|
|
Die Gaste, SAYI: 9 / Eylül-Kasım 2009
|
Köln Radyosu 45 Yaşında
Köln Radyosu Müdürü Serpil Eryılmaz'la Söyleşi
Die Gaste: Köln Radyosu bir çeşit ‘efsane’, bir çeşit ‘tarih’ gibidir. Uzun yıllar Türkiyeli göçmen işçilerin, ülkeyle, birbirleriyle iletişimlerini, dünyada ve ülkede ne olup bittiğini öğrenmelerini sağladı. Köln Radyosu onlar için her şeydi. Memleket özlemiydi, insan sevgisiydi, dost sesiydi, bilgi kaynağı ve yaşadıklarını hissettiren bir sesti.
Bu ses, yani Köln Radyosu bugün 45. Yılında. İlk Radyonun ilk sesi hangi tarihte dinleyicilere ulaştı ve ilk günlerindeki durumu neydi?
Serpil Eryılmaz: Köln Radyosu’nun ilk yayını 2 Kasım 1964. İlk dönemde ARD’nin Almanya çapındaki göçmen işçilere yönelik yayınları aslında İtalyanlarla başlıyor. Biliyorsunuz 1960’lı yıllarda başlıyor. İtalyanlar daha da önce geliyorlar. ARD çapında o zamanın misafir işçiler için kendi dillerinde anadili yayınlarına başlamak istiyorlar, çünkü o dönemde gelen işçilerin pek çok yönde bilgiye ihtiyaçları olduğu fark ediliyor. Dili bilmiyorlar ve dili öğrenmek için de fırsatları yok, çünkü çalışmak için geliyorlar. Ve Almanya çapında ilk yayınlar İtalyanca yayınlarla başlıyor, sonra bizim yayınlar başlıyor, arkasından Eski Yugoslavya, Yunanistan ve İspanya’dan gelenlerle yayınlar başlıyor. İlk kuruluş aşamasında Türkiye’den de çok tanınmış sesler var. Mesela Can Akbel ilk dönemin Köln Radyosu çalışanlarından birisi, eşiyle birlikte yapıyorlar ilk yayınları. Ondan sonra Örsan Öymen katılıyor, Örsan Öymen de çok bilinen bir isim, Türkiye’de önemli bir gazeteci. Altan Öymen var o dönemde. Aslında şu anda Türkiye’den pek çok anchorman o yıllarda değişik ülkelerde, değişik kentlerde, Köln Radyosunda çalışmışlar, muhabirlik yapmışlardır. Mehmet Ali Brand’ı, Ali Kırca’yı sayabilirim. Aklıma ilk gelen isimler bunlar. Tabii ki o dönemde sizin de söylediğiniz gibi, Köln Radyosu, Almanya’da yaşayan işçilerin haber alabilecekleri, Türkçe haber alabilecekleri tek kaynak. Çok zor bir şekilde “Türkiye’nin Sesi”dinlenebiliyor, ama oldukça zor. Düzenli, her gün belirli saatlerde Türkçe yayın yapan tek yayın Köln Radyosu. Bütün Almanya çapında, sizin de söylediğiniz gibi, bir “efsane”ye dönüşüyor. Çoluk çocuk bütün ailenin dinlediği ya da fabrikada çalışma saatinde ise, kasete kayıt edilerek, sonra akşam eve geldikten sonra dinlenilen bir yayın. Hem bilgi var bunda, hem Türkiye’den haber var, hem Almanya’da olup bitenler konusunda haberdar olmak var, hem de Almanya’daki sosyal haklar konusunda bilgi sahibi olmak var. Yani çok yönlü bir işlevi var o dönemde Köln Radyosu’nun. Diğer yayınlardan çok daha farklı bir işlevi var. Tabii bir de duygusal bağı var. Her akşam size Türkiye’den de seslenen bir ses olabilir, kendi içinizdeki ses de olabilir, çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün. O dönemde anne-baba ile birlikte bizim yayınları dinleyen ya da dinlemek zorunda olan bugünün gençleri, ikinci, üçüncü kuşak hep diyorlar ki, “Köln Radyosunun başladığı anda susmak zorundaydık evde”, “Babam bizi konuşturtmazdı”, “Susun! Köln Radyosu başladı!” diye, bütün aile hep birlikte dinlermiş. Yani sıra dışı bir iletişim organı o dönemde Köln Radyosu.
Die Gaste: Dinleyici kitlesinin o dönemde Köln Radyosuna yaklaşımı nasıl oldu?
