Die Gaste, SAYI: 4 / Kasım-Aralık 2008

O Zaman Niçin Almanca Öğrenmiyoruz?

Ahmet ONAY




    Evet, şunumuz şurdan, bununuz burdan. Ve tüm bu gelişmeler ve olgular, “entegrasyonun en önemli unsuru almanca öğrenmektir” ezberinin yalın bir politika olarak uygulandığı, Almanca öğrenemeyenlerin/öğrenmeyenlerin “entegrasyon özürlü” ilan edildiği ya da eğitim sisteminde “geri zekalı” kabul edildiği bir ortamda ne anlama gelmektedir?
    Şüphesiz “entegrasyonun en önemli unsuru Almanca öğrenmektir” ezberine dayalı politika açıkça iflas etmiştir. Ancak bu iflas, ne Almanca öğrenmenin gereksiz olduğunun, ne de “entegrasyon”un “bir unsuru” olmadığının bir kanıtı değildir. Bu iflas (ya da olgu), sadece “entegrasyon” amacıyla sürdürülen Almanca öğretmeye ya da öğrenmeye yönelik politikaların, uygulamaların, teşviklerin ve yatırımların iflas ettiğini gösterir. Ama aynı zamanda Alman toplumunun geleceği için bir “tehdit” olarak kabul edilen “paralel toplum”un de facto kabul edilmesidir de.
    Die Gaste
’de ilk sayıdan son sayıya kadar yer alan “anadili” konusunu işleyen yazılar da, çokça ve açıkça bu iflas karşısında “ne yapmalı” sorusunun yanıtlanmasına yönelik olmuştur.
    Sadece Almanya’da doğmuş “Türk kökenli”ler değil, Türkiyeli kökenlilerin yabancı/göçmen büyük bir bölümünün Almanca’yı yeterince öğrenememesi/öğrenmemesi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın (entegrasyonist açı da dahil) gerçek ve kesin bir olgudur. (Burada eğitim dili olarak “Hochdeutsch” öğrenilmesinden söz etmiyoruz.)
    Almanca öğrenenlerin “entegre” olacakları “inancı”nın resmi devlet politikasının dayanağı olduğu için de, bu gerçek ve kesin olgu, aynı zamanda bu resmi politikanın iflası anlamına gelmektedir.
    Bir bütün olarak ele alındığında Türkiyeliler arasındaki genel ve uzun süre varolmuş olan (ancak son yıllarda giderek azalmaya başlayan) “inanç”, Almanya’da yaşandığı için Almanca öğrenilmesinin gerekli olduğu inancıdır. Ama bu inanç, “madem Almanya’da yaşıyoruz Türkçe’ye ne gerek var” sanısıyla birlikte var olmuştur. Alman entegrasyon politikasının gerçek ve tek başarısı da bu sanıya ilişkin olmuştur. Yani “Türkçe’ye ne gerek var!”
    Somut toplumsal ilişkiler açısından olduğu kadar ekonomik ilişkiler açısından da doğru gibi görünen bu sanı, Almanca’nın öğretilmesi/öğrenilmesi konusunda doğru bir yol ve yöntemin geliştirilmesini de engellemiştir.
    Açıktır ki, ekonomik alanda daha fazla gelişmek, diğer bir ifadeyle Alman iç pazarından kazanç/kâr elde etmek isteyen her birey, her durumda bu pazara egemen olan dili öğrenmek zorundadır. “Göçmen” pratiğinde de açıkça görüldüğü gibi, böyle bir amaç sahibi birey Almanca’yı öğrenmek için olağanüstü bir çaba içine girer ve sonuçta öyle ya da böyle, işini yürütecek kadarını öğrenir.
    Ancak yine aynı somut ilişkiler alanı göstermiştir ki, bu bireyler, mutlak olarak belli bir eğitim görmüş, anadilini farklı bir ilişki içinde ve farklı bir süreçte öğrenmiş bireylerdir. Burada itici güç, kazançtır, kârdır. Buna sağlayan da sermayedir. Bu sermayenin ve sermaye sahibinin kâra ulaşma alanı Alman iç pazarıdır, dolayısıyla “hedef kitle” Almanlardır. Bir iş yeri açan her “Türk işadamı”nın ağzından çıkan ilk sözün “aman Türkler gelmesin” olması da bu gerçeği ifade eder.
    Bu “hedef kitle” çerçevesinde ortaya çıkan bireysel girişimleri “başarılı entegrasyon örneği” olarak sunmak, ana gövdenin dışta bırakılmasını, yani Türkiyelilerin “hedef kitle” olmamasını görmezlikten gelmektir. Açıktır ki, soruna “entegrasyon” ya da “paralel toplum korkusu”yla yaklaşılamaz.
    “Yabancı” ya da “göçmen” birey, Alman iç pazarında “varlık sahibi” olmak için sermaye yatırımına giderken, “yerliler”in, yani Almanların Türkiyeliler için sermaye yatırımı neredeyse yok gibidir.
    Üç milyonluk bir kitle (entegrasyon özürlü olmaktan çok “tüketim özürlü” olarak adlandırılabilecek bir kitle), kâr oranı düşük görüldüğü için, sermaye yatırımı için cazip bir alan oluşturmamaktadır. Öte yandan bu “az tüketen ve çok biriktiren” kitlenin yine de asgari bir tüketimi vardır ve bunun için gerekli mallar bu “özürlü pazar”a sunulması zorunludur. Eğer sistem bunu yapmayı gereksiz görürse, doğa boşluğu sevmediği için başkaları tarafından doldurulur. Birbiri ardına açılan “Türk bakkalları” (ve giderek “marketleri”) ve “export” dükkanları, bu “az tüketen”, ama yine de asgari ölçüde tüketen kitlenin talebini karşılamaya başlar. Öte yandan bu bakkallar ve dükkanlar sattıkları malları “ülkeden” temin etmek durumundadırlar. Böylece “göçmen pazarı”, doğrudan “anayurt”la bağlantı içine girerek, kendisinin asgari talebini karşılamaya yönelir. Bu, yerleşik toplumlar açısından basit bir ticari ilişkidir. Ancak “göçmen”ler söz konusu olduğunda, bu ticari ilişki, sadece tüketici bireyin değil, aynı zamanda perakende satıcının da “anayurt”la bağlantılı hale gelmesine yol açar.
