|
|
Die Gaste, SAYI: 8 / Temmuz-Ağustos 2009
|
Hem Göçmen, Hem İşçi olmak Çocuklarla Ödenen Bedel
Ozan DAĞHAN
Çocuklar çok küçük yaşlardan itibaren paraya yöneltilmektedir. Amaç para biriktirmek olsa da, çocukların parayla ilişkisi daha çok tüketim amaçlıdır. Asgari tüketime dayanan birikim koşullarında çocukların tüketime yönelmesi, her şeyden önce aile içinde bir çatışkıya yol açmaktadır.
Bu çatışkı, ailenin parçalanmasına, her aile üyesinin kendine özgü davranışlara ve amaçlara sahip olmasına neden olmuştur.
Die Gaste, bu sayıda ağırlıklı olarak “zihinsel engelli” ya da “öğrenim engelli” olduğu kabul edilen çocukların durumunu işlemeye karar vermiş ve bu konuya ilişkin bazı Alman istatistiklerini 7. sayısında yayınlamıştı.
Die Gaste’nin 7. sayısında yayınlanan istatistiklerde çok çarpıcı bir şey yokmuş gibi görünürken, “öğrenim özürlü” olarak Förderschule’ye (Sonderschule) “giden” Türkiyeli çocukların oranının, Alman çocuklarının iki katı olduğu hemen dikkat çekiyordu: Toplam 8.331.148 Alman öğrencinin 340.565’i, yani %4’ü Förderschule’ye giderken, Türkiyeli 354.284 öğrencinin 23.870’i, yani %6,7’si bu okullara gitmektedir. Üstelik Fördeschule’ye giden Türkiyeli öğrencilerin 13.142’si, yani %55’i “öğrenim özürlü” olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Staatistisches Bundesamt)
Yine Alman eğitim istatistiklerine göre, Waldorfschule’lere, yani özel okullara giden Türkiyeli öğrenci sayısı sadece 184’tür. 2007/2008 eğitim yılında üniversiteye giden Türkiyeli öğrenci sayısı ise 25.000’dir, ki bu sayıya Türkiye’den üniversite eğitimi için Almanya’ya gelen öğrenciler de dahildir.
Bir diğer ifadeyle, Almanya’daki Türkiyeli öğrenci nüfusunun en alt bölümü (Förderschule) ile en üst bölümü (yüksek okul) sayısal olarak eşittir ve her iki kesim toplamın %14’ünü oluştururlar. Geri kalan öğrencilerin yaklaşık %20’si realschule ve gymnasium’da, %35’i hauptschule’de ve %10’u integrierte gesamtschule’de okumaktadır.
Tüm bu verilerde bulunmayan ise, 1990’lardan itibaren Alman vatandaşlığına yoğun biçimde geçen Türkiyelilerdir. Son on beş yılda Alman vatandaşlığına geçen yaklaşık 700.000 Türkiyelinin çocuklarının eğitim durumu ise, genel Alman istatistikleri içinde yer aldığı için özel olarak bilinmemektedir. Aynı şekilde bu istatistiklerde görülmeyen bir başka kesim ise, 1980 sonrasında ekonomik ilticacı olarak Almanya’ya gelmiş yaklaşık 250.000 Tükiyelidir. Bunların bir kısmı zaman içinde T.C pasaportu almışlarsa da, önemli bir kısmı Alman vatandaşlığına geçmişlerdir.
Bu nedenle 2008 verilerine göre 1.688.370 Türkiye vatandaşına ilişkin eğitim istatistikleri, (ekonomik ilticacılar ve Alman vatandaşlığına geçenler dahil) toplam 2,7 milyon “Türkiye kökenli” nüfusun durumunu tam olarak yansıtmamaktadır. Oysa belli siyasal ve ideolojik ayrışmalar bir tarafa bırakıldığında, bu 2,7 milyon nüfus, hemen her durumda benzer koşullarda yaşamaktadır ve Almanya’daki varlıkları benzer nedenlere dayanmaktadır.
İster resmi Alman istatistiklerindeki 1.7 milyon Türkiye vatandaşı ele alınsın, ister toplam 2,7 milyon Türkiye kökenli nüfus ele alınsın, her durumda yaşam koşulları “göçmen”likle belirlenmiştir. Ancak bu “göçmenlik” durumu, yalın bir biçimde bir ülkeden başka ülkeye göçle nitelenemez. Bu göçmenliğin ayırıcı özelliği, Türkiye’dekinden daha yüksek bir gelire sahip olarak Türkiye’deki koşullarını değiştirmeyi amaçlamış olmasıdır. Zaman içinde bu amaç, yalın haliyle “para biriktirme” amacı, ülkeye geri dönüşle bağını koparmışsa da, birikimler büyük ölçüde Türkiye’ye gönderilmiş ya da Türkiye’de tüketilmiştir.