Serpil Eryılmaz: Şimdi size bunu, Köln Radyosu’nda çalışan ilk kuşak diyebileceğim, onların bana aktardıklarından aktarabilirim, çünkü ben o yıllarda yoktum, doksanlı yıllarda başladım. Altmışlı ve yetmişli yıllarda çalışan, şimdi emekli olmuş arkadaşlarımın aktardıkları... Tabii çok farklı yaklaşımlar da var. Birincisi güvenilir, objektif haber veren bir yayın organı. Türkiye’den ve Almanya’dan haber veren tek yayın organı. Ama bunun yanı sıra Türkiye’- deki politik akımların Almanya’ya da yansıdığını düşünürsek, atmışlı, yetmişli, hatta seksenli yıllarda o farklı politik görüşlerin de, kimisinin beğendiği, kimisinin eleştirdiği, kimi zaman topa tuttuğu ya da kimi zaman da şaha kaldırdığı bir yayın. Tabii herkesi memnun etmek her zaman için çok zordur, hele bir iletişim organı olarak çok zordur. Ama biz Almanya’da bir kamu özerk kurumunun yayını olarak, WDR’in ilkeleri paralelinde yayın yaparız. Bu da nedir? Objektif habercilik, güvenilir habercilik, haberi sınamak, bir kaç kaynaktan sınamak. Bir kaç kaynağa doğrulatmadığımız haberi vermeyiz. Ve Almanya’daki bu çok kültürlülüğün, plüralizmin, bizim yayınlarımıza da yansıması gerekir. Bugün bu görüş yer alır, yarın o görüş yer alır, bazen iki farklı görüş de bir arada yer alabilir. Ama şunu söyleyebilirim, Köln Radyosu, Almanya’daki bir gönül bağı, özellikle de birinci kuşak için.
Die Gaste: Bir yandan yaklaşık 3 milyonluk bir kitle Almanya’da kalıcılaşırken, diğer yandan kitle iletişim araçlarının çoğalması (özellikle televizyon) Köln Radyosunun dinleyici profilinde değişikliğe yol açtı mı? Köln Radyosunun yayın içeriğinde buna bağlı değişim oldu mu?
Serpil Eryılmaz: Bu söylediğiniz dönem seksenli yılların başı, ondan sonra da bu gelişme doksanlı yılların ortalarına kadar da devam etti. Tabii ki o dönemde Köln Radyosu, özellikle Türkiye’deki özel televizyonların yayına geçmesiyle birlikte, ciddi bir dinleyici kitlesi kaybetti.
Bir de tam o dönemde başlayan bir tartışma vardı, özellikle de kamu özel kuruluşlarının anadili yayınları hakkında başlayan bir tartışmaydı. “Burada ikinci kuşak yetişti, şimdi üçüncü kuşak yetişiyor, Türkçe yayına gerek var mıdır!? Onlar da zaten Almanca biliyorlar!” Doksanlı yıllarda da bu yayınlar devam edecek mi, etmeyecek mi diye çok ciddi bir mücadele verdik. Yayınların sona ermesi açısından çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyaydık. Şöyle bir yayın bölgesinde kaybımız oldu: En başta Südwest Rundfunk (o zamanlar Süddeutsche Rundfunk’tu), o “artık Türkçe yayınlara gerek yok, ben Almanya çapındaki bu anlaşmadan çıkıyorum” dedi ve ARD içindeki anlaşmadan çıktı. Onların çıkması tabii ki ciddi maddi kayıplara yol açtı, çünkü eyalet kurumu olarak bu yayınlara destek veriyorlardı. Arkasından Bayerischer Rundfunk onları takip etti. Bayerischer Rundfunk aslında başından beri İspanyolca ve Yunanca yayınlar yapıyordu ve o yayınları da kapattı. Böylece biz güneydeki geniş yayın bölgesine artık seslenemez hale gelmiş olduk.
WDR’de o dönemde Funkhaus Euro-pa yayınları başlatıldı. Bu kanal Almanya’daki göçmenlere yönelik bir yayın, ama aynı zamanda Almanlara, Almanya’da yaşayan göçmenleri de anlatan bir yayın, sanırım 16 dille yayına başladık. Bu bir dönüm noktası oldu, yani 1999’da Funkhaus Europa yayına girdi, biz de bu kapsamda yayınlarımıza devam etmeye başladık. WDR’in o dönemde çok ciddi bir potansiyel yakaladığını düşünüyorum. Daha sonra sabah yayınları başladı, öncesinde sadece akşam yayınları vardı. Sabah altı-yedi arasında. Böy- lece sabah yayınlarıyla, televizyon yayınlarından dolayı kaybettiğimiz dinleyicileri tekrar kazandık. Teknolojik olanaklar da bizlere çok yeni imkânlar sağladı, bunlardan biri internet. Mesela son üç yıldır internet radyomuz var, “Live-Stream” var ve doğrudan yayınlar dinlenebiliyor.
