|
|
Die Gaste, SAYI: 5 / Ocak-Şubat 2009
|
Tiyatro Hakkında Can Sıkıcı Bir Makale
Aydın IŞIK
Böyle bir platformda sınırlı bir cümle sayısı ile böylesine iddialı ve aslında daha fazla yer ve zamana ihtiyacı olacak bir konuyu derinine inerek incelemek zor olacak, ama elimden geldiğince toparlamaya çalışacağım.
Tiyatronun tarihçesine girilirse –ki böylesi makalelerde tarihi açıklamalar okuyucu olarak beni de korkutur, ama telaşa gerek yok uzun sürmeyecek– başlangıcı için kesin bir zaman verebilmek mümkün olmasa da, akla makul gelen bir tez, insanın daha mağaralarda yaşayıp en büyük lükslerinin yakalanan avın etinin tuz eşliğinde ateşte kızartılması olduğu dönemlerde (günümüzdeki mangalın ilk versiyonu olur), avlanma anında başlarından geçenleri diğerlerine tüm vücut dillerini de kullanarak anlatmaları ile başladığını söyler. Yani ailesini ya da kabilesini doyurabilmek için geyik avına çıkmış ilkel bir arkadaş, bu av sırasında başka yırtıcı hayvanlarla karşılaşıp farklı tehlikeler atlattıysa, kendi ortamına döner dönmez bu durumu amatör ruhla hazırlanmış kendi rejisi ile hem kendisini, hem zıplamakta olan geyiği hem de ona kafayı takmış yırtıcı hayvanı oynardı. Yani bu şekilde bundan binlerce sene sonra onun hayatına göz dikmiş yırtıcı hayvan sayesinde bir sanat dalının doğacağını tahmin bile edemezken tiyatronun ilk adımlarını atmış oluyordu. Bir tiyatro emektarı olarak bu avcı arkadaşa saygımız hala sonsuzdur.
Bundan sonraki yüzyıllarda, artık dini törenlerde de dans eşlikli sahne gösterilerinin gündeme gelmesi ile tiyatro da yavaş yavaş bir sanat dalı olarak ortaya çıkmaya başladı. Tiyatronun ilk oyun formundaki büyük adımları antik yunan döneminde atıldı. Daha milattan önce 6. yy’dan itibaren dram ve 5. yy’dan itibaren de komedi türü oyunlara rastlanmaya başlandı. Daha geçen yaz gezdiğimden gitmeyenlere tavsiye ederim, ilk tiyatro sahnesi de yine Atina’da milattan önce 5. yy’da inşaa edilen Dionysos Tiyatrosu’dur. Bundan 2500 sene önce konulmuş mermer taşların üzerinde oturup o sahneye bakmak insanın ruhunu okşayan bir duygu, meraklılarına tavsiye edilir.
O dönemden sonra zaten “yürü ya kulum” desteği ile bu sanat dalı da aldı başını gitti. Yine tiyatro denince akla gelen ilk isim tabii ki Shakespeare oluyor. Şimdi bunun nedenine de inersek; düşünün ki 52 sene yaşamış, ilk oyununu 25 yaşında yazmaya başlamış, kayıtlara göre son oyununu da 49 yaşında tamamlamış. Kısa bir matematiksel hesapla bu 24 seneye 37 tiyatro oyunu oluyor. Yani yine basit bir bölme işlemi ile karşımıza senede 1,5 oyun yapıyor ki, kendisi sadece yazma ile bırakmayıp oyunların sahnelenmesini de sağlamış. Bunun yanı sıra yazılan sonetler de cabası. Tabii yazılan eserin sayısı kalitesini göstermez, benim de, hüzünlü olduğu bir gecede 30’a yakın şiir yazan tanıdıklarım oldu (ya da yazdıklarının şiir olduğunu iddia eden diyelim). Fakat eğer ki Shakespeare’in herhangi bir oyununu okumuş ya da izlemişseniz, tiyatro dalındaki bu tartışılmazlığını anlıyorsunuzdur.