Almanya standartlarına göre olabilecek en düşük ücretle çalışan “göçmen Türkler”, olabilecek en asgari tüketimde bulunarak sürekli olarak para biriktirici olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Para biriktirmek, bir yanıyla tüketimi asgaride tutmak iken (“işten değil, dişten artar” sözüne inanarak), diğer yandan ailenin toplam gelirini artırmayı zorunlu hale getirmiştir.
Ailenin toplam geliri, kimi durumda birden çok işte çalışarak artırılmaya çalışılmışsa da, asıl olarak aile içinde çalışanların sayısını artırmakla sağlanmıştır. Bu da, Almanya’daki Türkiyeli göçmen nüfusun çocuk sahibi olmaları yönünde önemli bir itici güç oluşturmuştur. Her ne kadar aile başına çocuk sayısı ortalama üç olmakla birlikte, çocuk parası, doğum parası, çocuk bakım parası çocuk sahibi olunmasında başlı başına bir itici güç olmuştur.
Çocuklar, bir yandan birikim için aile gelirini artırmanın yalın bir aracı iken, diğer yandan çalışabilir hale geldiğinde bir işe girerek aile gelirini mutlak olarak artırmanın bir aracı olmuştur.
Zorunlu eğitim nedeniyle çocukların 8 yıllık eğitime sahip olmaları, birikim amacıyla aile gelirini artırmanın bir aracı olmaları önünde önemli bir engel oluşturmamıştır. Çocuk, doğduğu andan itibaren ailenin birikimini artıran bir araç olarak ortaya çıkmış ve yetişkin olduğunda da bir işe girerek bu birikimin doğrudan aracı haline gelmiştir.
Para biriktirmenin bir aracı olan çocuk, kaçınılmaz olarak eğitimden çok çalışmaya yöneltilmiştir. “Üniversiteye gidip ne yapacaksın, önce ausbildung yap” türünden “tavsiyeler”, her durumda çocukları çalışmaya yöneltmenin “ideolojik” gerekçesini oluştururken, çalışma yaşına geldiklerinde toplumsal maliyetleri de o ölçüde düşük tutulabilmektedir.
Para biriktirmenin aracı haline getirilen çocuk ise, gelişimin her evresinde eğitimden uzak kalmaktadır. Tüm amaç, dokuz yıllık zorunlu eğitimi tamamlamak ve ardından üç yıllık “meslek eğitimi”ni tamamlayarak 18 yaşında tam gün işe girmektir. “Meslek eğitimi” (“ausbildung”, yani eğitim dışı eğitim), her ne kadar “kalifiye eleman” yetiştiriyor görünse de, göçmen çocuklarının meslek eğitimi, her durumda düşük ücretle tam gün işte çalışmaya geçişin bir aracı durumundadır. Böylece dokuz yıllık eğitimi tamamlayan (bitiren değil) çocuklar, üç yıllık “ausbildung” aracılığıyla para kazanmaya başlarlar.
Bu durum, yani Almanya’da varoluşun temel nedeni olan para biriktirmecilik, neredeyse merkantilist dönemdeki “biriktirmeciliği”ne benzer bir toplumsal yapı ve zihniyet dünyası ortaya çıkarmıştır.
Gerek Alman yetkililerinin ve kurumlarının, gerek Türkiye resmi temsilciliklerinin bu durumu pekiştirici ve özendirici tutum ve davranışları, bu yapının ve zihniyetin elli yıldır süregitmesine yol açmıştır.
Elbette aileler çocuklarının durumlarından hoşnut değillerdir, yakınmaktadırlar. Ama bu yakınma, çocukların doğumdan 18 yaşına kadarki “tasarlanılmış ve bilinen” duruma uygun olmayışlarından kaynaklanmaktadır. Kimi durumda çocuk diskoteklerde para tüketmektedir, kimi durumda aile ile olan ilişkisini kesmektedir. Bu ilişkiler içinde ortaya çıkan uyuşturucu sorunu da ailelerin en büyük korkusudur.
Sorunla karşılaşan aileler, bu sorunlarına çare aramaya çalıştıklarında, hemen her zaman eğitim dışı bir arayış içinde olmuşlardır. Eğitim, ailelerin gözünde çocuğun para kazanmasını geciktiren ve bireyleşmesine yol açan bir olgudur. Dolayısıyla çocuğun eğitimden uzak tutulabilmesi, başlı başına bir amaç haline gelebilmektedir.
