Die Gaste, SAYI: 8 / Temmuz-Ağustos 2009

Anadilini iyi bilenler Almancayı kolay öğreniyor


Sevilay BÜBER



    İlk kuşağın çocuklarıyız. Bizler, eğitimdeki sistem yanlışlığından dolayı Almancayı öğrenmekte geciktik. Ama, Türkçemiz iyi olduğu için Almanlarla aynı sınıfta ders görmeye başlayınca, kolay ve doğru şekilde Almancayı öğrendik. Türkçeye hakim olmak, bizler için büyük bir şanstı.
    Almanya’ya geldiğim yıllarda, eğitimdeki sistem yanlışlığından dolayı Almanca öğrenmekte zorlandım. Biraz zaman kaybettim, ama aynı zamanda bir Alman çocuğu ile aynı sırada okurken Türkçeye hakim olmanın verdiği avantajla Almancanın ne kadar çabuk öğrenildiğini de bizzat yaşadım. Türkçeyi çok iyi bilmeyen üçüncü kuşak, maalesef Almanca ve diğer dilleri öğrenmekte zorlanıyor.
    Anadilini iyi bilen çocukların Almancayı nasıl hızlı öğrendiğine bir örnek de benim yaşamımdır. Ben, 70’li yıllarda Almanya’ya gelen birçok “konuk işçi” çocuklarından biriyim. Afet ve Behzat Gürcüoğlu çiftinin dört çocuğundan ikincisi olarak, henüz Rize’deki Kurtuluş İlkokulu’nda dördüncü sınıf öğrencisiyken aile birleşimi yoluyla Almanya’ya gelmiştim.
    Bu ülkeye girişim bir hafta sonuna denk düşmüştü. Hemen ardından, yani ilk pazartesi günü de annem beni ve erkek kardeşim Serkan Ali’yi yanına aldı, birlikte hiç bilmediğimiz yollardan yürüyerek bir okulun önüne geldik: “Albert Schweitzer Schule-Neu Isenburg”.
    Çantamda Türkiye’den yeni aldığım, pırıl pırıl da kapladığım kitaplarım ve defterlerim vardı. Okula girdik. Annem, Türk öğretmenler İbrahim Dua ile Mehmet Ali Tosun’a beni ve o dönem ikinci sınıf öğrencisi olan kardeşimi tanıştırdı. Beş-on dakikalık bir tanışma faslından sonra da bizi öğretmenimize teslim ederek gitti.
    Sınıfımıza girdiğimizde, aynı sınıf içinde sıralarla birbirinden ayrılan ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf çocukları olduğunu gördük. Tıpkı Türkiye’deki köy okulları gibiydi. Hepimiz aynı sınıf içinde ders görüyorduk. Tam hatırlayamıyorum, öğrenci sayısı galiba 20 civarındaydı.
    Sınıf içinde bütün derslerimizi Türkçe olarak görüyorduk. Yalnız haftada bir gün cuma günleri iki saat “Almanca” dersimiz vardı. Bir de resim dersimizi bir Alman öğretmen veriyordu.
    Teneffüslerde Alman çocukları bizden ayrı oynardı. Biz de, Türk çocukları olarak, kendi aramızda oynardık. Fakat ilginç olan, hiç Almanca konuşamadığımız halde, onların oynadığı bütün oyunların aynısını bizim de oynamamızdı. Bu durum, aynı dili konuşmamamıza rağmen ve zor anlaşıyor da olsak, zamanla bizleri kaynaştırdı.
    Bir yıl kadar, yani beşinci sınıfı da aynı öğretmen ve öğrencilerle Türkçe okudum. Bu zaman dilimi içinde Almancayı çok az öğrenebildik. Çünkü bütün dersleri Türkçe görüyorduk. Eve gittiğimizde de verilen “ev ödevlerini” Türkçe yapıyor, aile içinde hep Türkçe konuşuyorduk. Bu nedenle Almancayı çok yavaş öğreniyorduk.
    6’ncı sınıfta yine Neu-Isenburg’daki bir Alman okuluna, “Gesamtschule-Brüder Grimm Schule”ye kaydım yapıldı. Çalışkan bir öğrenci olmama rağmen ve Almancayı da, çok iyi değil ama, biraz konuşuyor olmama rağmen, yeni sınıfımda resmen “sudan çıkmış balığa” döndüm. Doğru dürüst Almanca bilmediğimi anladım. Çünkü aldığım Almanca eğitimi yeni sınıfımdaki arkadaşlarımla anlaşmama bile yetmiyordu. “Acaba yanlış mı konuşurum?” korkusuyla bildiğim Almancayı da kullanamaz olmuştum.
    Fakat şunu mutlaka söylemeliyim: Daha az Almanca konuşuyoruz diye hiçbir “olumlu ayrımcılığa” da tabi tutulmadık. Yani Alman bir öğrenciden ne beklendiyse, bize de aynı şekilde davranıldı. Hiçbir öğretmen, yabancı çocuklara daha fazla zaman ayırmıyordu ders konusunda. Fazlasıyla “eşittik” Alman sınıf arkadaşlarımızla.
    İlk gün her öğrenci kendisini tanıttı. Bu nedenle de çok zorlandım. Zaten Almanya’da öğrenci ve öğretmen kavramları bizim bildiklerimizden, gördüklerimizden o kadar farklıydı ki... Şaşkındım.... Bizler, Türkiye’de öğretmenimizi sokakta görsek hemen “hazır ol”a geçerdik... Oysa Almanya’da...
