|
|
Die Gaste, SAYI: 6 / Mart-Nisan 2009
|
Çınar yayınlarında çıkan “Özgürlük Yolları” kitabıyla Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü alan
Zehra İpşiroğlu ile söyleşi
Nurten KUM
1. Zehra İpşiroğlu, siz Almanya’yı çok iyi tanıyorsunuz. Çünkü bir süredir Almanya’da yaşıyorsunuz. Ama bir ayağınız da Türkiye’de. Türkiye ve Almanya arasında mekik dokuyan bir kişi olarak iki kültür arasında iddia edildiği kadar çok kültürel farklılık olduğunu düşünüyor musunuz?
– İki farklı kültür diye kesin bir sınırlandırma yapmaya karşıyım aslında. Çünkü küreselleşen bir dünyada bir çok yaşam biçimleri ister istemez içiçe giriyor. Öte yandan kendi içinde bütünlüğü olan bir Türk kültüründen de söz edemeyiz doğal olarak. Kent soylu bir insanın yaşamı, kırsal kesimden gelenden çok daha farklı. Sözgelimi Türkiye’deki aydın kesimle kırsal kesimden gelenler arasındaki farklılık, Türkiye’deki aydın bir kesimle Almanya’daki aydın bir kesim arasındaki farklılıktan kıyasalanamayacak derecede daha yoğun.
2. Türkiye-Almanya arasında gidiş gelişleriniz, yaşantılara hem içeriden hem de mesafeli ve eleştirel bakmanıza olanak sağlıyor sanırım. Bu yaşam biçimi yapıtlarınıza nasıl yansıyor?
– Her iki toplumda da, o toplumu belirleyen temel sorunlar var. Sözgelimi Almanya’da aşırı bireyciliğin getirdiği iletişimsizlik, yalnızlık, bizde toplumun her katmanında gündeme gelen otoriter ve erkil yapılanma. Almanya’daki göçmen kökenli üçüncü kuşağın yaşam öykülerini anlattığım ve şimdi ödül alan son kitabım “Özgürlük Yolları”nda bu sorunlar üzerinde duruyorum. Deneme romanım “İzler, Orada ve burada” (Çınar) ve “Yollar, Yerler Yüzler” (Papirüs) adlı öykü kitabımda da gene farklı coğrafyalar ve kültürler içinde yoğurulmanın getirdiği sorunlar gündeme geliyor. Yaşamımın Köln, Essen, İstanbul ve son yıllarda Fethiye Kaya Köy arasında geçmesi hem kent, göçmen ve köy kültüründen çok zengin bir malzeme sunuyor bana, hem de sorunlara belli bir uzaklıktan bakma olanağını tanıyor. Bu açıdan devingen bir yaşamın bir yazara çok fırsat tanıdığını düşünüyorum.
3. Siz yıllar önce misafir işçi olgusunun başladığı dönemlerde de Almanya’ da öğrenci olarak yaşadınız ve o süreci yakından izleme fırsatınız oldu. Sancılı bir toplumsal sürecin yakın tanığıydınız aynı zamanda. O günden bu güne değişen ve değişmeyen ne? Toplum bu gelişimlerin ne derece ayırdına varabiliyor?
– İşte bunu özellikle “Özgürlük Yolları”nda anlatmaya çalışıyorum. Yeni kuşaktan bir kesim var ki, bir çok engeli aşabilmiş. Almanya’da kendini yabancı, öteki olarak duymuyor artık. Öte yandan kendi kökenlerine bağlı olmakla birlikte din ve geleneklerin baskısından da kendini kurtarabilmiş. Bir çoğu kendilerini dünya vatandaşı olarak duyuyor. Ancak bu insanların sesi, eğer Fatih Akın gibi ünlü bir sanatcı değilse, pek duyulmuyor. Böylece Türkiye kökenlilerle ilgili tek yönlü olumsuz bakış da sürüp gidiyor. Geçenlerde Bonn’da bir söyleşiye çağırılıydım. Dinleyicilerden biri bana şöyle bir soru yöneltti: “Türkler çok tuhaf bir millet, ya yazarlarıyla, sanatcılarıyla mucizeler yaratıyorlar ya da gettolarda yaşayan göçmen işcileriyle inanılmaz bir ilkellik sergiliyorlar. İkisinini ortası yok mu, yaşanmıyor mu? Varsa, neden bu insanları biz görmüyoruz, tanımıyoruz?”. Bence bu soru, sorunu tüm çıplaklığıyla koyuyor ortaya. Dikkati çeken hep uçlar, kahramanlar ya da kurbanlar. Bense sıradan insanları, yani görünmeyenleri, gölge insanları anlatıyorum kitabımda. Bence gerçek kahramanlar onlar.
4. Avrupalı’nın size ve sizin gibi düşünen bir “Kenar Avrupalı”ya bakışı nasıl sizce? Kenar Avrupalı olmanın, sıradışı olmanın daha çok avantajını mı dezavantajını mı görüyorsunuz Almanya’da? Zehra İpşiroğlu’nun Türkiye ve Almanya ayağını yakından tanıyan biri olarak kendi duruşu ne?
