Sonderschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu Paneli
Açılış Konuşması
Zeynel KORKMAZ
Değerli hocalarımız ve değerli konuklarımız,
Öncelikle Die Gaste ve Dil ve Eğitimi Desteklemek İçin İnisiyatif olarak düzenlediğimiz panelimize katıldığınız için teşekkür ederiz.
Sonderschule sorununa ilişkin bir panelin nasıl gündemimize geldiğini somut bir örnekle anlatmak istiyorum.
Şimdi size, bugün 8 yaşında bulunan bir çocuğun, dört ve beş yaşlarında çizdiği resimlerden bazı örnekler sunacağım.
Şüphesiz ikinci resmi panelimizin afişinde gördünüz.
İşte bu çocuk, ilkokulun birinci sınıfının ilk ayında “sınıfın huzur ve sükununu bozduğu” gerekçesiyle, diğer bir Türkiyeli çocukla birlikte tek kişilik sırada oturmayla cezalandırılmış ve bu ceza, yani tecrit yaklaşık altı ay sürmüştür.
Altı ayın sonuna doğru, sınıf öğretmeni ve okul müdürü çocuğun ailesini çağırarak (ki resimlerde de gördüğünüz gibi adı Deniz’dir), Deniz’in çocuk psikolojisi kliniğine götürülmesi ve orada teste tabi tutulmasını “önermişler”dir. Ve bu “öneri”leriyle birlikte, aynı anda çocuk psikolojisi kliniğine başvurmak için “gerekli formları” da aileye vermişler ve en kısa sürede başvuru yapmalarını “önermişler”dir.
Sınıf öğretmeni ve okul müdürü böyle bir “öneri” yaparken, çocuğun öğrenmeye ilişkin bir “sorunu” olduğuna ilişkin herhangi bir şey belirtmedikleri gibi, çocuğun Almancasına ilişkin de özel bir “yakınmaları” olmamıştır. Daha tam ifadeyle, Deniz, yaşıtlarına eşdeğer düzeyde Almanca konuşabilmektedir, sayısal işlemlerde, doğa bilgisi konusunda özel bir “şikayet” ya da “yakınma” söz konusu edilmemiştir. Bu arada şunu da belirteyim ki, sınıf öğretmeni ve okul müdürü, tüm bu süreçte, çocuğun “hiper aktif” olduğuna ilişkin bir “şüpheleri” olduğunu da ifade etmemişlerdir.
Resim yeteneği gelişmiş ve gelişen, Almancası normal düzeyde bulunan, diğer konularda öğrenme başarısı yeterli olan bir çocuk ile bunu çocuğu psikolojik testten geçirmeye çalışan sınıf öğretmeni ve okul idaresi olayıyla karşı karşıyayız.
Ben, ne çocuk psikologuyum, ne de zihinsel engelliler uzmanıyım. Bunlara ilişkin ne bilgim, ne eğitimim, ne de pratiğim olduğunu söyleyemem.
Ancak burada bir şeylerin yanlış olduğunu, gerek ailenin anlatımından, gerekse çocuğun durumundan ve izlediğimiz resimlerden anlayabiliyoruz.
Elbette şu ya da bu biçimde engelli olan bir çocuğun, her alanda engelli olduğu söylenemez. Bu açıdan, bilimsel olarak, öyküdeki çocuğun resim yeteneği, hiç de onun zihinsel ya da öğrenim engelli olmadığının kanıtı olarak kabul edilemez. Bunu konunun uzmanlarına bırakmak yerinde olacaktır.
Ama bir şeyin yanlış olduğu, sadece gözlemsel olarak, ampirik olarak bile anlaşılabiliyor.
Burada, bu gözlemlerden yola çıkarak bir “tanı” koymak durumunda değiliz. Bu nedenle bir tanı koymak yerine, gözlemden çıkartılabilecek bazı soruları ortaya koymakla yetineceğim.
Bu çocuğun gerek resim yeteneği, gerek Almanca öğrenmiş olması, gerekse de ders konularında becerisi ile sınıf öğretmeni ve okul müdürünün tutumu arasında kesin bir çelişki sözkonusudur.
Bu çelişki çok belirgin olduğu için, sınıf öğretmeni, çocuğun sınıf içinde dolaştığı ve “boş konuştuğu” şeklinde iki “gerekçe” ileri sürebilmiştir.
Evet bu iki “gerekçe”, yani çocuğun sınıfta dolaşması ve “boş konuşması” (çok konuşması), sadece bu çocuğa özgü olmadığı da açıktır. Özellikle küçük yerleşim yerlerindeki kindergartenlerden geçmiş hemen her çocukta bu iki “olgu” gözlenmektedir.