Die Gaste: Hükümetin Entegrasyon politikasına Köln Radyosunun yaklaşımı nedir?
Serpil Eryılmaz: Şimdi tabii ki uzun süredir Alman hükümetlerinin entegrasyon politikası yoktu. Aslında Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunun kabul edilmesi bile çok uzun bir dönemi kapsamıyor. Ancak Helmut Kohl’dan sonra Hristiyan Birlik Partileri Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu kabul ettiler. Önümüzdeki dönem için çok umutsuz değilim, son derece umutlu bakıyorum. Toplumun çok değişik kesimlerinde tartışmalara başlandı.
Köln’ün bu anlamda daha kültürlü, insanlarının çok daha hoşgörülü bir şehir olması nedeniyle bu izlenimi de edinmiş olabilirim, ama mesela kendi çalıştığımız yayın kurumu açısından da, Funkhaus Europa, bütün göçmenlere yönelik yaptığı yayınlarla giderek bir yükseliş içinde. Bu diğer grupları da kapsıyor. Örneğin Funkhaus Europa’nın müzik redaksiyonunun düzenlediği partilere baktığımda son derece olumlu bir tablo var.
Die Gaste: Köln Radyosunun gelecekteki açılımları neler olacaktır?
Serpil Eryılmaz: Tabii bizim geçmişten gelen bir takım olumlu yönlerimiz var, onları hiç bir şekilde kaybetmek istemiyoruz. Güvenilir kaynak, güvenilir habercilik, objektif, çokyönlü olmak, farklı görüşleri bir arada sunabilmek ve tartıştırabilmek, bunlar temel ilkemiz. Bunlardan hiç taviz vermeden görevimizi sürdürmek istiyoruz. Temel amacımız, aslında Almanya’daki çok farklı meslek grupları ve çok farklı kökenden gelen Türkiyelilerin ihtiyaçlarına yanıt verebilmektir. Bu sosyal alanda olabilir, kültürel alanda olabilir, dille olabilir, bir de haber kaynağı olarak olabilir. Temel hedeflerimiz bunlar ve bunu sürdürmek.
Yayın politikamız da son dönemde dünya politikasıdır, Türkiye’deki olaylara artık çok ayrıntılı girmiyoruz. Bizim yayın politikamız, yayın konularımız daha çok Almanya’daki Türkiye kökenli insanları ilgi- lendiren sorunlar. Bu alanda Alman medyasında ve Türk medyasında yer almayan özel haberler yapmak hedefimiz. Bütün bunları yaparken de, tabii ki Türkçe gazetecilik yapabilecek genç kadroları yetiştirmek ve onları yetiştirip, başka alanlarda da çalışabilmelerini sağlamak bir diğer amacımızdır.
15 Ekim 2009
Die Gaste: Entegrasyon Alman kamuoyunun ve göçmenlerin gündeminden düşmeyen bir kavram. Dinleyici kitlenizin bu konuya yaklaşımları ve tepkileri nasıl oldu?
Serpil Eryılmaz: Burada çok tipik bir tepki var, biz hem Almanca hem de Türkçe yayınları izleyebildiğimiz için onu anlayıp izleyebiliyorum. Türkçe yayınlarda bu konu dile geldiği zaman, “Hayır, biz entegre olduk Almanya’ya, Almanlar bizi anlamıyor” diye bir savunma refleksi var. Öbür tarafta da, Alman medyası en uç noktaları, en uç örnekleri göstererek “nasıl entegre olmadılar” diye bir tartışma yürütüyorlar. Ben aslında bunu tam bir sağırlar diyaloğu olarak görüyorum, yani iki taraf da birbirlerini anlayamıyor. Ben bir tarafa haklı, bir tarafa haksız diyemeyeceğim. Bence Türkler bu savunma refleksinden vazgeçmeli, Almanlar da anlamaya çalışmalı. “Burada bu kadar yıldır yaşayan insanlar ne yaparlar, neler düşünürler, neler hissederler, bizler onlara bu suçlamayı ya da bu tespiti yaptığımızda neden bu tepkiyi gösteriyorlar” diyerek onlar bunu anlamaya çalışmalı. Türkler de, “hayır öyle değil, biz aslında müthişiz, şöyle ve böyle başarılıyız. Bakın ne kadar başarılı Türklerimiz var”dan çok, “neyimiz eksik, neleri düzeltmemiz lazım, neden bizlere bu kadar entegre olamıyorsunuz suçlamaları geliyor, aksayan yerler nelerdir, entegre olamadığımız konular varsa oralarda kim, hangi hatayı yaptı da entegre olamadık?” diyebilmeli, yani çok ciddi bir sağırlar diyaloğu, birbirini anlayamama ve karşılıklı sürekli cepheleşme görüyorum. Buradan sağlıklı bir tartışma, sağlıklı bir sonuç çıkması mümkün değil.
