|
15. Sayı / Ocak-Şubat 2011 |
Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
Yayın Sorumlusu (ViSdP): Engin Kunter
diegaste@yahoo.com
|
Yönetici Kültür – Sanal Bir Kale [Die Leitkultur, eine virtuelle Festung]
Prof. Dr. Wolf-D. Bukow
Alman yönetici kültürünün artık kamuoyu söylemlerinin dışında yer alması düşünülemez. Aslında kimse bunun kesin olarak ne anlama geldiğini belirtemez, ama o herkesin ağzında ve çok başarılı olduğu da görülüyor. Bu öykü nasıl ortaya çıktı ve neden böylesine etkili bir toplumsal mite dönüştü?
Tarihçe
Tarihçe, II. Dünya Savaşı sonrasında, kalıcı biçimde itibarını yitirmiş gözüken sağcı Alman ulusal görüşleri yeniden kabul edilebilir kılmak üzere, birkaç Heidelbergli bilimadamının elli küsur yıl önce biraraya gelmeleriyle başlıyor. Bu amaçla çağdaş sistem teorisi düşüncelerinden faydalanarak, bunlardan “yabancı” düşmanı bir toplum modeli (Heidelberg Manifestosu) şekillendirdiler ve yeni bir “ulusal kimlik” talep ettiler. Ve gerçekten de bu modernize edilmiş sağ görüş ile Baden Württemberg CDU’su ve Bavyera CSU’su başta olmak üzere, muhafazakar çevrelerde kısa sürede yankı buldular. Bu görüş, çıkış noktasını oluşturan ve CDU’ya yakın “Think-Thank” Weikersheim üzerinden hızla yayıldı. Kısa sürede bu savlardan yararlanmayan bir tek eyalet ve bir tek federal seçim kampanyası kalmadı. Özellikle o andan itibaren “Alman” çıkarlarına istinaden “yabancıya” ayrımcılık uygulamak popüler oldu. Yeni bir ulusal öykü böylece başarıyla uygulamaya sokulmuş oldu.
Bu tasarıyı, Rheinland Pfalz üzerinden iktidarın merkezine oturmak üzere beceriyle ele alarak işleyen ve başbakan olduktan sonra bu anlatıyı, kendi “halk partisini” sağcı seçmen potansiyeliyle genişletmek için kullanan, tarihçi Helmut Kohl’du. Bundan da öte, onu, “yabancı” düşmanı bir atmosfer yaratarak, kendini ulusun koruyucusu olarak sahnelemek için kullandı. Geçmişe bakıldığında anlaşılacağı gibi bu strateji salt başarılı olmakla kalmadı, ayrıca birçok sonuca da neden oldu. Sağcı seçmenleri çekmeyi ve Cumhuriyetçileri ve NPD gibi diğer sağcı partileri küçük tutmayı başardı, ama bu başarıyı, yurttaşların öz güveninde gerçekleşen dönüşümle ödedi. Sağcı düşünüş yeniden toplumun merkezinde kabul görür oldu. Bu bağlamda en masum girişim ise, ulusal öyküyü simgesel olarak sahnelemekti. Bonn’daki Alman Tarihi Kurumu (Haus der Deutschen Geschichte) bunun için birçok örnekten birisidir. Ancak çok daha vahim olanı, toplumun yeniden uluslaştırılması ve aynı zamanda “yabancı düşmanlığına” odaklandırılması olmuştur.
Bu çifte mesaj hedefine ulaştı ve o zamandan bu yana sürekli olarak saptanabilmektedir. Bu şekilde, kırk yıl boyunca, artık çoktan geri döndürülmesi imkansız bir toplumsal olguya dönüşen göçün kabul görmesi başarıyla reddedilmiştir. Mesajın hedefine ulaştığı, ulusal bir olay biçiminde sahnelenen iki Almanya’nın birleşmesi çerçevesindeki olaylarda görülmektedir. “Biz Halkız” söylemi, ulusal bütünlüğün bir mesajı olarak formüle edilmekte ve Solingen’den Hoyerswerda’ya kadar pogromlarda belgelenmektedir. İki Almanya’nın birleşmesinden bu yana ulusal kimlik tartışmaları giderek azaldı ve yalnızca yayınların kültür sanat bölümlerinde ve daha çok popüler-bilimsel yayınlarda devam etti. O zamandan beri süregelen, arka planında göç karşıtlığı, bir diğer ifadeyle ırkçılık ortamı bulunan bu durum, katiyen bu sorunsalın tükendiği anlamına gelmez, tam tersine, mesajın nihai olarak yerine ulaştığı ve çoktandır toplumun merkezinde günlük yaşantıya dönüştüğü anlamına gelir. Konuya ilişkin henüz yeni yapılmış ampirik araştırmalar tam da bunu tanıtlamakta. Ulusallık havasının günlük yaşantıya dönüşmesiyle göç karşıtı tutum pekişmekte. Bununla birlikte, günlük yaşamda varlığını sürdüren eski sağcı düşünüşün bu olguyla kaynaşması için, yani antisemit önyargıların entegre edilmesi için imkanlar doğmakta. Öykü, bu zeminde toplumsal bir mite dönüşmektedir ve artık geniş çevrelere sızabilmiştir.
