|
13. Sayı / Temmuz-Ekim 2010 |
Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
Yayın Sorumlusu (ViSdP): Engin Kunter
diegaste@yahoo.com
|
Göçmenler Hangi Takımdan? Kimlik politikaları ve dünya futbol kupası
Prof. Dr. Gazi ÇAĞLAR
İçinde yaşadığımız çağ, kimi düşünce akımları tarafından –bir sürecin bitmiş olduğunu ama yeninin henüz daha tam oturmadığını tanımlayan “sonrası” veya “ardından anlamında– “post” ekiyle sıfatlandırılmaktadır. “Post-modernite”, “post-demokrasi” veya “post-milliyetçilik” ve “post-kimlik-çağı” bugünkü toplumların toplumsal karakteri ve siyasal yapılanması ile ilgili sadece bir bilimsel belirleme arayışını değil, geçmişten kopulduğunu ve yeni bir çağa girildiğini iddia eden topyekun bir bakış açısını ifade etmektedirler. Yakından incelendiğinde bu bakış açılarının yanlış gerçeğin orantılı bilinci manasında ideolojik karakteri görülebilir.
Marx, burjuva ideolojisinin tarihselleştirmeyi çok sevdiğini, her toplumsal ve dini tarz ve biçimin tarihsel, yani geçici, yani izafi olduğunu iddia ettiğini söylemişti. Sadece burjuvazinin kendi tarihinin mutlak olduğunu, tarihin evrilerek burjuva liberalizminde doruk noktasına ulaştığını ve artık değişmez bir karakter aldığını iddia ettiğini açığa çıkarmıştı. Gerçekten de kapitalizm tarihi boyunca, liberal ideolojinin kendisini mutlaklaştırma, ebedi ilan etme çabalarına, –ehven-i-şer tarzında– “kötüler arasında en iyisi” olduğuna dair övgülere sıkça rastlanır. En son örneğini, 21. yüzyıla girerken, Francis Fukuyama’nın “reel” sosyalizmin çöküşünü kapitalist toplumun zaferi olarak kutladığı “tarihin sonu” tezinde gördük. Fukuyama’nın asıl mesajı, etraflıca detaylandırarak sunduğu “sınıflar mücadelesinin sonu” ve bunun doğrudan sonucu olarak “devrimler çağının kapandığı” iddiasıydı. Artık pazar ekonomisi ebedi ve büyük ölçüde uyumlu düzen ve onun belirlediği toplumdaki çelişkiler iyileştirme çabaları ve kabul görmek için uğraşan kimlik mücadeleleri tarafından düzeltilebilecek antagonist olmayan sürtüşmelerdi. Bu tezin dünya politikasında emperyalist emellere hizmet eden boyutunu ise, muhafazakar-liberal Huntinton ifade etmişti. Artık sınıflar mücadelesi, ekonomik-toplumsal çatışmalar ve ideolojik savaş dönemi bitmiş, yerine tırnaklarına kadar silahlanmış medeniyetlerin kimlik savaşları geçmiş, bu savaş haritasında ise asıl cepheyi insan hakları, demokrasi ve pazar ekonomisi kalkanlı “batı” ile arkaik değerlerinde direnen “islam-Çin şebekesinin” başını çektiği “dünyanın gerisi” oluşturmaktaydı.
İlginç olan, özünde benzer bakış açılarının sadece muhafazakar liberalizm tarafından değil, “sağ” ve “sol” kavramlarının ömrünün bittiğini iddia eden ve sosyal-demokrasiyi “üçüncü yol” üzerinden yenilemeye soyunmuş Beck’in “ikinci modernite”, “riziko toplumu” ve “kosmopolitik demokrasi” gibi tasarımlarında , Giddens’in “post-geleneksel toplum”, “yaşam tarzı politikaları” belirlemelerinde de savunulmasıdır. İkisinin de siyasi çatışmaya değil, diyaloga dayalı diye düşündükleri ve “radikal politika” diye sundukları, aslında radikal politika olmaktan çok uzaktır. Çünkü ikisi de sosyal demokratlara “kapitalizmin alternatifsiz olduğunu” kabul etmelerini önermektedirler. Mevcut iktidar ilişkilerini sorgulamayan radikal politika ise, düşünülemez. Nihayet Schröder ve Blair’in “üçüncü yolu” da, Kohl ve Thatcher’in dahi gerçekleştiremeyeceği oranda, “sosyal devlet” budaması ve “hakların yükümlülükle” eşitlenmesi söylemiyle otoriter disiplin stratejileri şeklinde gerçekleşmiştir.