Her şeyden önce, bir öğretmen, böyle bir “olgu”yu bilmemezlikten gelemez, ya da bilmiyormuş gibi davranamaz. Belki biz, öğretmen adayları ya da yeni mezun öğretmenler olarak böyle bir “olgu”yla ilk kez karşılaştığımızda, bunu tekil, yalıtık, özel bir durum olarak yorumlayabiliriz. Ama deneyimli bir öğretmenin böyle bir tanıda bulunması hiç de anlaşılabilir bir şey değildir.
Birinci sorun, bu ve benzeri olgular karşısında öğretmenlerin duyarsız kaldıkları; olguyu görmek, anlamak ve sınıf içi çözümler üretmek yerine, buna yol açan “habis uru” bir operasyonla kesip atmaya çalıştıkları, yani operatör doktorluğa meyilli oldukları izlenimidir.
Dolayısıyla birinci sorun, öğretmenlerin eğitimine ilişkindir. Yeterli eğitime sahip midirler? Mezuniyet sonrasındaki yıllar içinde mesleki bilgilerini yenilemeleri ve yeni durumlara karşı yeni bilgiler sahibi olmaları için gerekli eğitimsel destek verilmekte midir?
İkinci sorun, ister üstün bir eğitime sahip olsun, ister ortalama bir eğitime sahip olsun öğretmen, hemen her durumda, özellikle yabancı kökenli öğrenciler karşısındaki tutumları, sorunu çözmek yerine, sorundan kurtulmak şeklinde olmasıdır. Bu “kurtuluşçu” tavır, açık ki, tüm sorumluluğu çocuk psikologlarına ve onların uygulayacağı testlere yüklemektedir.
Böylece üçüncü sorun ortaya çıkıyor: Çocuk psikologları ve uygulanan testler gerçeklikle örtüşmekte midir?
Ampirik gözlemlerden ortaya çıkan bu üç sorunun yanında diğer bir olgu, sonderschluye ya da förderschuleye gönderilen çocukların, gerek okul sürecinde, gerekse okul süreci tamamlandıktan sonra karşı karşıya kaldıkları zihinsel ve fiziksel sorunlardır.
Yine gözlemsel olarak sözünü edebileceğimiz bu olgu, özellikle okul sürecinden sonra, yaşları 16 ve üstünde olan sonderschule çocuklarının, gerek özel, gerekse genel anlamda toplumsal ilişkilere uyum sağlamakta çok büyük zorlukla karşılaşmalarıdır.
Özellikle ailelerin istememelerine karşın, okul yönetimlerinin ve okul psikologlarının “tavsiyesi”yle, açıkça ifade etmek gerekirse “zorlamasıyla” ve “zoruyla” sonderschulelere gönderilen “öğrenim engelli” çocukların, zihinsel gelişimleri olağan üstü yavaşladığı gibi, fiziksel gelişimleri de garip bir biçimde bozulmaktadır.
Bu gözlemden ortaya çıkan birinci sorun, sonderschulelerdeki eğitimin ve eğitim sisteminin bir bütün olarak yeniden sorgulanması, özellikle “öğrenim engelli” tanısıyla buralara gönderilen göçmen kökenli çocukların bu sistem tarafından nasıl ele alındığının açıklık kazandırılmasının gerekliliğidir.
İkinci sorun, okul süreci sonunda, 16 yaşından sonra, bu çocuklara bir süre için maddi destek sağlansa da, hemen hemen her durumda tümüyle ailenin sorumluluğuna terk edilmektedirler. Ama aileler, bu durumdaki çocuklarıyla nasıl ilgileneceklerini, onların ileri yaşlardaki gelişimine nasıl katkıda bulunabileceklerini bilmemektedirler. Bu bilgisizlik, özellikle göçmen ailelerde neredeyse mutlak durumdadır.
Elbette, gerek panelimizin konusu açısından, gerekse göçmen kökenli oluşumuz nedeniyle, bu sorunda aynı zamanda bir “tarafız”.
Her ne kadar bilimsel olarak “tarafsız” olmak gerektiğini ve olduğumuzu söyleyebilsek de, uygulamada gördüklerimiz bizi “taraf” haline getirmektedir.
Doğal olarak, bu “taraf”lılığımız, konunun ve sorunların göçmen kökenli çocuklar ve aileler açısından ne kadar önemli olduğunu belirtmeye zorlamaktadır.
Bu “taraf”lılığımızla diyebiliyoruz ki, sonderschuleler sorunu, açık ve kesin biçimde göçmen sorunuyla, göçmenlere ilişkin “entegrasyon” sorunuyla doğrudan bağlıdır.
