|
|
Die Gaste, SAYI: 5 / Ocak-Şubat 2009
|
Yine iki dillilik üzerine
Dr. Songül ROLFFS
1. İki dillilik derken ne anlıyoruz?
2. Kavramların öğrenilmesi, iki dillilik ve zeka arasındaki ilişki
Die Gaste, ilk çıkışından itibaren ağırlıklı olarak iki dillilik konusuna büyük önem ve yer verdi. Bu yazıda da iki dilliliğin şimdiye kadar üzerinde durulmamış olan türleri ve zeka gelişimi üzerindeki etkisi konusu tartışılacaktır.
1. İki dillilik derken ne anlıyoruz?
İlk etapta iki dilliliği siyasi ve sosyolojik etmenlerden dolayı bireysel ve toplumsal iki dillilik olmak üzere iki sınıfa ayırmak gerekiyor. Dünyada 195 devletin ve 6000 küsürün üzerinde dilin olduğunu hesapladığımızda toplumsal iki dilliliğin çok daha yaygın bir olgu olduğunu görmekteyiz. Yani yaşamın getirdiği etmenlerin zorunluluğu dolayısıyla bir bireyin iki veya daha fazla dili bilmesi, konuşması oldukça normal bir durum. “Bireysel” iki dillilik ise, sadece bir dilin konuşulduğu bir ülkede yaşayan bir bireyin, kendi veya ailevi kararı ile başka bir dil edinip konuşması durumudur.
Dilbilimsel açıdan ise iki dillilik, dilin öğrenildiği zamana, öğrenim koşullarına, iyi bilinme seviyesine ve iki dil arasındaki ilişkiye göre dört etmen altında sınıflandırılmaktadır. Şimdi bu sınıflandırmalara kısa bir göz atalım.
1. Zaman ile kastedilen, ikinci dilin öğrenilmesine ne zaman, hangi yaşta başlanıldığıdır. Genel olarak zaman etmeni açısından iki ayrım yapılır: ikinci dilin doğumdan itibaren anadiline paralel bir şekilde öğrenilmesi (synchron) ya da ikinci dilin daha sonra öğrenilmesi (= konsekutiv). Almanya’da doğan ve evlerinde Türkçe konuşan Türk kökenli çocukların çoğu, ikinci dilleri olan Almanca’yı daha sonra, ya çocuk yuvasında ya da – en kötü ihtimalle – okula başladıktan sonra öğrenmeye başlıyorlar. İkinci dilin anadile paralel öğrenilmesinde ise anne-babanın anadillerinin ayrı olmasının getirdiği bir zorunluluk var. Bu durumda “bir dil bir birey” prensibi önemlidir. Çocuğun her iki dili de anadili olarak öğrenebilmesi için annenin ve babanın çocuklarıyla sadece kendi anadillerinde konuşması şarttır. Bu demek değildir ki sadece anne-baba çocukla bu dillerde konuşmalıdır. Bu işi çocukla yoğun ilgilenen diğer insanlar da (nine, dede veya bakıcı gibi) üstlenebilirler.
2. Öğrenim şartları ikinci dilin kurumsal bir destekle mi, yani okulda veya herhangi bir kursta mı (= gesteuert) yoksa kurumsal bir destek olmadan mı (= ungesteuert) öğrenildiğini içerir.
3. İkinci dili konuşma ve bilme derecesi geniş bir yelpaze gibi değişik seviyeler içermektedir. Bir insanın iki dillilik seviyesi belirlenirken, bu seviye, her iki dili de çok iyi bilmesinden, ikinci dili pasif, yani sadece okuyabilir olması durumuna kadar çeşitli dereceleri kapsar. İlk önce her iki dili de iyi bilme ve konuşma durumu (= additiv) ile zamanla ikinci dilin anadilin yerini alması, anadilin zayıf kalması (= subtraktiv) durumu arasında bir sınıflandırma yapılmaktadır.