Benzeri bir söyleme, tüm farklılıklarına rağmen bugünün “komünisti” olduklarını iddia eden Badiou, Holloway ve Negri’de de rastlıyoruz. Üçü de parti ve devlet formatında siyaset çağının sona erdiğinin, radikal politikanın devlet dışında ve devlete “mesafeli” direniş odakları yaratması gerektiğinin, “reel-sosyalist” devletlerin çöküşünden çıkarılması gereken dersin “kapitalizme karşı mücadelenin anlamsızlığı” olduğunun propagandasını yapıyorlar. Direniş, bu dünyadan ve onun toplumsal-ekonomik-kültürel iktidar ilişkilerinden kaçışa dönüşüp soyut “bir başka dünya mümkündür” desturuna indirgeniyor. Bu somut ilişkileri iktidar aracılığıyla değiştirme hedefinden vazgeçiliyor, dolayısıyla Hegel’ci anlamda söylemek gerekiyorsa “belirli olumsuzlama” yada “olumsuzluğun olumsuzlanması” hareketinden vazgeçiliyor. Kopuş, kendi içinde çeşitlilik diyarı olan “multitüde”nin belirsiz üretkenliğinden veya “kitlelerin öz örgütlenmelerinin” devlet-dışı yapıcılığından bekleniyor.
Göçmen kimliği mi?
Pekala tüm bunların “göçmenlerle” ilgisi ne? Politikanın, antagonist çelişkileri dillendirip çözüme doğru sürüklemeye çalışan bir alan olduğu ve çatışmasız bir politik sahanın düşünülemeyeceği fikrinden vazgeçilip, konsensüs ve diyalog tarafından belirlenen bir harekete indirgenmesinin doğrudan sonuçlarından birisi olarak kimlik politikaları ortaya çıkıyor. Dünya genelinde bugünün çatışması olarak sunulan “liberal demokrasi/ fundamentalizm” çatışması, toplumsal çatışmaları kültürel kılıfta sunan kimlik politikalarının bir örneği. Dünya politikasına “demokrasi/fundamentalist terörizm” ikilemi olarak yansıyan kimlik politikaları, örneğin Almanya’da, ulusal devlet sınırları içerisinde, demokrasi ve insan haklarına uyan “Almanlar”, geleneksel arkaik değerlere bağlı anti-demokratik kültürlerin taşıyıcısı “yabancılar” (“göçmenler”) tarzında kurgulanıyor. Demokrasiyi öğrenmesi gereken “müslümanlar” ise, kültürel politikalarla ötekileştirilenin son dönemdeki en çok sevilen nesnesi. Ancak “müslümanlar” sadece kurban olan bir nesne değiller, “kendilerinin” örgütleri de, aktif olarak toplumsal ve politik olanın kültürelize edilişi sürecini örgütleyen ve bundan kazanç sağlayan aktif birer özneler.
