Artık herşey, Türkiye Türkçesinin Batı dünyasına Almanca üzerinden açılacağını gösteriyor. Ya da açılamayacağını. Bu yolda, özellikle son çeyrek yüzyılda coğrafi, ekonomik ve demografik nedenlerle alınan mesafe, büyüktür. Almanya’da yaşayan ikinci ve üçüncü kuşak insanlarımız, ki ilk dili Türkçe olan ve epeydir nüfus kağıtlarıyla da Almanyalı genç insanlar bunlar, şaşırtıcı denemelerle sahneye çıktı. Buna tanık olduk. Örnek çok.
Ama galiba örneklerden daha önemlisi, şimdi cüret edeceğimiz akıl yürütmedir: Türkçeye komşu bir başka büyük bölge dili, Rusça; malum. İşte bu Rusça, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında narodnik hareketin aristokrasinin elinden aldığı Fransızcayı geri plana itti ve toplumcu çeviriler üzerinden Almancaya taşındı. Das Kapital’e ilk büyük ilginin Rusçadan geldiğini ve bunun Karl Marx’ı fena halde şaşırttığını biliyoruz. Bu ilişki yoğunlaşarak sürdü. 20’nci yüzyılla birlikte toplumcu dünya görüşü, Almanca üzerinden Rusya’ya, Rusya’daki toplumsal hareketler üzerinden de Almancaya girdi. Almanca, Rusçayı 20’nci yüzyılın başında adeta bir Avrupa dili yaptı. Başka nedenlerin yanı sıra, bir de bu var.
Fakat, bundan daha önemlisi, bazı Rus yazarların Almanya’da Rusya’dan çok, bazı Alman yazarların da Rusya’da Almanya’dan çok tanınmasıdır. Geçen yüzyılın başlarında, özellikle...
Biz, bize gelelim: Halen 2 milyon 800 bine yakın belli bir grup insan yaşıyor Almanya’da ve bu topluluğun “ilk büyük dili”, çoğunluğunun da anadili Türkçe. Geri dönenlerle birlikte baktığımızda, Türkçe Batı dünyasında en rahat Almanca üzerinden konuk edilebilir; görüyoruz. İngilizceyi bu oranda ciddiye alamayız. Doğrudan doğruya İngilizce yazarak o dilde kariyer yapabilen pek yok. Tek tük örnekleri abartmayalım. Ama Türkçe üzerinden Almancaya giren ve bu dilde kariyer yapan yazarlarımızın sayısı çok fazladır. Demek ki, İngilizce üzerinden yapamayacağımız bir genellemeyi Almanca üzerinden rahatça yapabiliriz: Türkçe için en önemli yabancı dil, artık Almancadır.
Eh, herhalde bunun da, kimi çevreler için sevimsiz, sonuçları olacaktır.
Biri, Almanca ile Türkçe arasındaki bu zorunlu akrabalığın zaman içinde bir nüfuz alanı tartışması, hatta kavgası doğurabileceğidir.
Ne demek istiyoruz?
Aslında şu sorunun yanıtını arıyoruz: Acaba hangi dilden diğerine, hangi ideolojik kalıplar, dünya görüşleri, edebi yönelimler ve günlük yaşam ritüelleri girecektir? İki dil de taşıyıcıdır, kuşkusuz bu alanda bir karşı karşıya gelme, hatta göğüs göğüse çarpışmaya bile tanık olacağız. Ama bu çarpışmadan hangi taraf daha sağlam çıkacaktır; bilmiyoruz.
Böyle bir süreci çok da olumsuz karşılamayalım. Bu tür nüfuz alanları ve üstünlük tartışmasının zaman içinde sahneye yerleşmesi kaçınılmazdır. Dil, hem üretici hem de taşıyıcı bir müdahaledir. Değiştirerek yürür.
Bunları, önümüzdeki dönemde ciddi ciddi tartışmamız gerekiyor. Örneklerden hareketle “aşının” hangi yönde olduğuna veya olacağına bakmak zorundayız.
Ama bir başka yerde tartışmaya açtığım bir konuyu (*) şimdilik şu boyutlarıyla burada da hatırlatmaya çalışayım: Bundan bir 35 yıl önce gündemdeki iki şey, şu anda söz konusu değildir. Bir: Türkçeden Almancaya edebi bir şeyler taşıyabilecek insan sayısı çok azdı. Şimdi fazlasıyla var. İki: Gerçi Türkçeden Almancaya taşıyıcı aktör eksikliği vardı, ama Türkçede bugünkü kadar bir aşağılık kompleksi yoktu. O da şimdi fazlasıyla var.
Artık Almanca, Türkçenin Batı ile ilişkilerinde ana aracı dildir. Kendilerini Türkçeden çok daha iyi ifade ettiğini düşünen genç insanların ve bunların içinde de edebi müdahalelere cüret edenlerin sayısı hızla artıyor. Peki, bugünkü Türkçenin bu talebin altından kalkacak bir üretimi var mı? Bir sorudur. Ya Almancanın “egemenleri”, Türkçedeki zenginliği ve yeni arayışları acaba ciddiye alır mı? Bu da bir başka sorudur.
Yeni bir çağa girdik.
Bu çağın sanıldığından çok daha karmaşık bir savaşıma tanık olacağını şimdiden ileri sürebiliriz.
Onun için, Almanca sadece bir taşıyıcı değil, bir ilerletici veya geriletici mekanizma olarak da sahnedeki yerini alacaktır. İş, onu kullananlarda. Tabii aynı şeyi, Türkçenin Almancayı taşıma biçimine bakarak da söyleyebiliriz.
Çok ilginç, çok eğlenceli, belki de çok acılı bir dönemdir üzerimize gelen.
(*) Kısa süre önce basılan bir kitapta “Türkischsprachige Intellektuelle in Frankfurt” başlığı altında yer alan makale, bu tartışmanın ipuçlarını içeriyor: Beatrix Caner (Hrsg.), Doppelte Heimat-Türkische Migranten berichten, Heinrich und Hahn, Frankfurt, 2008, s. 25-37.
|