Hem anadili hem ikinci dili iyi bilme durumu da yine değişik derecelere ayrılır. Her iki dili de akademik seviyede çok iyi bilmeye, yani sadece anadilini konuşan bir dilli bir insanın anadili seviyesine eş tutulacak bir seviyeye – ki bu seviyeye ulaşmak hemen hemen imkansızdır –simetrik, yani birbirine eş durum (symmetrisch) denilir. Diğer durum ise, her iki dil de iyi bilinip, ama duruma ve konuya göre bir dilin diğer dile daha üstün olmasıdır. Bu duruma da dengeli (= balanced) veya eş seviyede olmama (=asymmetrisch) denilir. Diğer bir olgu da iki dilin bir arada kullanılmasıdır (= codeswitching). Bu son olgu, iki dilde yetişen biri için, eğer konuştuğu insan da her iki dili biliyorsa normal bir durumdur. (“Codeswitshing”e en güzel yazılı örneklerinden biri, örneğin “Die Gaste”nin 2. sayısındaki “Elli Yıllık Göç ve Yarım Dilli Entegrasyon” adlı Arslan Yalçın’ın yazısı gösterilebilir.) Ama eğer karşısındaki kişi kendisinin bildiği iki dilden sadece birisini biliyorsa, o zaman birey muhatabını tatmin edecek şekilde kendisini ifade edebilmede zorlanacaktır. Böyle bir durumda ise her iki dili de yarımyamalak bilme veya bilmeme (= Semilinguismus) diye adlandırılan olgu karşımıza çıkmaktadır ki, bu terimin doğru olup olmadığı da tartışma gerektiren bir konudur. Hangi edinim seviyesi ölçüt olarak alınıp da böyle bir yargıya varılabileceği oldukça tartışmalı ve sorunludur.
4. İki dil arasındaki ilişki: Eğer konuşulan anadil ve anadile eşgüdümle azınlık kültürü tutulan, öğrenilmesi istenilen “prestij” sahibi bir dil ve kültür değilse (Türkçe’nin Almanya’daki konumu gibi), bu durum çocukların anadillerini algılamalarını olumsuz etkilemekte ve hatta anadilini konuşmayı reddetmelerine bile neden olmaktadır. Bazan da tam tersi olup Almanca’nın ve Almanların reddedilmesine yol açmaktadır ki, bu da Almanca’nın iyi bir seviyede öğrenilmesini olumsuz etkilemektedir.
2. Kavramların öğrenilmesi, iki dillilik ve zeka gelişimi arasındaki ilişki
Bilhassa 50’li yıllarda oldukça yaygın bir düşünce, iki dilliliğin çocukları olumsuz etkileyeceği; iki dili de iyi öğrenemeyeceği, kişiliklerinin gelişmesini engelleyeceği (Schizophrenie) yönündeydi; maalesef bu düşünce günümüzde de az da olsa hâlâ var ve anne-babalara çocuklarıyla sadece Almanca konuşmaları hâlâ eğitimciler tarafından bazı eğitim kurumlarında tavsiye edilmektedir (Bu ve buna benzer tavsiyelerin anne-babaların Almanca’yı ne kadar iyi bildikleri veya bilmedikleri düşünülmeden yapıldığı için, dilbilimsel ve pedagojik açıdan ne kadar yetersiz olduklarını açıklamaya gerek bile kalmıyor.). Ancak daha sonraları yapılan araştırmalarda bu tür düşüncelerin tutarsız olduğu, aksine iki dilli çocukların – eğer ki iki dilliliklerini elverişli ortamlarda, eğitim kurumlarının desteğiyle edinmişlerse (!) - bir dilli çocuklara nazaran daha zeki ve başarılı oldukları kanıtlanmıştır.
Kavramları öğrenirken Ferdinand Saussure’ün teorisinden yola çıkarak dili ses imgesiyle, yani bir sözcükle bir düşünceyi, bir cismi birbirine bağlayan bir göstergeler dizini olarak algılarsak, dil, bir gösteren (=signifiant = ses imgesi) ile bir de gösterilen (= signifié = cisim, düşünce) öğelerinden oluşmaktadır.1
Bir dilli bir çocuk anadilini öğrendiğinde sadece “ağaç” ses imgesini öğrenirken, iki dili öğrenen bir çocuk ise - aşağıdaki grafikte gösterildiği üzere - hem “ağaç” hem de “der Baum” ses imgelerini, yani iki sözcüğü birden öğrenmektedir ve dolayısıyla bir cismin, bir düşüncenin sadece bir ses imgesiyle, yani bir sözcükle değil, iki veya duruma göre üç ve daha fazla sözcükle adlandırıldığını/adlandırılabileceğini öğrenmektedir.