En tanınmış örneklerden gidersek, kaç kere okursak okuyalım, Romeo ve Jülyet’de, her ne kadar oyunun sonunu bilsek de Jülyet’in Romeo’ya yolladığı haberin ulaşacağını sanırız son ana kadar, ya da Otello Desdemona’yı boğamadan Emilia’nın gelmesini bekleriz, ya da Hamlet’in Laertes ile yaptığı mücadelede o zehirli kılıçtan yara almamasını umut ederiz. Bu da Shakespeare’in yazım kalitesini gösterir, çünkü bir oyunda okuyucuyu ya da seyirciyi son ana kadar hikaye ile yaşatabilmek kolay değildir. Ve Shakespeare’i Shakespeare yapan da bu olmuştur. Artı bir de kullandığı benzeri zor bulunur edebi dil. Ne yazık ki Türkiye’de özellikle yabancı oyunların çevirilerinde bazen özensizlik gözlense de iyi bir arama ile oyunların hakkını veren çevirilere de rastlanabiliyor. Artı yine dil zenginliği açısından Shakespeare oyunlarının Almanca çevirilerini özellikle tavsiye ederim.
Sanki konudan çıkıp Shakespeare danışmanlığına dönmüş gibi oldum, ama belki de yukarıdaki açıklamalardan sonra içinizden birisi çıkıp ilk defa bir tiyatro oyunu okuyacak ve ilgisini çektiğinden daha sonra ilk defa tiyatroya da gidecektir ki, bu da bizim için bir kazanç olur.
Tiyatro dehalarına daha sonraki yüzyıllarda tabii ki niceleri de eklendi, Schiller, Goethe, Tschechow, Büchner, Bertolt Brecht bunlardan yalnızca bazıları. Ve bu insanları birleştiren nokta yazdıkları oyunlarla insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmalarıydı. Tiyatronun dünyayı değiştirebileceğine inanıldığı zamanlarda insanları sosyal ve politik duyarlılığa itmeyi başarmış oyunlar çok olmuştur.
Tabii yukarıda bahsedilen bu emeklerin, ava çıkmış ilkel insandan Shakespeare’e, Schiller’den günümüze kadar sanatın bu gösteri tarzının en olmazsa olmazı da seyircidir. Ve burada da işte biz tiyatro ile uğraşanların sayfalarca ağlayabileceği dert başlıyor. Yine baştaki örneğe dönersek, elinde mızraklı avcı sabahtan akşama kadar geyik gibi sağdan sola zıplasın, bir tane bile izleyeni olmayınca ayaklarına yazık edecektir sadece. Ve bu avcıdan bu yana seyircisizlik tiyatronun hep kaderinde olmuştur. O yüzden “ben bu işten acayip para kazanacağım” diyen aklı başında hiç kimse de bu işle uğraşmamıştır.
Burada yaşadığımız için Alman-ya’yı göz önünde tutarsak; tiyatro kültürü çok gelişmiş bir ülke. Her sene ülke bütçesinden milyonlarca euro sadece tiyatro için ayrılıyor. Özellikle şehir ya da devlet tiyatrolarına gitmiş olanlar bilirler, bu sanat dalı açısından hemen hemen hiç bir masraftan kaçınılmıyor. Ama bunlar tabii devlet destekli tiyatro binaları. Bunların haricinde bir de özel tiyatrolar geliyor ki, bunlar da tamamen seyirci destekli ayakta kalmaya çalışan tiyatrolar oluyor. İçlerinden illa ki yine de devlet desteği alanlar var, ama bu destek genelde kira, elektrik gibi ana masrafların gitmesine yeterli oluyor. Bir oyun sahneye koyabilmek içinse bu tiyatroların oyunlarını izlemeye gelen seyircilere ihtiyacı var.
Köln’de mesela yirminin üzerinde özel tiyatro mevcut ve kimi oyunlarda seyirci sayısı 10’u bile geçmiyor, oyun her ne kadar iyi olsa da (bu arada 2008’in en sevilen lafı olan “ekonomik kriz” sonucu bu sayı 2009’da 10’un da altına inecek gibi ya hadi hayırlısı). Hadi tamam bunlar Alman tiyatro evleri olduğundan en azından ulaşabilecekleri kitle de Almanca konuşan kitle. Yani her yeni çıkan oyunda daha da fazla seyirci geleceği ümidi yine de kalıyor.