Bu kültürelizasyon stratejilerinin en basit örneklerinden birisi, özellikle 90’lı yıllarla birlikte çeşitli devlet kademelerinde ve istatistiklerde verilen “müslüman” sayıları. İslam’da kilisedeki gibi “üyelik” olmadığına göre, bu sayılara nasıl ulaşıldığı belli: Müslümanlığın sözde egemen ideoloji olduğu düşünülen ülkelerden gelenler müslüman, yani mesela Türkiye’den gelenler müslüman. Bu sözde “bilimsellikle”, Almanya’da sayıları çeşitli kaynaklara göre 3-5 milyon arasında değişen “müslüman” üretmek basit. Bu “müslüman” örgütlenmelerinin de bir hayli işine gelen basit bir kültüralizasyon tekniği. Yine bir başka örnek, üniversitelerdeki “araştırma” ve tezlerin kavram stratejisi: Eskiden mesela “yabancıların”, “Türk gençlerinin” şu veya bu sorunu diye adlandırılan tezler, artık “müslüman gençlerin” çeşitli sorunları vb. şeklinde sunuluyor, araştırılıyor. Kültürelleştirme politikalarında diskursların adlandırılmasını değiştirmek, önemli bir yer tutuyor. Nesnenin adı değiştirilince onunla kurulan ilişki de farklılaştırılıyor: Nesne karşısındaki sorumluluk, bastırılıyor.
“Misafir işçilerin”, “göçmen” adını almaları da basit bir isim değişikliği değil sadece: Tipik bir Almanya üretimi olan “Gast-Arbeiter”in tüm paradoksisine rağmen - hiç bir kültürde misafirin çalıştırıldığı görülmemiştir - içerdiği gerçek, ekonomideki antagonist emek-sermaye çelişkisinin bir tarafını ifade eden “işçi” deyimi. İşçinin sorunlarını ve dünyasındaki çelişkileri ifade eden politikaların hedefi ve karşıtı, basit dille ifade etmek gerekirse sermaye ve düzeni. “İşçileri”, bir çeşit “sınıf atlama” havası vererek “göçmen” ilan edince, gerçek hayatın bu ekonomik toplumsal çelişkisinin de üstü örtülüyor, göçmenlerin mücadelelerinin hedefleri kültürlerinin “tanınması” taleplerine indirgeniyor. Bu taleplerin muhatabı ise, artık sermaye değil, devlet ve hükümet. Göçmenliğin, “yabancılık” kavramını modernize ettiği düşünülebilir. Ancak “yabancılık” kavramında da, somut insanların devlet yasaları eliyle yabancılaştırılması ve bu tarz devlet ve iktidar yapılanmalarına karşı direnişler gizlidir veya davetlidir. Göçmenlikle ilgili talepler ise, kimlik kabul ettirme mücadeleleri kisvesine sıkıştırılmaya elverişlidir. Hele göçmenler, “müslümanlaştırılır”, “katolikleştirilir”, “budistleştirilirse”, devlet-ulusun zaten sürekli çatışmalı olan kendi kimliğini de yenileyerek geliştirildiği asimilasyon stratejileri karşısında direnç kaynağı kalmaz: Etnisist ulusal ideolojilerde ve milliyetçiliklerde örneğin “Türk”, “İtalyan”, “Rus”, “Almanlaştırılamaz.” Ama nasıl ki katolikler ve protestanlar Alman ulusal kimliği altında kendilerini tanımlıyorlarsa, “müslümanlar” da pekala bu kimlik çatısı altında “entegre” edilebilirler. Gerçekte ise göçmenler, burjuva-kapitalist düzenin en etkin entegrasyon aracı olan ekonomide en az entegrasyonu yaşıyorlar. Bunu görmek için, çalışma, sosyal yardım, işsizlik, eğitim istatistiklerine kısaca bir göz atmak yeterli.
Kültürelizasyon stratejilerinin karanlık yüzü ise, kendi “öz kimliğini” savunmak üzere yola çıkan ve Avrupa’da giderek güçlenen sağ-ırkçı-faşist akımlardır. Politika sahnesi, kimlikler cümbüşünün tanınma taleplerine indirgenince, ırkçı faşizmin hortlamasına da davet çıkarılmış olur.
Dünya futbol kupasında Alman kim?