    Sınıfta tek Türk öğrenci bendim. Bir yılı aşkın bir süredir Almanya’daydım, fakat yabancı çocukları kendi dillerinde eğitim verilen sınıflarda okuttukları için, bulunduğumuz ülkenin dilini öğrenmekte gecikmiştik.
    Sonradan anladım ki, bu, sadece bana özgü bir durum değildi.
    Çocukların tepkileri çeşitli oluyordu. O dönem Almanya’ya gelen yabancı çocuklar ya kendilerini kabul ettirmek zorunda kalıyorlardı ya da kaybolup gidiyorlardı. Ben kendisini kabul ettirebilen çocuklardan oldum.
    Bunun bir nedeni vardı: Almancaya o yıllarda kısa bir sürede öğrenmemdeki en büyük destek, Türkçeyi iyi derecede konuşuyor olmamdan geliyordu. Zaten sınıftaki tek Türk öğrenci bendim, dolayısıyla başka bir seçeneğim yoktu. Almancayı öyle veya böyle konuşmak zorundaydım. Hızla geçiş yapabildim.
    İlk kuşağın çocuklarıyız. Bizler, eğitimdeki sistem yanlışlığından dolayı Almancayı öğrenmekte geciktik. Ama, Türkçemiz iyi olduğu için Almanlarla aynı sınıfta ders görmeye başlayınca, kolay ve doğru şekilde Almancayı öğrendik. Türkçeye hakim olmak, bizler için büyük bir şanstı.
    Durum bugünlerde daha farklı.
    Üçüncü ve hatta dördüncü kuşak, anadilimiz olan Türkçeyi iyi bilmediği için Almancayı da sağlıklı öğrenemiyor. Bu nedenle okullarda verilen anadil derslerini değil kaldırılmak, tersine çok daha fazla desteklemek gerekiyor. Çünkü kendimden biliyorum: Anadilinde kendisini çok rahat ifade edebilen çocukların şansı da büyüyor. Bu durumdaki bir çocuk, diğer dilleri de çok kolay bir şekilde öğrenebiliyor.
    Geçmişte Alman hükümeti bizleri Türk sınıflarına gönderiyor, orada Türkçe ders verdiriyordu. Şimdilerde ise genel eğilim, haftada birkaç saat olan anadil dersini tamamen kaldırmak yönünde. Bunu anlamakta çok zorlanıyorum.
    Fakat bu, işin devlet tarafı.
    Bir de işin aileler tarafı var. Maalesef Türkiye kökenli aileler de anadil konusunda yeterli özeni göstermiyor. Okullardaki anadil derslerine önem verip takipçisi olmuyorlar. Çocuklarıyla evde Türkçe konuşmuyorlar. Sadece Almanca konuşmayı seçtikleri için, çocukları da bir temel dile hakimiyetten mahrum kalıyor.
    Bunun sonuçları hiç de iyi olmayacaktır.
    Zaten çok sık tanık oluyoruz. Bu çocuklar, ileri yaşlarında, ailelerine sürekli bu hatalarını hatırlatıp serzenişte bulunuyorlar: “Siz Türkçeyi de çok iyi konuşuyorsunuz, burada doğmadığınız halde Almancayı da... Keşke bizleri de çok dilli yetişmenin zenginliğine dahil etmiş olsaydınız.”
    Bizler, eğer anne ve babalar olarak, evlerimizde Türkçe konuşursak, çocuklarımız da en iyi şekilde hem Türkçeyi hem de yaşadıkları ülkenin dilini öğrenir. Hiç değilse bunu yapabiliriz.
    Yıllar çabuk geçiyor. Ama hatalar-da ısrar etmemek de önemli. Nitekim ben, çocukluğumda gözlemlediğim eğitim ile ilgili bu yanlışları, kendim anne olduğumda çok dikkat ederek tekrarlamamaya çalıştım. Örneğin çocuğumu 3 yaşına kadar sadece Türkçemiz ile büyüttüm. Bunun meyvelerini şimdilerde topluyoruz. Kızım Ceren Büber, her iki dile de hakimiyeti ve okul yaşamındaki başarılarıyla, zamanında ne kadar doğru bir karar verdiğimi bana da kanıtlıyor.
    Şu klişelerden kurtulmalıyız: “Yaşadığı ülkenin dilini bilmeyen çocuk, başarısız olmaya mahkumdur”. Hayır! Çocuklarımız, dünyanın bütün çocukları gibidirler. Çok çabuk öğreniyorlar. Biz istesek de istemesek de yaşadıkları ülkede konuşulan dil, örneğin Almanca, onların yaşamına zaten giriyor. Önemli olan, çocuklarımıza anadillerinin güzelliklerini hiç değilse temel eğitim düzeyinde verebilmektir.
    Bu, onların önünü kapatmayacak, tersine, açacaktır.
    Birden çok dili kendi anadili düzeyinde ve yetkinlikle kullanabilen yeni kuşaklar yetiştirmek zorundayız.
    Dedim ya, bunun çok zor olmadığını bizzat yaşadım.