“Ulusal Kimlik”ten
“Yönetici Kültür”e
Burada da tartışmayı hızlandıranlar yine bilimadamları ve herkesten çok Göttingenli ilahiyat bilimci Bassam Tibi oldu. Bassam Tibi 1998’de “Kimliksiz Avrupa” üzerine çalışmasını yayınladı. O da bir zamanlar Heidelbergli bilimadamları gibi çağdaş sistem teorisi düşüncelerinden yararlandı. Açık olarak Niklas Luhrmann’ın “başat farklılık” (Leitdifferenz) kavramını alarak Avrupa üzerine yansıtmaktadır. Böylece “yönetici kültür” kavramı doğmuş oldu. Bu yeni öykü, eski “ulusal kimlik” öyküsünden çok daha esnek göründüğü ve herşeyden önce Avrupa (Avrupa Birliği kastediliyor) düşüncesine daha iyi uydurulabildiği için süratle tüm muhafazakar politikacılar tarafından kabul edildi. Bassam Tibi’nin çalışmasının henüz yayınlanmasından birkaç hafta sonra, Friedrich Merz, kavramın somutluğunu takdir etti. Ve Merz ayrıca, polemik yapmak amacıyla, “çokkültürlü toplum” tasarısı karşısına “Alman yönetici kültürünü” getirdi. Bununla Hıristiyan Birliğin yeniden “sağa doğru yürüyüşe” koyulmasını çok bilinçli bir şekilde hesaba katıyor. Altı ay içersinde, Bassam Tibi’nin düşünceleri, “ortak değer olarak yönetici kültür” başlığı altında Federal Hükümet dergisi “Das Parlament”in ekinde yayınlandı ve şimdi Hıristiyan Birlik çevrelerinde geniş ölçüde kabul görüyor. Ve nihayet 2005’de Angela Merkel Almanya başbakanı olduğunda, kendisi de Bassam Tibi’den alıntı yaptı. Merkel, kendi deyişiyle, bu “Alman yabancının” düşüncelerini çok ikna edici buldu. Ve gerçekten de bu yeni öykü eskisine kıyasla iki avantaj sunmakta:
a) Birincisi, ulusal kimliği, artık şimdi özünü terk etmeden Avrupa düzeyinde yeniden formüle etme imkanı bulunuyor. Çünkü Alman değerleri yerine şimdi Avrupa esasları bağlamında Alman değerleri ve Almanya yerine Hıristiyan Batı dünyasının bir parçası olan bir Almanya kuvvetle tasdik edilebilir.
b) Ve ikincisi, kendi hatalarını özlü bir biçimde düzeltmek zorunda kalmadan eski “yabancılar politikasını” Avrupalı ortaklarına sıkılmadan sunulabilecektir.
O dönemdeki tartışmalara ilişkin görüşlerinden açıkça anlaşılacağı gibi, Bassam Tibi kendisi her iki durum için de taslağı sunuyor. Aslında bunun mevcut öykünün salt öteki bir modernizasyonu olduğu anlaşılabilmektedir:
“Ancak benim yönetici kültürü tasarımımda, dizginsiz bir göçün, ülkenin gereksinmelerine odaklı bir göçe dönüştürülmesi ve bu göçmenlerin bir Avrupa kimliği çerçevesinde entegre edilmeleri söz konusudur, ama bu –böyle bir ayrım yapmak belirleyici bir niteliğe sahiptir– onları asimile etmek anlamına gelmez. Varoldukları tartışma götürmez farklılıkların rasyonel biçimde aşılması ve aynı zamanda bu ülkede, en önemli değer ve normlara ilişkin bir uzlaşmanın sağlanması gerekliliği işte tam da burada yatmaktadır. Ben ayrıca göçün bir sınırı olduğunu da kabul ediyorum...” (Politik und Zeitgeschichte- B 1-2/2001).