Şimdi entegrasyon kavramının kimler tarafından ne kadar bilindiği tartışmalı bir şey. Herkesin entegrasyon anlayışı farklı, bir Alman politikacısına sorduğumuzda farklı, herhangi birahanedeki bir Almana sorduğumuzda farklı. Burada Türklerin yoğun bulunduğu Weidengasse’de bir markette bir satıcıya sorduğunuzda farklı, bir sosyal bilimciye sorduğumuzda farklı. Yani entegrasyon nedir? Onun bir tanımını yapıp, ondan sonra o bazda konuşmak lazım, çünkü herkes farklı bir şey anlıyor entegrasyondan. Ben entegrasyondan ne anlıyorum, onu söyleyebilirim. Entegrasyon, Almanya’nın yasalarına uyum demektir, özellikle de Alman vatandaşlığına geçtiğinizde ya da Almanya’da kalıcı olduğunuzda bu ülkenin yasalarına uymaktır. Ben sadece bunu yasal ve hukuki anlamda düşünüyorum. Anayasadır, hukuki düzenlemelerdir, bunlara entegre olunur, ama onun ötesinde nasıl entegre olunabilir ki? Türkiye’den gelen bir kültürel birikimim var, hadi bunu hemen şimdi çıkarıp atıyorum diyemem, mümkün değil böyle bir şey, insanın doğasına aykırı ve bu herkes için geçerli.
|
Die Gaste: Burada kalıcılaşan bir kitle söz konusu. Bu kitle açısından tabii ki Anadili derslerinin uygun bir düzeyde yürütülmemesi veya aksamalar nedeniyle Anadiline hakim olunamaması olgusunu ortaya çıkartıyor. Bunun yanı sıra dillerin karıştırılması gibi zor koşullar mevcut, çevirinin doğru yapılması bu bağlantıda medyaya belirli görevler de yüklüyor. Buradaki sorunu nasıl çözebiliriz?
Serpil Eryılmaz: Şimdi tabii görevlerden önce çok ciddi sorunlar yaşıyoruz, iki dile de hakim genç gazeteciler bulabilme konusunda büyük sorunlar yaşıyoruz. Ya Türkçeleri çok iyi oluyor, ya da yalnızca Almancaları çok iyi oluyor. Oysa ki işimiz gereği her iki dili ve her iki ülkeyi iyi bilen, özellikle de Almanya’yı Alman politikasını ve gündemini iyi takip edebilecek derecede Almanca bilen insanlarla çalışmamız gerekiyor. Tabii üstelik meslek açısından da çok iyi birer gazeteci olmaları gerekiyor. Burada çok ciddi bir sıkıntı yaşıyoruz. Bir kaç yıl öncesine kadar bu kadar sorun değildi, giderek daha büyük bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bir kere aileye çok önemli bir görev düştüğünü düşünüyorum, çünkü bize başvuranlara bazen bakıyorum, Almanya’da doğmuş, büyümüş, hiç Türkiye ile ilişkisi olmamış, ama temiz, güzel bir Türkçeyle geliyor. Nerede Türkçeyi öğrendiniz sorusuna, “evde” diye cevap veriyorlar, okulda diye cevap verenine çok az rastladım, yani “Alman okulunda öğrendim Türkçeyi” diyenine. Sadece bir kaç istisna, hemen isimlerini de sayabileceğim: Ömer Polat, Özgü Polat, Gelsenkirchen’de ilk onlar başlatmışlardı “Abitur”da Türkçe seçmeli dersi. Mesela onların yetiştirdiği öğrencilerden bir kaç tane var burada bizlerle çalışan. Bu gönül çırpıntısıyla, bu işi yapan bazı Türkçe öğretmenlerinin desteğiyle, bir de elbette ailelerin desteğiyle çok temiz Türkçe konuşan gençler de gelebiliyor. Medya olarak tabii ki bizler, Türkçeyi ancak güzel ve düzgün kullanarak katkıda bulunabiliriz, medyanın en önemli görevi Türkçeyi bozmamak, bu bir! İkincisi, ama tabii ki biz Türkçe öğretemeyiz, böyle bir görevimiz yok. O, bu işin uzmanlarının yapması gereken bir şey. Medya şöyle bir katkıda bulunabilir: Anadili derslerinin kesintiye, tırpana uğramaması için, yapılan politikada bu konuların mücadelesini desteklemesi, yayınlarda buna yer vermesi gerekiyor. Bu tür katkısı olabilir medyanın, ama iş elbette daha çok politikacılara ve eğitimden sorumlu olan uzmanlara düşüyor, en başta da öğretmenlere düşüyor.
|
|
|
|
|
|