Bu durumda iki dili de çocuk yaşta aşağı yukarı eş zamanda öğrenen çocuklar bir gösterilenin=cismin, düşüncenin birden çok gösteren=ses imgesi tarafından adlandırılabileceğini kolayca kavrayabiliyorlar. Bu da iki dilli çocukların soyut düşünme yetilerini daha erken ve daha çabuk geliştirebilecekleri varsayımını desteklemektedir ve bu konuda yapılan araştırmalar da bunu göstermektedir.2 (Bu tür varsayımlardan yola çıkarken tüm iki dilli yetişen bireylerin aynı sonucu gösterecekleri tabii ki söz konusu olamaz, çünkü nasıl ki tek dilde yetişen bireyler çeşitli etmenler dolayısıyla anadillerinde değişik derecede beceri ve başarı gösteriyorlarsa, bu durum iki dilli bireyler içinde geçerlidir.) Sayıları çok da olmasa, beyin ve öğrenme üzerine yapılan araştırmalar, bir bireyin somut veya soyut olsun, sözcükleri, kendilerini duygusal açıdan en iyi hissettikleri ortamda en iyi şekilde öğrendiklerini gösteriyor.3
Şimdi şöyle bir durumu düşünelim. Almanca’yı az bilen, yani anadili gibi iyi bilmeyen bir çocuk okula başladığı zaman başarı gösterme açısından anadili Almanca olan çocuklarla yarışmak zorundadır, yani kendisinden en azından onlar kadar başarı göstermesi beklenmektedir. Bu da çocuğu ister istemez strese sokmaktadır. Çocuk, ya elinden gelen tüm çabayı kullanarak bu yarışı kazanacak ya da bezgin bir şekilde kaybedecektir. Yapılan istatistikler de maalesef Türk kökenli çocukların ezici çoğunluğunun bu yarışı kaybettiğini, %25 civarında gencin hiçbir okul diploması almadan okulu terk ettiğini açıkça gösteriyor. Bu gerçek, bu çocukların daha tembel veya geri zekalı olduklarından kaynaklanmıyor, tam tersine mevcut eğitim sistemi bu çocukların öğrenmelerini destekleyecek, kolaylaştıracak, kendilerini iyi hissedecek bir ortam sunmadığından kaynaklanıyor.
Şimdi Saussure-Modeline tekrar geri dönelim. Eğer çocuk okulda bilmediği Almanca bir söz dizimi, yani sözcük (= gösteren) duyarsa, bu sözcüğün içeriğini, yani gösterilenin ne olduğunu bilmediğinden bu sözcük içerik olarak ya boş kalacaktır, dolayısıyla hafızaya geçmeyecektir, ya da bu sözcüğün içeriği “bulanık” kalacaktır; yani çocuk tam karşılığı olmayan, kendince karşılığı olabileceğini düşündüğü bir anlamı bu sözcüğe “uyduracaktır”. Okul süresince – anadili okulda gerektiği şekilde öğretilmediğinden - bu “boşluklar”, “bulanıklıklar” arttıkça başarı seviyesi de düşecek ve çocuğun öğrenme zevki, hevesi azalacak, yok olacak ve çocuk ister istemez okuldan soğuyacaktır. Konuştuğu bu dile de yukarıda sözünü ettiğimiz “Semilunguismus” yani iki dili de yarımyamalak bilmek adı verilecektir, daha doğrusu veriliyor. Peki bunu önlemenin çaresi var mı? Varsa, nedir? İstisnaları bir kenara bırakırsak bu sorunun en kolay çözümü bu çocukların anadili öğrenme süreçlerini kesmeden, anadilini ve ikinci dilleri olan Almanca’yı hem anaokullarında hem de okullarda – son sınıfa kadar4 – paralel öğrenmelerini sağlamaktır. Bu model de kaliteli öğretmen gerektirmektedir. Dolayısıyla Almanya’da üniversitelerde yaygın olarak Türkçe’nin öğretmenlik bölümlerinde okutulması ve öğretilmesi vazgeçilmez bir zaruriyet olarak daha da belirginleşiyor. Şu ana kadar sadece Essen-Duisburg Üniversitesi’nde bu ders verilmektedir, o da sadece ilkokuldan sonraki okullarda öğretilmek üzere. Yani tabiri yerindeyse Almanların dediği gibi bu durumla “das Pferd wird von hinten aufgesäumt”.