Göçmenlerin, özel olarak Türkiyelilerin, kendi ekonomik, toplumsal ve kültürel yapıları bir yana bırakılarak, “eşitlik” ya da “eğitim eşitliği” ilkelerine bağlı kalarak, ölçüt olarak “ortalama Alman” aileyi ve bu aile yapısında yetişen çocuğu alarak, göçmen çocuklarının konumunu ve zihinsel durumunu ölçmeye kalkmak eşit olmayanların eşitlenmesinden başka bir şey değildir.
Elbette eğitime, eğitmene, eğitim sistemine ilişkin bu ve benzeri sorunlar, ailelerin, özel olarak göçmen ailelerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Hatta göçmen aileleri, çocuklarının sorunlarından ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, sonuç olarak bu sorunları, üstelik şekillenmiş ve olgunlaşmış olarak yeniden yaşamak durumundadırlar.
Göçmen aileler bilgisizdirler. Eğitimleri ne düzeyde olursa olsun, bu sorunlara ilişkin bilgileri, kendi kendilerine ürettikleri, bir çeşit “efsane” (mit) haline getirilmiş kulaktan dolma bilgilerden ibarettir.
Hem toplum, hem de göçmen aile, çocuğun erişkin olması, reşit olmasıyla ilgilenmektedir. Reşit olana kadar hangi süreçten geçtiğiyle, nasıl şekillendiğiyle ilgilenilmemektedir. Onlar için asıl olan, çocuğun tam gün ve tam ücretle çalışabilir yaşa gelmesidir. İster eğitimli olsun, ister eğitimsiz olsun, ister sonderschuleden gelsin, ister hauptschuleden gelsin, önemli olan sekiz saat çalışabileceği bir işe girmesidir. Böyle bir işe girdikten sonra, çocuğun zihinsel ve fiziksel durumu aile açısından sorun olarak görülmemektedir.
Buradan çıkan sonuç da, ailelerin özel olarak bilgilendirilmeleri gerektiğidir.
Ne yazık ki, sorun yalın bir bilgilendirme sorunu değildir. Sorun, göç ve göçmen sorunudur. Göçmen kökenli çocukların %7 oranında sonderschuleye gidiyor olmaları, yaklaşık %10’unun “gesamt” ya da “integreit gesamt” schuleler gitmesi, kalanların büyük çoğunluğunun hauptschulede bulunmaları ve bunların da çoğunluğunun hauptschule diploması almadan okul çağını tamamlamaları, hem eğitsel, hem toplumsal bir sorundur.
Bu nedenle, sadece eğitsel-pedagojik çözümlerle göçmen çocuklarının sonderschule sorunlarının çözümlenemeyeceğini düşünüyoruz.
Yine ampirik gözlemlerden çıkan bir başka olgu, sonderschuleye gönderilen çocukların büyük çoğunluğuna “öğrenim özürlü” “tanısı” konulmuş olmasıdır.
Bu “tanı”, açıktır ki, göçmen çocuklarının, özel olarak Türkiye kökenli çocukların yeterli Almanca bilmemeleri gerçeğiyle örtüşmektedir.
Düşüncemize göre, sonderschule sorunu, aynı zamanda göçmen çocuklarının yeterli düzeyde Almanca öğrenmelerinin sağlanması sorunuyla özdeştir.
Bu nedenle sorun, bir yerden sonra göçmen çocuklarının yeterli ve doğru Almancayı öğrenmeleri sorunu ile örtüşmektedir.
Bizim Die Gaste olarak, ilk günden itibaren üzerinde durduğumuz anadili öğrenimi temelinde Almanca öğretilmesine ilişkin tezlerimizin, bu açıdan sonderschulelere ilişkin sorunların çözümlenmesinde belirleyici bir yere sahip olduğunu söylemek durumundayız.
Yapılması gerekenin, kolaycı bir yöntemle “öğrenim özürlü” tanısı konularak göçmen çocuklarının sonderschulelere gönderilmesinden önce, anadili temelinde Almanca öğrenilmesini sağlayan bir programın uygulanması gerektiğidir.
Bu nedenle diyoruz ki, göçmen çocuklarının sonderschule sorunu, aynı zamanda bu çocukların anadili ve anadili temelinde Almanca öğretimi sorunundan ayrı değerlendirilemez.
Bir yandan ve öncelikle anadili ve anadili temelinde Almanca öğrenimine ilişkin programlar uygulanırken, diğer yandan sınıf öğretmenlerinin yeterliliklerinin geliştirilmesi, nesnelliği ve bilimselliği tartışmalı olan “test”lerin kaldırılmasıyla işe başlanılması gerektiğini düşünüyoruz.
Bu, sonderschule sisteminin radikal biçimde elden geçirilmesini gerektirir.
Panelimizde bu açılardan yol gösterici bazı yanıtlar ortaya koyacağını umuyoruz.
Bir kez daha panelimize katıldığınız için hepinize teşekkür ediyor ve hoşgeldiniz diyoruz.
|