Hem göçmen, hem de işçi olarak yabancı bir ülkede yaşamaya başlanıldığı andan itibaren, her şeyden önce karşılaşılacak sorunlar farklı etmenlerin içinde yer aldığı yeni sorunlar olur. Nasıl ki birinci kuşak geleneksel yiyeceklerini uzun yıllar ülkeden taşımak durumunda kaldıysa, karşılaştığı sorunlara da doğrudan kendi çabasıyla kısmen çözümler üretmek zorundadır. Çocukların toplumsal sorunları kadar eğitim sorunları da doğrudan ailenin katkısıyla, ça- basıyla belli ölçülerde çözümlenebilir sorunlar durumundadır. Bütün eğitimbilimcilerin ortak düşüncesi, çocukların eğitim sorunlarının çözümünde ailenin katılımı mutlak bir koşuldur.
Çocuklar çok küçük yaşlardan itibaren paraya yöneltilmektedir. Amaç para biriktirmek olsa da, çocukların parayla ilişkisi daha çok tüketim amaçlıdır. Asgari tüketime dayanan birikim koşullarında çocukların tüketime yönelmesi, her şeyden önce aile içinde bir çatışkıya yol açmaktadır.
Bu çatışkı, ailenin parçalanmasına, her aile üyesinin kendine özgü davranışlara ve amaçlara sahip olmasına neden olmuştur. Çalışma koşulları, gerek vardiyalı çalışma, gerekse birden çok işte çalışma, zaten aileyi dağıtırken, biriktirmeyi amaçlayan para ilişkisinin çocukları tüketime yöneltmesi, ailenin dağılımını daha da hızlandırmaktadır.
Bir yerden sonra birikim amacı, hem aile ilişkilerini parçalamış, hem de çocukların eğitimsiz kalmasına yol açmıştır. Bu parçalanmışlık ve düşük eğitim düzeyinde ise, karşılaşılan sorunların elbirliğiyle, ailenin katkısıyla çözümlenmesi oldukça zorlaşmıştır. Akademik düzeyde sorunlar büyük ölçüde bilinir olmakla birlikte, bu sorunların çözümüne ilişkin somut adımlar atılamamaktadır. Sorunların çözümüne ya da belli ölçüde katlanılabilir halde tutulmasına yönelik devlet ya da kamu girişimleri hemen her durumda ailelerin katkısını talep ederken, bu talebin karşılanmaması, yani ailelerin çözüm süreçlerine etkin biçimde katılmamaları, bu girişimleri de etkisizleştirmektedir. Hatta etkisizleştirmekten öte, bu türden çözüm önerilerinin ne kadar doğru ve geçerli olduğunun saptanmasını da önlemektedir.
Günümüzün en önemli sorunlarının başında, ailelerin ve çocukların yaşadıkları sorunları konuşmaktan bile kaçınmaları gelmektedir. Bu da, sorunları ele alan ve bunların çözümüne yönelen çabaların, sorunun bizzat sahipleri tarafından dışlanması anlamına gelmektedir. Bu ise, çözüm için çaba gösteren kesimleri umutsuzluğa, bezginliğe itmekte ve bir süre sonra bu yöndeki çabaların sona ermesine yol açmaktadır. Bu yüzden ikinci önemli sorun, sorunları saptayan ve bunlara çözümler öneren kesimlerin belli bir zaman sonra tıkanması, sorunları çözme umutlarını yitirmeleri ve tümüyle bu çabaları terk etmeleridir.
Die Gaste’nin 7. sayısında yayınlanan Prof. Dr. Ali Uçar’ın yazısında, sonderschule’lerin “hemen” kapatılması ve buradaki öğrencilerin normal okullara gönderilmesi önerisi, açıktır ki, bu durumdaki çocukların ailelerinin yapmaları gereken bir dizi görevi de beraberinde getirmektedir. Ama aileler uzun yıllardır neredeyse hiç bir katkıda bulunmamaktadırlar.
Öte yandan anadili temelli Almanca öğrenimi konusu da, benzer bir yalnızlık ve ilgisizlik içinde akademik bir çabanın sınırlarını aşamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa yapılması gereken bilimsel olarak doğru biçimde saptanmış çözümün uygulamaya geçilmesidir. Uygulama ise, hemen her durumda doğrudan Alman devletinin yapması zorunlu bir görev olarak algılanmaktadır. Açıktır ki, ailelerin doğrudan katılımı ve katkısı olmaksızın, göçmenlikten türeyen sorunlar kesinkes çözümlenemez.
İster sonderschule sorunu olsun, ister anadili temelli Almanca öğrenim ve eğitim sorunu olsun, her durumda sorunu yaşayan ailelerin doğrudan katılımı ve katkısıyla çözümlenebilecek sorunlardır. Ailelerin etkin katılımı, aynı zamanda devletin ve kamunun bu sorunlara daha büyük oranda katılımını da beraberinde getirecek, en azından devletin ve kamunun sorunları gerçekten çözmeye yönelmesini sağlayacaktır.
|
|
|
|
|