|
|
Die Gaste, SAYI: 5 / Ocak-Şubat 2009
|
Göçün İvedi Sorunları
Zeynel KORKMAZ
Günümüz Almanya’sı, içine sürüklendiği sosyal ve iktisadi gerileme koşullarında, göçmenlerin varoluş biçimlerinin giderek vahim bir görünüm sergilediği gelişmelere tanık oluyor. Bu gelişmeler kendiliğinden değil, bilinçli olarak şekillendiriliyor. Marjinalleşmiş toplulukların duyumsadığı bir gereksinim olarak sosyal ve kültürel yaşam ise, nispi refah dönemlerinde arka plana itilmiş konumundan farklı olarak, şu anda, eksikliğini şiddetle hissettirdiği bir aşamadan geçiyor. “Nerede yaşamalı?”nın yanı sıra, “nasıl yaşamalı?” sorusu gündemi belirliyor. Zorunlu ya da gönüllü ikametlerin kalıcı hale dönüşmesi de yeni yönelimlere yol açıyor. “Ucuz emek gücü”nün geniş insan kitlesi, yarım asırlık dar kozalarını “göçmene” dönüşerek terk ederken, gün be gün aleyhinde işleyen etki alanlarından çıkış olanakları aramaya başlıyor. Özelinde göçe dayanan, genelinde ise çoğunluk toplumun kendi memnuniyetsizliğinden kaynaklanan bu alan, iç içe geçmiş iki aşamanın “bütün”ü olarak somutlaşıyor. Her iki aşamanın devindiricisi, demokratik ve sosyal hakların ve buna endeksli olan göçmen haklarının, çıkarlara göre ya genişletilmesi ya da kısıtlanması girişimi olarak yansıyor. Temel aşamadaki sorunlarda olumlu ilerleme kaydedilmeden, ona bağlı olan sorunlar da çözülemiyor. Göçmen hakları açısından ortaya çıkabilen olası gelişmeler de, çoğunluğun hak arayışındaki durağanlık koşullarında belli bir sınırı geçemeyebiliyor. Bilinmesi gerekir ki, karmaşık göç sorunsalının nesnesi olarak bütün bu olguların, “uyum süreci”nin toplumda yankılanan kırılma sesleri nedeniyle, bir an önce çözüme bağlanması gerekiyor.
Değerli okurlar, uyum sürecinin sancıları karşısında, öz iradeleriyle geleceklerini şekillendirmek isteyen göçmenler açısından artık “ivedi sorunlar” vardır ve bunlar dev adımlarla saydamlaşıyor, gün ışığına çıkıyor. Bu bağlamda oluşan görevler, mevcut durumun, temel konularla birlikte gözden geçirilmesini, çözümler üretilmesini ve nihayet, yaratılacak bilgi birikiminin uygun kanallar üzerinden hedefine ulaştırılmasını gerektiriyor.
Somut ivedi sorunlar, ana hatlarıyla ve farklı bakış açılarından Die Gaste’de irdelendi ve bunların derinliğine incelenmesine devam edilecek. Üretilmiş düşüncelerin, görüşlerin ve çözüm önerilerinin ışığında açıklık kazanan genel tabloyu bu yazıda sunuyoruz.
1. Demokratik-çağdaş eğitimde durum
Eğitim sistemine odaklı tartışmalarımızın çıkış noktasında iki öğe bulunuyor: “Anadili” ve “Eğitimde fırsat eşitliği”. Bu iki öğe, birbirleriyle kesişen önemli yönlere sahip.
Anadilinin eğitimdeki yeri ve önemi
Anadili konusu, soyut dil edinimi, aile yapısı, ikidillilik, dil-zekâ-başarı ilişkisi, AT/AB’nin göçmen dilleri politikası, birlikte yaşamın ortak dile olan gereksinimi gibi bir dizi bulguyu bünyesinde birleştiriyor.