“1990 yılında (Federal) Almanya’nın Dünya Kupası şampiyonu olduğu kadroda ülke dışında doğmuş ve farklı kökenli tek bir oyuncu dahi bulunmuyordu. 1996’da Avrupa Şampiyonu olduklarında ise Mehmet Scholl ve Fredi Bobic, Türk ve Sloven köklerini temsil ediyorlardı. 2002 Dünya Kupası finalini oynadıklarında da sayı değişmemişti. Klose ve Asamoah. Euro 2008’de ise bu sayı 7’ye yükseldi. Bugün 2010 Dünya Kupası yarı finaline yükselmiş Almanya’nın kadrosunda farklı kökenlere sahip 11 oyuncu bulunuyor” (Topal, Birgün, 8.7.2010).
Pekala bu fenomen neyin ifadesi? Sadece futbolun, artık bir kapitalist endüstri haline gelmiş olmasının ve “köken” ve “kültüre” bakmadan en başarılı oyuncuyu seçmesini mi anlatıyor? Elbette sadece bu değil. Almanya’da ulusal kimliğin, giderek göçmenleri de kapsayıcı hale getirilmesi çabalarının futbol sahasındaki yansıması biraz da. Halen çeşitli alanlarda dıştalanan göçmenlerin gözünden “kimlikler cümbüşü” gibi görünen futbol takımı, eşitlikçilik politikalarının bastırıldığı ve ırkçılığın yükseldiği koşullarda hem bir çeşit eşitlik simulasyonu, hem de “Alman takımımızla”, “Almanya’mızla” özdeşleşmeyi sağlamaya yönelik bir kimlik politikası.
Futbolun milli semboller aracılığıyla identifikasyon gücü oldukça yüksek. Tüm alanlara, pencerelere, yüzlere, göbeklere yayılan Alman bayrakları, ulusal futbol anılarında yaşatılan düşmanlıklar, ötekilere karşı agresiflik, biralı futbol eğlenceleri, ötekine karşı oluşturulan “biz”in önemli bir dayanağı. Ama yine de Alman kimliğinin kapsayıcılığı henüz daha cumhuriyetçi kapsayıcılık değil: Bild gazetesinin Alman ve Türklerin dünya kupası ile birlikte “süper arkadaş” olduklarını belirten başlığı, göçmenlerin henüz daha tam kapsanamadığını, belki Alman bayrakları salladıkları için “süper arkadaş” olabileceğini belirtmiyor mu? Cem Özdemir’den İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere’e kadar her cenahtan siyasetçiler ise, futbolun “entegrasyon motoru” olduğu konusunda hemfikir görünüyorlar.
İlginç olan ve göçmenlerdeki kimlik krizine ve identifikasyon baskısına iyi bir örnek olan bir başka haberi de kısaca burada anmak gerekir: Lübnan kökenli Youssef Bassal, Berlin’deki Sonnenallee sokağında evinin önüne 85 metrekarelik bir Alman bayrağı asıyor ve Almanya’daki en büyük Alman bayrağını astığı için mutlu olduğunu sanıyor. Kendi deyimiyle sol otonomcu “komik Almanlar” kendisini ziyaret ediyorlar, Alman bayrağının tarihini ve dıştalayacılığını anlatmaya çalışıyorlar ve kovuluyorlar. Bunun üzerine Youssef’un Alman bayrağı indiriliyor, o tekrar çok para harcayıp aynı bayrağı yapıp asıyor, tekrar yanıyor, sonra üçüncüsünü asıp Berlin’in ortasında geceleri Türkiye kökenli vs. arkadaşlarıyla bayrak nöbetine başlıyor ve bu “bayrak savaşı” başlıklarıyla tüm ülkeye duyuruluyor (Die Zeit, 3.7.2010). Youssef “ben Alman’ım”, solcu Almanlar ise “komik Almanlar” mesajı veriyor. İşte göçmenlerdeki dönüşüm üzerine düşünmeye bu mesajın gizi ile başlamalıyız.
|
|
|