İstenilen şudur ki, olumlu şartlar altında, yani iki dilli çocukların sosyal, ekonomik, ailevi (anne-babanın eğitim seviyesi, çocuğun anadilinin gelişim derecesi, duygusal gelişimi) Almanca’ya ve Almanlara yönelik duygusal tutumu gibi önemli etkenler göz önüne alınarak Alman eğitim sisteminde çocuklara hem anadilleri hem de Almanca öğretilsin. Bu konuda yeterince deneyim ve metod var. Önemli olan bunların – gerekirse daha geniş kapsamlı bilimsel çalışmalar yapılarak – geliştirilmesi ve uygulanması! Bu talep de her şeyden önce siyasi bir talep olarak Alman okul sisteminin değişmesi gerektiğini bir kere daha gündeme getirmektedir. Yani okul sisteminin bu öğrencilerin sorunlarına çözüm getirecek, ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Her şeyden önce anaokullarında iki dilli eğitimcilerin olması, ilkokul ve diğer okulların yarım gün yerine tüm gün hizmet vermeleriyle çocukları ve anne-babalarını zorlamadan hem anadillerini hem de Almanca’yı iyi bir seviyede (buna akademik seviye diyelim) öğrenmeleri sağlanmış olur. Pisa araştırmalarının da gösterdiği gibi Almanya’daki çocukların okul başarıları anne-babalarının eğitim seviyesine eşgüdümlü olduğundan, tüm gün ders veren okullarda çocuklara daha iyi şans eşitliği sağlanmış olur.
Sonuç olarak ta 80’li yılların başlarından beri üzerinde önemle durulan iki dillilik, iki dilde eğitim, anadilin öğretilmesi hakkında şunlar söylenebilir:
İki dillilik
· iki dili ve iki kültürü bilmek ve anlamaktır,
· bir dili diğerine nazaran daha iyi veya daha zayıf olmasıdır,
· iki dili bir arada kullanmaktır (codeswitching),
· iki dilde düşünmek ve hissetmektir,
· her iki dilin el kol hareketleriyle, iki dilin vurgu özelliğiyle konuşmaktır,
· çocukların becerisini veya zekasını zorlamak değildir, tam tersi geliştirmek demektir,
· öğretim metodunun ve öğretim sisteminin gelişmesi/değiştirilmesi demektir,
· anadiline sahip çıkmak demektir,
· zengin bir potansiyele ve kaynağa sahip olmak demektir,
· iki dillilik Avrupa’da istenilen ve gerçekleştirilen normal bir olguyken, Alman okul sisteminin hala kabul etmediği; kabul etmek istemediği bir olgudur.
Kaynakça:
Çelik, Hidir (Hg.) (1999): Mehrsprachigkeit. Aspekte und Standpunkte. Bonn
Felix, Sascha (1982). Psycholinguistische Aspekte des Zweitspracherwerbs. Tübingen
Leist-Villis, Anja (2008): Elternratgeber Zweisprachigkeit. Informationen & Tipps zur zweisprachigen Entwicklung und Erziehung von Kindern. Tübingen: Stauffenburg.
Roth, Gerhard / Spitzer, Manfred / von Herder, Ralf Caspary (2008): Lernen und Gehirn. Der Weg zu einer neuen Pädagogik, Freiburg
Saussure, Ferdinand de. Hrsg. von Charles Bally (2001): Grundfragen der allgemeinen Sprachwissenschaft. Berlin [u.a.], 3. Aufl.
Spitzer, Manfred (2002): Lernen: Gehirnforschung und die Schule des Lebens. Spekturm Akademischer Verlag, Heidelberg
Wode, Henning (2002): Psycholinguistik. Eine Einführung in die Lehr- und Lernbarkeit von Sprachen. Theorie, Methoden, Ergebnisse. Ismaning.
Dipnotlar:
1 Burada dilin pragmatik tarafını, yani bağ-lamı konu dışı bırakıyorum.
2 Bkz. Leit-Villis, Anja:2008 ve www.zweisprachigkeit.net (05.01.2009)
3 Roth, Gerhard / Spitzer, Manfred / von Herder, Ralf Caspary (2008)
4 Burada kastedilen okullardaki Almanca dersleri gibi okutulmasıdır, yanil nasıl ki Almanca birinci sınıftan başlayıp son sınıfa kadar okutuluyors anadilin de (müfredat saati daha az olabilir).
|
|
|
| |