Çocuk yaşta anadili üzerinden dil, soyut sistem olarak ediniliyor. Böylece toplumla diyaloga girilebilecek o evrensel iletişim aracı gelişmeye başlıyor ve okulda anadili dersleriyle birlikte kademe kademe pekişiyor. Yeni bir dil ortamında yaşanması ve anadilinin okul sürecinde dumura uğraması ile soyut dil sisteminin gelişememesi, aynı zamanda iletişimin aksamasına neden oluyor. Almanya’da karşı karşıya kalınan bu durum, dilin diğer işlev alanları olan düşünme yetisini ve zekâyı olumsuz etkiliyor. İkinci dilin öğrenilmesinde de anadili kaynağından yararlanılamaması sebebiyle, öte yandan iki yarımdillilik oluşuyor ve toplumun ortak bir dilde buluşması da gerçekleşemiyor. Henüz hakim olmadığı/olamadığı bir dilde öğrenimine başlayan çocuğun derslerde başarısız olma oranı doğal olarak artıyor ve çocuk, sınıf tekrarlama ya da becerilerinin yeterince teşvik edilmeyeceği Hauptschule ve Sonderschule’lere gönderilme gibi engellerle boğuşuyor. Okul, hem okul içi hem de toplumsal statülerin belirlenmesinde ağırlığa sahip olduğundan bu başarısızlıklar, karamsarlık, perspektifsizlik, umutsuzluk ve davranış bozukluğu yaratabiliyor. Anadiline hakim olamamanın, bireyler bazında, kaçınılmaz olarak bu olumsuzluklar zinciriyle sonuçlanacağı öne sürülemez, ama tasvir edilen bu manzara, Alman eğitim sisteminin günümüzdeki genel görünümünü yansıtmaktadır.
Her iki dildeki eksiklikler, sadece maddi dünyayı ve cisimleri adlandıramamak, tutarlı (sözlü ve yazılı) metinler üretememek anlamı taşımıyor. Onlar ayrıca, sosyal ve kültürel zenginliklere olan uzaklığın da bir göstergesi. Böylece iki arada bir derede kalmanın nesnel koşulları oluşuyor.
Göçmenler açısından anadili, eğitimde fırsat eşitliğinin vazgeçilmez bir etmenidir ve öncelikli olarak uyuma ve ekonomiye katkısıyla ölçülemez. O, çocuğun gelişim süreci için, kişiliğini edinmesi, duygu ve düşüncelerini ifade etmesi için önemlidir ve tartışmasız bir doğal haktır. Bu doğal hakkın, çeşitli gerekçeler gösterilerek (AT/AB’nin aldığı kararlara rağmen) onlarca yıl ortadan kaldırılmış olması antidemokratik bir tutumdur ve burada çağdaş bir eğitimden söz edilemez. Almanya, demokratik imajına toz kondurmasa da durum böyledir. Amaç, çocukların pratikte ikidilli yetişmesi için politik mücadele vererek, anadiline hak ettiği itibarı kazandırmak olmalıdır. Ama bu kazanım, aynı zamanda yeni bir planlamanın da başlangıcı olacaktır. Türkçe derslerinin ilkokuldan itibaren müfredat programına girişini, ders kitaplarının seçilmesi ve hazırlanmasını, Türkçe anadili öğretmenleri eğitiminin yaygınlaştırılmasını (bu amaç için, Duisburg-Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünün 12 yıllık deneyimleri eşsiz bir kaynak teşkil etmekte), koordine edecek bir komisyonun kurulması gerekecektir.
Tüm göçmenleri ilgilendirmek durumunda olan anadili öğrenimi, Türkçe için verilen emek üzerinden hayata geçtiği takdirde, diğer göçmen topluluklar için de hayata geçmiş olacaktır. Bu olgu, Türkiyelilerin diğer topluluklar ile demokratik dayanışma tohumlarını içinde barındırdığından, son derece büyük bir değere sahiptir.
Ne var ki, anadili öğrenimi hak olarak kazanılmış olsa da, sonunda üst sorunsal olan “eğitimde fırsat eşitliğinin” çözüme bağlanamaması koşullarında, insanın tüm potansiyelleriyle gelişmesini engelleyen engeller varlığını sürdürecektir. Öyleyse şimdi de Alman eğitiminde “eşitlik” kavramının özüne bakabiliriz.
Eğitimde Eşitlik
Alman eğitiminde eşitlik olgusunu irdelemek, erken eleme, üç kanallı okul sistemi, sosyal katman ve göçmen unsurları göz önünde bulundurulmadan mümkün olamaz.