– Almanya’da Almanca olarak yeni çıkan kitabım “Eine Andere Türkei”da (“Öteki Türkiye”), kendimi bir kenar Avrupalı olarak tanımlıyorum. Kenar Avrupalı olmak merkezden uzak olma anlamına geliyor. Böyle olunca da insan hakları, kadın hakları, laiklik gibi değerlere postmodern rüzgara kapılmıs olan bir merkez Avrupalı’dan daha çok değer veriyorum.
5. Türkiye 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı onur konuğuydu? Bu konudaki değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
– Ben göç edebiyatı ve çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine iki etkinlikle katıldım. Onur konuğu olmayı tabii ki iyi bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Böylece bir sürü kitap Almancaya çevrildi. Alman okuyucu da Orhan Pamuk’un dışında da bazı yazarlarla buluşma olanağını buluyor. Bu çok güzel bir şey. Öte yandan hangi yazarlar, hangi kriterlere göre çevriliyor, bunu anlayamıyorum. Bazı öyle kitaplarla karşılaşıyorum ki, neden çevrildiklerini anlamada gerçekten zorlanıyorum. En önemli yazarımızın, sözgelimi Nazım Hikmet’in yapıtlarının yeterince gündemde olmaması da yadırgatıcı. Yeni yazarlardan Tahsin Yücel’in hiç bir kitabını göremiyorum. Bunun gibi bir sürü örnek sayabilirim. Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılışında Fazıl Say’ın Nazım Hikmet Oratoriyum’undan da son dakikada sudan bahanelerle vaz geçilmesini de çok yadırgadım. Fuar’da kitapların sergileniş biçimini ve fuar organizasyonu ise bence çok ama çok sorunluydu.
6. Türkiye’ deki kültür ve sanat dünyasının –politik ve sosyal yaşamla da yakından ilintili olarak– kontraslarla, arayışlarla dolu dinamik ve değişken bir yapısı var. Kültür ve sanat dünyası içinde yoğrulmuş ve bu süreci yakından izleyen biri olarak bu değişim ve gelişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Türkiye’de özellikle İstanbul Bienalle, müzik ve tiyatro festivaliyle, sinema festvaliyle tam bir kültür metropolu haline geldi. İstanbul’dan Köln’e döndüğümde inanın ki her seferinde kendimi taşraya dönmüş gibi duyuyorum. Bu açıdan Istanbul, Paris ya da Berlin’den farklı değil bence.
7. Almanya’daki kültür yaşamını farklı kültürlere açılma açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Son yıllarda Almanya’da Türkiye kökenli bir çok sanatçı ve yazar ilgi odağı. Türkiye’li sanatçılarda bir patlama yaşanıyor adeta. Sizce tüm bu gelişmeler pozitif mi? Değerlendirmeler sağlıklı mı? Yoksa o mekanizmanın içinde gözden kaçan bir şeyler mi var?
– Her ne kadar çocukluğumdan beri iki kültürün içinde yoğurulmuş bile olsam da, yaşamımın büyük bölümü İstanbul’da geçti. Oradaki kültür dünyasının içindeyim. Almanya’da ise on yıldır yaşıyorum. Bu tabii ki Almanya’daki sanat ve kültür yaşamının içine girebilmek için çok kısa bir süre. Öte yandan Almanya’da Türk yazarlarının öteden beri belli bir çekmeceye yerleştirildiğini düşünüyorum. Bu da Almanya’ya ayak uydurmayı zorlaştırıyor. Kısaca yayınevlerinin sizden belli beklentileri var, örneğin ekzotik bir şeyler anlatacaksınız ya da İslam eleştirisi yapacaksınız vb. Bu beklentileri yerine getiriyorsanız sorun yok tabii. Sözgelimi Türkiye’de Orhan Kemal ödülü alan İsviçre’de de Nagel und Kimche yayınevinde çıkan çocuk kitabım “Nashornspiel” (“Gergedan Oyunu”), Almanya’daki basından büyük bir ilgi görmesine karşın ikinci baskısını bile yapamadı daha.’Özgürlük Yolları’ gibi doğrudan Almanya’daki sorunları gündeme getiren bir kitabı Almanya’da yayınlamakta zorlanıyorum. Çünkü bu kitapta ne töre cinayetlerinden sözediyorum, ne de kan davasıdan. Tersine yapıcı olanın, olumlu olanın izini sürüyorum ki, bu da sanırım beklentilere pek uymuyor.
Yanlış anlaşılmasın, olumsuz olan söylenilmesin demiyorum, tam tersine benim ikinci kuşaktan kadın haklarına sahip çıkan Necla Kelek, Seyran Ateş gibi yazarlara büyük saygım var. Sorunlar elbette gündeme getirilecek ki çözüm üretilebilsin. Öte yandan bakışın sadece uç noktalarda düğümlenmemesi gerektiği görüşündeyim.
|
|
|
| |