin keyfiliği, kuramsal olarak, seslerle düşünceler arasında herhangi bir bağın saptanması özgürlüğünü tanır. Sonuç olarak dil değişir veya gerek sesler, gerekse anlamları etkileyebilecek bütün etkenler altında evrim geçirir. Bu evrimin önüne geçilemez. Zaman herşeyi değiştirir. Dilin de bu evrensel yasaya uymaması için hiç bir neden yoktur2. [...]
Toplum Yapısında Dilin Yeri
İnsansal kuruluşların, birlikte yaşamanın bir sonucu olmasından dolayı dil de insansal bir kuruluştur. Çünkü öteki kuruluşlar gibi birlikte yaşamanın bir sonucudur ve daha çok bir iletişim aracı olarak kabul edilir. Birlikte yaşamanın ürünü olan kuruluşlar değişmez değillerdir. Değişik ihtiyaçların baskısı ve öteki toplulukların etkisi altında değişikliğe uğrarlar. Durum diller için de aynıdır3.
DİL denilen araçların başlıca görevi iletişimdir. Örneğin Türkçe, herşeyden önce, “Türk dilinden” olan kimselerin birbirleriyle anlaşıp ilişki kurmasını sağlayan bir araçtır. Dilin bir de çözümü güç olan estetik görevinden söz edilebilir. Fakat en son durumda, iletişimi, yani karşılıklı anlaşmayı, dil denen aracın temel görevi saymak gerekir4.
Peki ya, dilin de öteki insansal kuruluşlar gibi bir kuruluş olması, o kuruluşların toplumsal nitelik ve etkililiğini dile de tanımamızı gerektirir mi? Yani tarihsel ve diyalektik maddeciliğin yasalarını harekete geçirirsek, dili hangi kata koymamız gerekir? Dil de, öteki toplumsal kuruluşlar gibi ekonomik tabanın üstünde yükselen ve bu tabanda meydana gelen değişimlere göre değişen bir niteliğe sahip midir? Kısaca, dil bir üstyapı mıdır?
György Lukacs ise, “Sanat ve Edebiyatın Üstyapısal Niteliği” konusunda 29 Haziran 1951 tarihinde Macar Bilim Akademisi’nde verdiği bir konferansta, Stalin'in dilbilim sorunlarına katkısını tarihsel olarak nitelendirmekte ve sadece bir araç olarak kabul edilen dilin, giderek edebiyatta da aynı anlayışı yanlış bir biçimde egemen kılmasını önlemek amacıyle, bir araç olarak dil ile bir üstyapı olarak sanat-edebiyat arasındaki ilişkileri saptamaktadır. Yani dil üstyapıya ait değildir diye, sanat ve edebiyat da üstyapıya ait olamazlar gibi, olayların nesnel çözümüne ve gerçekliğine ters düşen bir sonuca varamayız. Ama bu tehlike Marksçı düşünürler arasında da belirmiş, sanatı “insanın ölmez özün”ün bir gösterisi sayan burjuva anlayışının çizgisine düşmek tehlikesi belirmiştir. Oysa, olaylar ancak yüzeyden ele alınırsa, böylesi bir sanıya kapılmak mümkündür.
Lukacs, Trençsenyi-Waldaphel'in “şiirsel biçimin ham maddesini dil oluşturur” düşüncesinden yola çıkarak şu sonuca varıyor: Dil, şiirsel biçimin ham maddesini oluşturduğu gibi, aynı şekilde, mermer, bronz veya ağaç da heykelin ham maddesini, sesler müziğin ham maddesini, renkler ve çizgiler resmin ham maddesini oluşturur. Bu gereçler tek başlarına ele alındıklarında nasıl üstyapıya ait değillerse, dil de üstyapıya ait değildir. Ama buna karşılık, Fidia'nın, Michelango'nun veya Rodin'in elinden çıkmış değişik mermer biçimlerinde ifadesini bulan sanatsal içerik ve sanatsal biçimin üstyapısal niteliğini yadsımak mümkün mü? Bir Goya veya bir Daumier’nin sanatı, sınıf mücadelesinde yeralan, sahici etkin bir üstyapı değil midir acaba?
Edebiyatı alırsak, onun üstyapıya ait olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Edebiyat üstyapıya aittir, çünkü nesnel gerçekliğin sanatsal bir yansımasıdır ve aynı zamanda bu yansıtma görevine sıkı sıkıya bağlı olarak, belirli bir taban lehine veya aleyhine etkin bir yüküm üstlenir. Bu nedenle her edebiyat yapıtı; dilin edebi kuruluşu, imgelerin ve sözcüklerin düzenlenişi, ritim vs. aracılığıyle bizde öyle bir düşünce, duygu çağrışımı ve iç durumlar yaratır ki, yaratılan bu iç durumlar ve çağrışımlar bizi belirli bir yapı lehine veya o yapıya karşı harekete geçirir. Her edebiyat yapıtının en ilkel görevi budur.