    İşte bu bağlantı, yalın bir ekonomik ilişki olarak ortaya çıkan arz-talep ilişkisi içinde toplumsal, siyasal, kültürel ve dinsel ilişkilerin aktarılmasına hizmet etmiştir. Özellikle hububat ve sebze-meyve alanında “anayurt”ta egemen olan ihracatçı-toptancı tüccar burada egemen unsur haline gelir. Dolayısıyla da, bu ihracatçı-toptancı tüccarın dünya görüşü, kültürü vb. “yurtdışı”na aktarılır ve üç milyonluk kitle tarafından içselleştirilir. Anadolu’daki geri tarımsal ilişkiler alanından temin edilen bu tüketim malları, giderek “Almanya pazarı” adı verilen, gerçekte ise göçmenlerin asgari ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet eden ticari faaliyetler sayesinde belli bir kesimin zenginleşmesine hizmet etmiştir. Bu kesim, ne kadar geri tarımsal ilişkilerin değer yargılarına sahipse, “Almanya pazarı” da o kadar bu değer yargılarını aktarır. Dini tarikatların gelişmesinin maddi temeli de bu ilişkide yatmaktadır.
    Bir türlü kendisi-için bir toplum olamayan, kendi-kendine yaşayan üç milyonluk kitlenin bu “doğal ve doğaçlama” yaşamının sorunları günümüzde her yönden görülebilir hale gelmişse de, sorunlar yeni boyutlar kazanmıştır.
    Bugünün başat sorunu, “yabancıların” (Türkiyelilerin) Almanlarla birlikte yaşamaları ve bunun asgari koşullarının yaratılması sorunudur. Bu da, karşılıklı toplumsal ilişkidir ve her toplumsal ilişki gibi ortak bir dile gereksinme duyar. Bu nedenle de, sorun, “entegrasyon” sorunu olmaktan çok bu “ortak dil”in geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması sorunudur. Ancak ekonomik ilişkilerden, pazar ilişkilerinden yalıtık bir “dil” sorunu mevcut değildir ve hiç olmamıştır.
    Ama sermaye yeni pazara (ister kârını artırmak için olsun, ister ekonomik kriz nedeniyle olsun) ihtiyaç duyduğu andan itibaren, “dil sorunu” engel olmaktan çıkar. Tıpkı “yabancılar”ın Alman iç pazarında Alman “hedef kitlesi”ne yönelik ticari ilişkisinde Almanca öğrenmek zorunda kalması gibi, “hedef kitle” yabancılar olduğu andan itibaren sermayenin dili de yabancıların dili haline gelir.
    Bir başka deyişle, ucuz işgücü için “ortak dil”e ihtiyaç yoktur. Belli şekiller, belli hareketler yeterlidir. Ama bu ucuz işgücü ücretini aldığı andan itibaren “para sahibi kişi” haline gelir. Artık o pazarda “para sahibi” herhangi bir kişidir, dolayısıyla da “para sahibi” kişi olarak pazarda yer alan diğer kişilerle kendisini eşitler. Bu “para sahibi” kişiye malını satmaya çalışan her satıcı, kaçınılmaz olarak onun dilini konuşmak zorundadır. Ucuz işgücü sahibi birey olarak boyun eğen bireydir; “para sahibi” birey olarak ise, ikna edilmesi ve ikna edildiği ölçüde malı satın alacak olan birey haline dönüşür. Eğer bugün pek çok Alman bankası ve büyük şirketi Türkçe “hizmet” veriyorsa, bunun gerçekliği Türkiyelilerin “para sahibi” birey olarak pazarda yer almasından ötürüdür.
    Böylece bir kez daha “ortak dil”, yani iç pazarda egemen olan dilin ortaklaşması engellenmiş olur. Yani Almanca önemini yitirir.
    Alan memnundur, satan memnundur. Böyle olunca da, “ötekiler”e bir şey söylemek düşmez.
    Ama toplumsal ilişkiler alanında “dil sorunu” varlığını sürdürür. İşte ana dili temelinde yabancı dilin (örneğin Almanca) öğrenilmesi sorunu bu açıdan sürekli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir.
    Bu sorun, ekonomik ilişkiler alanına bakarak, kısa vadeli çıkar hesaplarıyla ötelenemeyecek, ötelenmemesi gereken bir sorundur. Ancak karşılıklı toplumsal ilişkilerin sürdürülmesi ihtiyacı varolmadığı sürece de, bu sorunu çözmek için ciddi ve kalıcı politikalar da oluşturulamayacaktır.
    Artık dünde kalmış olgular ve politikalar üzerinden kimin “suçlu” olduğunu bulmaya çalışmanın fazlaca “kıymet-i harbiyesi” kalmamıştır. Buna rağmen, hala şu tarafı ya da bu tarafı “baş sorumlu” ilan etmeye çalışmak, zaten çok sınırlı olan karşılıklı toplumsal ilişkilerin kopmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Sorun, artık “suç” ve “suçlu” sorunu değil, “ortak dil”in öğrenilmesinin doğru ve tutarlı bir yolunu izleme sorunudur.