Üç kanallı okul sistemi, ilkokuldan sonra başlıyor ve dünya genelinde sadece Almanya ve Avusturya’da uygulanıyor. Bu sistem, çocukları 4. sınıftan sonra yetenekleri ve becerilerine göre ayırıyor ve farklı boyutlarda teşvik edilecekleri üç okul türüne yönlendiriyor: Hauptschule, Realschule ve Gymnasium. Burada belirtelim ki, eğitim, özünde, ekonominin gereksinim duyduğu elemanları yetiştiren bir yapıdır. Bu gereksinim ise hem kalifiye hem de kalifiye olmayan elemanları kapsamaktadır. Okul, böylece, sahip olduğu düşünülen işlevinin tersine, belli bir öğrenci kitlesini geliştirmek ve yetersizliklerini gidermek için değil, yetersizliklerinin kalıcılığını sağlamak, onları ucuz işgücü yapmak için ayırıyor. Adına eleme süreci de diyebileceğimiz bu ayırım, çocukların henüz gelişme aşamasında oldukları ve yeteneklerinin tüm yönleriyle saptanamayacağı bir dönemde, ilkokulun sonunda gerçekleşiyor. Böyle olduğu halde, eleme mekanizması, uygulamalarını bilinçli olarak sürdürüyorsa, o zaman şu soruyu sormak gerekmekte: “Elemeyi meşrulaştıran teşhisler hangi kriterlere dayanıyor ve öğretmenler acaba teşhis yapabilecek kapasiteye sahip mi?”.
“Teşhis”, tıp alanında daha sık kullanılan bir kavramdır ve sağlık sorunlarının kaynağını saptama prosedürüdür, yani olası çözümün ilk aşamasıdır. Okul bağlamında anlamı, kısaca, öğrencinin eğitim düzeyini saptamak, bildiklerini ve eksikliklerini ortaya koymaktır. Amaç teşvik için zemin hazırlamaktır. Eğitimde ise sonuç, elenmek veya elenmemek olmaktadır. Alman öğretmenlerin şahsi gözlemleri ve karne notları, eleme için belirleyici nitelikte verilerdir. BM-Eğitimde İnsan Hakları raportörü Vernor Munoz’un 2006’da yayınlanan raporunda belirtildiği gibi, Alman öğretmenler teşhis koymakta ciddi yetersizlikler göstermektedir. Buna rağmen teşhis yapılıyorsa, kriterlerinin ne olduğu açıklık kazanmalıdır. PISA araştırmalarının ve Munoz Raporu’nun ortaya çıkardığı gerçeğin, alt sosyal katmandan ve göçmen çevrelerinden gelen ve de özürlü olan çocukların fiilen ayırımcılığa tabi tutulmaları olduğu kavranıldığında, kriterlerin de “göç” ve “sosyal katman” unsuruna dayandığı görülebilir. “Anadili” ile “eğitimde eşitliğin” kesiştiği nokta da buradadır. Göçmen çocuklarının dil yetersizliği nedeniyle derste düşük performans ve davranış bozukluğu göstermeleri, onların yeteneksizliği olarak algılanmaktadır. Alt sosyal katmandan geldikleri için de, eğitimli bir aileye kıyasla, okul öncesi çağda, bilişsel ve kültürel donanımı sağlayamamaları, okul sürecine yenik başlamalarına ve daha sık elenmelerine neden olmaktadır. Almanya’da işçi çocuklarının ezici çoğunluğunun Sonderschule ve Hauptschule’lere, memur çocuklarının büyük bir bölümünün de liselere yönlendirildiği bilinen bir gerçektir. Alt sosyal katman çocukları, lise için daha az tavsiye almaktadır.
Eğitimde eşitsizliği kabul etmeyen Alman ve göçmen kuruluş, şahıs ve oluşumlar, erken elemeyi mümkün kılan üç kanallı okul sistemi yerine, 10 yıllık, tek kanallı bir sistem talep etmeliler. Yaşadıkları çevrede yeterli donanım sağlayamayan çocuklar için, daha 1. sınıfa başlamalarını beklemeden, okul öncesinde, teşvik programlarının hazırlanması ve hayata geçirilmesi istenmelidir.
Türkiyeliler ve diğer göçmenler açısından “anadili”yle başlayan demokratik talepler, “eğitimde eşitlik” alanında sürdürülmelidir. Tüm çalışmaların yoğunluğu, yine de, öncelikle anadili hakkını kabul ettirmeye odaklanmak durumundadır.
2. Toplumsal Yaşam
Almanya’da topluluklar hiçbir zaman, birliktelikleri ne denli zayıf olursa olsun, uyum sürecinde yaşandığı kadar, öfke ve güvensizlik duygusuyla birbirinden uzak durmadı.
“Uyum”, artık sözlüksel anlamının tam tersini ifade ediyor, süreç de, ayrılmayı ve kopmayı anımsatıyor. Bir yandan toplumsal yaşamda ortak paydaların neler olduğu hakkında fikir üretilirken, öte yandan “onlar ve biz” biçiminde şekillenen kutuplaşma yerleşik bir hal alıyor. “Onlar”ın büyük bölümünün en temel özelliği, “entegrasyon karşıtlığı” olarak algılanıyor.