Kendisi bir Suriyeli olan ve henüz öğrencilik yıllarında göç eden Bassam Tibi’nin, en azından Alman göç rejiminin stratejisi olarak “asimilasyonu” reddetmesini esasında bir olumluluk olarak göz önünde bulundurmak gerekir. Ama bu, onun temel savı karşısında gerçekten de kenarda kıyıda bir atıf olurdu. Ve en geç Tibi’nin “yönetici kültürü” kavramıyla Luhrmann’ın “başat farklılık” kavramı kendi anlamsal bağlantıları içinde karşılaştırıldığında, bu temel sav açıklık kazanmaktadır. Luhrmann’ın sistem teorisinde “başat farklılık” ile bir toplum içerisindeki bir (kısım) sistemin işaretlenmesi söz konusudur ve Luhrmann, bir hukuk sisteminin toplumsal ya da kültürel bir sistem karşısındaki özelliklerini betimlediği örneğinde olduğu gibi, kavramı biçimsel olarak tanımlar. Bassam Tibi’nin “yönetici kültürü”, ilkin, bir bütün olarak toplumun özelliklerinin dünyanın geri kalanına karşı saptanması ve ikincisi, bir bütün olarak toplumun hegemonyasının dünyanın geri kalanına karşı sağlamlaştırılmasıdır. Luhrmann’da amaç, bir sistemin kendi özel istekleriyle tüm ilgili taleplere yanıt verebilecek biçimde şekillendirilmesidir. Tibi’de anlatılan, bir göçmenin topluma içeriksel olarak uyacak biçimde katılmasıdır. Burada söz konusu olan uyuma hazır “yaşayan sistemler” değil, tersine kişinin “kabul edersin ya da etmezsin” parolası uyarınca sorumlu kılınmasıdır. Sistemin yeni üyelere ve onların gereksinimlerine açılması amaçlanmamaktadır, tersine, kişinin, sistemin kimliğini içeriksel olarak kabul etmesi söz konusudur. Burada, 19. yüzyılın sınıflı toplumunda tartışmalı olan 18. yüzyılın ulusal devlet ruhu ve ona karşı yükümlü bir toplumsal anlayış esas alınmaktadır. Çağdaş, işbölümü üzerine oturtulmuş, dışa dönük olarak çoktan küreselleşmiş ve içe dönük olarak çeşitlileşmiş toplumlara bu sur olma görünümü hiç de uymamakta. Bassam Tibi’nin de altı yıl sonra cesaretini yitirmiş olarak saptayabildiği gibi, bu tasarının başarılı olması mümkün değildi.1
Güncel Duruma İlişkin
Yönetici kültür tartışması en geç 2008 seçim kampanyalarında, önceleri “ulusal kimlik” öyküsünün kendisi için talep etmiş olduğu yeri aldı. Ama yeniden biçimlendirilen ulusal öykü ile yalnızca sağcı düşüncenin modernize edilmesi başarılmamış, aynı zamanda günlük bilince yerleşmiş tasarımların yeniden işlevsel kılınması da sağlanmıştır. Böylece onlar bugün yine politikanın hizmetindedirler ve “sanal bir kale” oluşturulmasında kullanılabilmektedirler.
Elbette bununla birlikte, bu düşünüşün günlük yaşama dönüşümü sürecinden doğan dinsel temellendirme de, özellikle olumsuz bir doğrultuda antisemitizm biçiminde, sandaldaki yerini almış oldu. Görünüşe göre göç karşıtı tutumlar, günlük yaşantıyı kapsayarak gerçekleştirdiği yürüyüşte antisemitik önyargılarla karıştı. Dinsel temelleniş islam tartışmaları açısından yararlı, ancak antisemit önyargılar politik manzaraya uymamakta. Bu ise henüz gözönünde bulundurulmamaktadır. CDU’nun dört yıl önce düzenlenen 21. genel kurul toplantısında kararlaştırdığı Temel İlkeler programının 1. bölümünde “biz Hıristiyan Demokratlar” ve 37. bentinde de şunlar yazıyor:
“Bu kültürel değerler ve tarihsel deneyimler toplumumuzun birlikteliğinin esaslarıdır ve Almanya’da yönetici kültürümüzü oluştururlar...”
