|
|
Die Gaste, SAYI: 5 / Ocak-Şubat 2009
|
Çağdaş Eğitim ve Öğretime Açılan Pencere
Taner ATABEK
Son birkaç ay içinde, Birleşik Amerika’da patlak veren ve dünyaya yayılan “mali bunalım”, tartışmalarıyla uzun süre gündemde kalacağa ve tüm insanlığı yakından meşgul edeceğe benziyor.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, arkasından da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile kapitalizmin küreselleşmesine bakıp bazıları „yeni liberalizm“ adıyla yeni bir dünya düzeni oluşacağını varsaymışlardı. Ancak bu varsayım gerçekleşmedi.
Yüzyılımızın başlarındaki en çarpıcı gerçek şudur: Kapitalizm, geçen süre içerisinde, tek başına yeni bir dünya düzeni oluşturmaya kalkıştı ve iletişim teknolojisinden de yararlanıp küreselleşme sürecini hızlandırdı. Böylece „küreselleşme“, her şeyin metalaştırıldığı bir süreç oldu ve paranın totalitarizmi ön plana çıktı. Günümüzde paranın totalitarizmi konusunu, Almanya’daki kilise sorumluları defalarca dile getirdiler. Son zamanlarda, Almanya Sosyal Demokrtat Partisi’nin genel başkanı Franz Müntefering de benzeri açıklamalarda bulundu. Onların bu uyarılarına kamuoyu tanık oldu.
Buna ek olarak, Kuzey-Güney arasındaki uçurum yıldan yıla daha da arttı. Kapitalizm, yeni teknik olanaklardan da yararlanıp ülkeleri ve halkları, kültürleri ve değerleri inanılmaz bir biçimde kendisine bağımlı kıldı. Ülkeler, yalnız ekonomik değil, sosyal, siyasal, ahlaki ve kültürel bir bocalama sürecine girdiler. Buna örnek olarak şu anda Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu gösterebiliriz.
Yeni liberalizim adına birçok ülkede devlet işletmeleri özelleştirildi, sosyal devlet anlayışı demode oldu. Sermayenin üstünlüğü ve sınırsız hareketi, IMF ve Dünya Bankası’nın mali ve parasal politikalarını kabul etme, örnek bir ekonomi politikasi olarak öne çıktı.
Günümüzde eğitim ve öğretim koşullarının iyileştirilmesi, çağımızın genç insanının geleceğe donanımlı bir biçimde yetiştirilmesi için kaynak artırımı önerisinde bulunulduğu zaman, nedense politikacılar hiç ek kaynak ayıramazlar. Fakat ekonomi uzmanları, 1929 Büyük Bunalımı’nda olduğu gibi, ekonomiyi kurtarmak için “önlem paketleri” öngörmektedirler. Nitekim, ekonomik krizi aşmak amacıyla devletler, kesenin ağzını açmaya başlamıştır. ABD’nde ve Avrupa’da, ekonomiyi kurtarmak için birçok “önlem paketi” tartışılıyor ve ekonomiyi kurtarma girişiminde bulunuluyor. Başta ABD olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, yalnız özel bankalara ortak olmayı değil, aynı zamanda özel işletmelerden de büyük paralar karşılığında pay almayı düşünüyor. Yukarıda söz konusu olan ülkeler, yeni liberalizmin kuralını çiğneyerek, tekrar ekonomiye müdahale eden devlet olma yolunda hızla yürümekteler. ABD’nde Bush Hükümeti, ekonominin daha fazla felce uğramaması için bazı bankaları devletleştirdi, bazı sigorta şirketlerini büyük paralar karşılığında satın almak zorunda kaldı. Obama, iş başına geldiğinden beri, ABD ekonomisini biraz olsun rahatlatmak için 850 milyar Dolar’lık önlemler paketini senatodan geçirmeye çalışıyor. Almanya, banka sistemini ayakta tutabilmek için devlet olarak 500 milyar Euro ayırdı. Arkasından Federal Hükümet, ekonomisini biraz olsun canladırmak için 50 milyar Euro değerinde ikinci önlemler paketini onayladı. Hatta üçüncü önlemler paketinin de gündeme geleceği tartışmaları başladı.
Önde gelen ekonomistler, bugün, “küreselleşmenin” ABD’nin zararına işlediğini haykırıyorlar. Bu büyük kriz, küreselleşme kurallarına aykırı da düşse, ABD’ni kendi ekonomisini korumak için himayeci önlemleri almaya zorlayabilir. ABD’nin ekonomisini iflasa sürükleyebilecek diğer önemli neden ise hiç süphesiz, onun dünya gücü olması ve bu gücünü sürekli kılabilmek ve dünyadaki gelişmeleri kendi yararına biçimlendirebilmek için yaptığı zorunlu büyük askeri harcamalardır.
Dünyanın ideolojik farklılıklara dayalı iki kutuplu olma özelliği sona erince, “bilgi üreten ülkeler” ve “mal ve hizmet üreten ülkeler” olmak üzere yeni bir dünya düzeni oluştu. Bilgi üreten ülkeleri ABD ve İngilizce konuşan diğer devletler, mal ve hizmet üreten ülkeleriyse Çin ve Hindistan’ın yanı sıra, Asya-Pasifik kıyısı ülkeleri oluşturuyor.
21. yüzyılda oluşan küresel bilgi ekonomisi, işgücünde belirli temel yetenek ve beceriler aramaktadır.
Günümüz insanı, çokuluslu ortamlarda en az üç-dört dil konuşabilmek (anadili/Almanca/Ingilizce); değişik kültür ve inançlara sahip olan insanlarla çalışabilmek, sorumluluk almak, ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları ya da fikir ayrılıklarını uzlaşma içinde gidermek, karar mekanizmasına katılabilme cesareti göstermek, siyasal ve toplumsal alanda etkin olmak, demokratik kurumların işleyişine katkıda bulunmak, hem meslek alanında hem de birey olarak kendini yaşam boyunca sürekli yenilemek ve çağımızda gelişen yeni bilgi teknolojileri hakkında gerekli yetenek ve becerilere sahip olmak durumundadır. Almanya’da yıllardır eğitim ve öğretim alanında bir türlü gerçekleştirilemeyen reformlar karşısında bizim açımızdan ne gibi adımlar atılmalıdır ki, içinde yaşadığımız toplumun bireylerini oluşturacak insanlar böyle yetenek ve becerilere sahip olabilsinler? Yine sivil toplum örgütleri ya da birey olarak ne gibi sorumlulukları yerine getirmeliyiz ki, özlemini duduğumuz gelecek gerçekleşebilsin?
Yalnız bu arada, Almanya’da yaşayan Türklerin entegrasyonu üzerine, Berlin Enstitüsü tarafından yapılan sözde bilimsel bir araştırmanın sonuçlarının tartışıldığını unutmamak gerekir! “Dört yıl önce yapılan araştırmanın sonuçlarına göre –en uyumsuz grup– Türkler!” Artık günlük konuşmalarımıza bir sözcük daha eklendi: “Uyumsuz”. Hala önyargılarda bir değişiklik yok! Yazık! Gel de Hoca’yı anımsama!
Bu konulara gelecek sayılarımızda tekrar değineceğiz...
|
|
|
| |