Genel görünümüyle göç sorunu, giderek derinleşen küresel krizin dinamikleri tarafından güdümleniyor. Ekonomik çıkarların hedefine göre şekillenen politikalar gereği de, ani patlamalar gösteriyor veya uzun sessizlik dönemlerinden geçiyor.
Sosyal, siyasal ve ekonomik konumu açısından göç konusu “Die Gaste”de, ağırlıklı olarak şu iki yönüyle irdelendi: “Sorunların kaynaklandığı maddi temel ve bunların kamuoyunda işleniş biçimleri”.
Maddi temeli, göçmenlerin ucuz işgücü olması ve ekonomik kriz koşulları belirliyor. Ucuz işgücü, insanın az ücretle varlığını sürdürmesi demek. O, doğası gereği, barınma, beslenme, eğitim, kültürel yaşam v.b. alanında en düşük seviyeye işaret eder. Diğer bir ifadeyle, toplumun ulaşmış olduğu çağdaşlık düzeyine kıyasla geride bırakılmışlıktır. Almanların alt sosyal katmanları için de bu geçerli.
Yabancı ucuz işgücü, sermayenin kârını arttırdıkça, sosyal fonlara katkı sağladıkça ve yerli işçilerle sıkı rekabete girişmedikçe kabul gördü. Yaşayış biçimleri ve kültürel ihtiyaçları ise (Almanca bilgileri de dahil) önemsenmedi. Bu, toplumsal yakınlaşmanın asgari koşullarının planlı programlı, yatırım yaparak değil, kendiliğinden gerçekleşmesini beklemekti. Kısa bir süre öncesine kadar göç ülkesi olmadığını her fırsatta açıklayan Almanya, tersi açıklamasını, işsizliğin giderek arttığı ve sosyal hakların tırpanlandığı bir döneme denk getirdi. Aslen, göçmenlerin ekonomi açısından eski önemlerini yitirdikleri bu sürece “entegrasyon süreci” denilmekte. Bu nedenle, şiddetlenen rekabet temelinde, devlete yük olan bir kitlenin elenmesinin artık nesnel koşulları mevcut. Fakat öznel koşullar henüz kıvamında değil. Toplumun gözünde bu kitlenin geri gönderilmesini meşrulaştırmak için, toleranszedelerin adına “tabu kırmak” dedikleri çok yönlü girişimler ve tartışmalar başlatıldı. Nüans farklarına rağmen tümünün ortak iletisi ise, (özellikle Türklere ve müslümanlara yönelik) güvenliğin ve sosyal huzurun tehdit edildiğidir. Bu kötü imaja sahip kesimlerin dışlanması, demokratik ve sosyal haklarının kısıtlanması hiç de mantık dışı görünmeyecektir. Önemli olan, toplumun bu durum karşısında kendini haklı bulması ve vicdan azabı çekmemesidir (Keza vicdanen rahat olmak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın, itibarı için vazgeçemeyeceği bir duygudur). Bu bağlamda oluşturulan baskı ortamında insanlar, iyi niyetlerini ortaya koymaya zorlanmaktadır. Eşitliğe yönelik istekler içinse yer yoktur.
Bilinmesi gerekir ki, göçmenler çağdışı ve iradesiz değildir. Kendi yaşam koşullarını sorgulayabilecek ve çözümler üretebilecek demokratik potansiyellere sahiptir. Propagandaların aksine, sosyal yaşama katılmak, ortak dili sorunsuz konuşabilmek ve kâğıt üstünde değil, gerçekte yurttaşlık hakları edinmek onların çıkarınadır.
Yapılması gereken, yaratılan olumsuzluklar zincirinin kırılması ve uyum sürecinin bugünkü şekliyle terk edilmesidir. Uygulanan asimilasyon baskısının ve önyargıların kime hizmet ettiği açıklık kazanmalı ve göçmenlerin toplum içinde yönünü bulabilmesi için, Alman kültürü derinliğine tanıtılmalıdır. Çocukların eğitimde başarısı için anadili hakkı kazanılmalıdır. Bu amaçlara ulaşmak için belirginleşen görevleri, ne dini referanslarla ne de bireysel çıkar peşinde koşarak yerine getirebilecektir. Aydın demokrat insanların girişimci ruhu, kararlılığı ve tutarlılığı, ivedi sorunların çözümünde belirleyici olacaktır.
|
|
|
| |