Ama eğer ki Almanca konuşan kesime bir oyun çıkarmıyorsanız, mesela Türkçe bir oyun çıkarıyorsanız, işte o zaman seyirci sorunu ile daha da acı tanışıyorsunuz. Çok basit bir örnek vereyim; 2004 senesinde 22 kişilik bir kadro ile Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” oyununu oynadık. İlk iki gösteri zaten oynayanların tanıdık, eş, dost ve akrabaları sayesinde gayet dolu geçti ve sonraki gösterilerde tabii ki Türkçe konuşan tiyatro seyircisine kaldık. Burada da hatırladığım bir akşam gösterisinden bahsedebilirim. Köln-Ehrenfeld’deki sahnemizde o akşam oyunu oynamaya başladığımızda salonda sadece 8 seyirci vardı. Biz ise sahnede 22 kişiydik. Yani bir çift kale maç yapsak, karşılaşmayı farklı kazanırdık, hatta karşı tarafı ezerdik, öyle bir sayısal çoğunluğumuz vardı.
Köln Arkadaş Tiyatrosu ve Berlin Tiyatrom yirmi senenin üstünde seyircilerine Türkçe oyunlar sahneledi ve sunmaya çalıştı. Seksenli ve doksanlı yıllarda ülke genelinde yapılan turnelerde büyük bir oranda bu başarıldı da. Tabii o zamanlar insanların kendi dillerinde bir gösteri izleme isteği Türkçe televizyon kanallarının da eksikliğinden dolayı ön planda geliyordu. Fakat ne yazık ki son 5-10 senede Türkçe oyun izleyen seyircide büyük bir gerileme yaşanıyor. Ne yazık ki insanlarımızı televizyonlarının ve dizilerinin önünden kaldırmak çok zor hale geldi. Ve bu sanata kendini adamış, bir oyunun haftalarca provasını yapan bir insan olarak, çıkan emeği bazen hatta 3-4 kişi önünde oynamak zorunda kalınca önünde iki alternatifin oluyor. Ya bu işten soğuyacaksın ya da hedef kitleni ve seyirci kitleni değiştireceksin. Bu yüzden Arkadaş Tiyatrosu da son senelerde yine yabancı kökenli kimliğinden uzaklaşmadan Almanca oyunlara ağırlık vermeye başladı. Burada tabii farklı kültürlerin birleşmesi, yakınlaşması açısından üstlenilen misyon da farklı oluyor, bizi motive ediyor. Ama yine de gönül ister ki tekrar Türkçe bir oyunla da seyircilere ulaşabilelim.
Bu arada belki içinizde duyanlar olmuştur, Türkçe oyunlarına yine de devam eden Berlin “Tiyatrom”, şehir bütçesinden gelen yardımın kesilmesinden dolayı ne yazık ki kapanmanın eşiğine gelmiştir. Umarım ayakta kalmayı başarabilirler. Arkadaş Tiyatrosu da 2003 senesinden bu yana aynı destek olmadan inatla oyunlarını sürdürmektedir, o yüzden Berlin Tiyatrom’daki arkadaşların da pes etmemelerini umut ediyoruz.
Televizyonun icadından sonra da “tiyatro artık bitmiştir” denmişti, ama tiyatro sanat dalı olarak var olmaya devam edecektir, kimi zaman azalıp kimi zaman çoğalsa da bir tiyatro salonuna girip bir kaç metre ötesinde, oyuncuların terlerini görebilecekleri mesafede onlara yeni dünyalar gösterip farklı hikayeler sunmuş oyunlardan etkilenmiş ve bunu tekrar yaşamak isteyen tiyatro izleyicisi her zaman var olacaktır. Mesela siz de sabır edip bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız, kendinize bir iyilik yapın ve yakın zamanda bir tiyatro oyununa gidin.
Tiyatro ile uğraşanlara da Çetin Altan’ın o müthiş cümlesini hatırlatırım: “enseyi karartmayalım”.
|
|
|
| |