Sözgelimi, bütün eş anlamlılarını da hesaba katarak, “çit” sözcüğünü alalım. Bunun beylik ve alışılmış bir sözcük olduğunu söylemek bile gereksizdir. “Çit” sözcüğü her günkü yaşantımızda sürekli olarak geçmekte ve toplumun bütün sınıflarının üyelerince ayrıntısızca kullanılmaktadır. Acaba bu sözcük edebiyat içinde, yani bir şairin sanat deneyimi düzeyine ulaştığı zaman ne gibi bir görev kazanır?
Tutarlı ve inandırıcı bir sonuca varmak istiyorsak, örneklerle gidip, şu iki şiir parçasını karşılaştıralım :
Macar lirik şairlerinden Mihaly Babits'in “Evimi bir çitle çeviriyorum” şiiri şu dizelerle başlar:
Benim birbirini aralıksız izleyen kazıktan sıralarım
savaşa hazır dimdik oklu süvariler gibi nöbet tutuyorlar.
Bir parçacık toprağı gözlüyorlar benim olan;
onlar adalet ve yasadır;
onlar barış ve ödüldür - güç verirler bana;
gösteriyorlar varolduğumu:
Benim kirpi kirpi varoluşumun dikenleri
uzak tutuyor yabancıları.
Babits bu şiirde, burjuva kişiliğinin temelini özel mülkiyette görmekte; çit sözcüğü, kişiliğin kendini kabul ettirmesinin ve korumasının bir simgesi olmaktadır. Çitin ahlaksal ve kamusal savunusu bu şiirin gerçek içeriğini oluşturuyor. Şiir; sözcükleri, dizeleri, imgeleri ve ritimleriyle, okurda, bu kesin anlamda yönlendirilmiş tasavvurlar ve duygular uyandırmak amacını güdüyor. Bu yapılan, aslında, burjuva temelinin, kapitalist temelin lehine, etkin ve polemik bir tavır almaktan başka ne anlama gelir? “Çit” sözcüğü, şair Atilla Jozsef için de yaşanmış şiirsel bir deneyim niteliği kazanmıştır. “Kenar Mahalle” şiirinde şu bölüğü okuyoruz:
Haydin öyleyse! İleri!... Kudururçasına fırtına
inliyor dalgalanıyor yalpalıyor
soluğumuzla,
bölünmüş bu toprağın çevresinde çit.
Haydi, korkmayın!
Verin onu ateşe!
Bu şiirde ise, ortak bir gereç olan dilde birbiriyle kaynaşan şiirsel araçlar, Babist'in şiirindekilerin tam tersi bir yönde düşünce vs. çağrışımları uyandırıyorlar. Bu nedenle, “çit”in gerçekliğinin yansıtılması, bütün eş anlamlarıyle “çit” sözcüğü, özel mülkiyetin hem savunulması hem de yadsınması için üstün şiirsel bir ifadeye ayrıntısızca uygun düşebilir. İşte bu olguda, dilin üstyaptsal olmayan niteliği ortaya çıkıyor. Yani şu açıkça beliriyor ki, dil, herhangi bir üstyapıya ve birbirlerine karşı bir ölüm kalım savaşı sürdüren sınıfların herbirîne ayrıntısızca hizmet ve yardım edebilir.
Faşist Jozsef Erdelyi de, komünist Atilla Jozsef de aynı dille yazıyorlardı. Faşist Celine de, komünist Aragon da aynı dille yazıyorlar. Temel sözcük dağarcığı ve sözdizimi kuruluşu bakımından bu yazarlar arasında birlik ve ortaklık olduğuna göre, onların “dilleri” arasındaki fark yalnız eğilimde ve sözcük seçimi, kuruluş, vurgulama vs.nin içeriğinde mevcuttur. Yani tek fark, üstyapısal niteliği olmayan ortak ulusal dilin meydana getirdiği ham maddeyi, edebiyata özgü üstyapısal etkinliğin işleme biçimindedir.5 [...]
Dipnotlar:
1 Ferdinand de Saussure, Corso di linguistîca genelare, Bari 1967, s. 83-88
2 F. d. Saussure, aynı eser. s. 91-95.
3 André Martinel, Elementi di linguistica generale, Bari 1967, s. 13-14.
4 André Martinel, Elementi di linguistica generale, Bari 1967, s. 14.
5 Györzy Lukacs. Contributi alla storia dell'estetica, Milano 1966, s. 462-167.
|
|
|
|