Elbette dinsel vurgu her zaman için hesaplarda düşünülmüştür ve yerleşik sağcı düşüncede de sürekli olarak merkezi bir rol üstlenmiştir. Ve dinsel vurgu, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Huntington’un talep ettiği kültürler çatışması için de kullanıma elverişlidir. Ama bu esnada yolu açılan antisemitizm hemen bir soruna dönüşmektedir. Bunu eski Almanya Merkez Bankası yöneticisi Thilo Sarrazin’in yayınladığı, 2010 Noel’ine kadar 1,5 milyon nüshası satılan ve kendisini mültimilyoner yapan “Almanya Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitabından daha etkili biçimde tanıtlayamaz. O, uzmanlık bilgisi olmadan tartışmakta ve daha ziyade birahane müdavimlerinin düşüncelerini tekrarlamaktadır. Kuvvetle “alışıldığı gibi düşünmeye” yönelmektedir. Bu ayrıca sürekli olarak sızan ırkçı imalar ve antisemit söylem biçimleri içinde geçerlidir, ki Sarrazin bunu sıkça islam karşıtlığına çevirerek yararlanmaktadır. O nedenle daha geçenlerde –Ekim 2010– Angela Merkel, uzun bir süre salt Hıristiyanlıkla tanımladığı yönetici kültür öyküsü –örneğin Avrupa anayasasına Hıristiyan tanrı kavramının eklenmesi isteminde olduğu gibi– şimdi Yahudi mirasına işaret ederek genişletti. Öykünün bu yolla daha da fazla bir silaha dönüştüğü, aynı dönemde Horst Seehofer’in söyleminde görülebilmekte. Horst Seehofer için din, kültürlerin günlük çatışmalarında bir silahtır: “Yahudilik-Hıristiyanlık” boyutu dost-düşman ayrımına hizmet eder. Almanya, diğer hiçbir dine yer olmayan bir ülkeye indirgeniyor.
Öykü, bu biçimde sonal olarak sanal bir kaleye dönüşmekte ve bu, –salt üç örnek sayılacak olursa– 6,7 milyon “yabancı” ve ek olarak birkaç milyon göç kökenli Almanı bulunan, dünya genelinde en çok küreselleşmiş bir ülkede gerçekleşiyor. Bu öykü aslında gerçeklik bakımından içeriği bulunmayan bir toplumsal mittir, ama gerçekten de sanal bir suru güçlendiren politik bir silahtır da.
Güncel durumda bu öykü dört yöne işaret etmektedir:
a) Çokkültürlü topluma karşı sınırları belirlemeye hizmet etmekte ve böylece “ulusal kimliğe” ve nihayet 19. yüzyılın ulusal geleneklerine yönelik sürekliliği sağlamlaştırmaktadır.
b) Kendi yüceliğini sahneye koymayı teşvik etmekte ve böylece, yönetici kültürü tanıyamayan, bu nedenle de kaçınılmaz olarak değeri daha düşük olan dünyanın geri kalanı ile kendisi arasında sınır koymaya imkan tanımaktadır.
c) Göçe karşı, burada özellikle “Avrupalı olmayan”, tercihen islam ağırlıklı ülkelerden göçe karşı bir silah işlevi görmektedir.
d) Günlük yaşamdaki ırkçı söylemlerin normalleştikleri ve gerçekliğin reddedilmesini otomatik hale getirecek biçimde pratik anlayışı kalıplaştırdıkları toplumsal bir bilinçle uyumlandırılmasına hizmet etmektedir.
Bundan sonrasının nasıl işlemesi gerektiği herkes için açıktır: Entegrasyon elbette ulusal yönetici kültüre uymak anlamına gelmektedir. Çokdilliliğe artık son verilmelidir. Çoktan beri Almancanın ulusal dil olarak anayasada temellendirilmesi önerilmektedir.2 Kentler tenhalaşsa dahi göç kesin olarak durdurulmalıdır. Soru ise 19. yüzyılın dünya görüşünde daha ne kadar ısrarcı olunacağıdır.
Çeviri: Die Gaste
Dipnotlar:
1 Bassam Tibi 16 Aralık 2006’da Berliner Tages-spiegel’de “Gitme Nedenim” başlığı altında yazıyor: “Uzun vadede kendimi bu ülkede yabancı hissediyorum ve bu şekilde muamele görüyorum… Ben göç ediyorum, çünkü 44 yıl sonra hala yabancı olmayı artık kaldıramıyorum.”
2 Süddeutsche Zeitung henüz 3 Aralık 2008’de şunu kaydetmektedir: “CDU’nun Almancaya anayasal bir konum tahsis edilmesini içeren parti kararı sert eleştiriyle karşılaştı -sadece muhalefetin değil. Parti başkanı Angela Merkel dahi buna karşı. “Ve 13 Aralık 2010’da Bild gazetesi ve Berlin Alman Dili Derneği buna ilişkin bir başvuru başlatıyor”.
|
|
|