Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
Biri: (der ki) : Merhaba... Nasılsın?
Öteki: Merhaba... Teşekkür ederim! Ben iyiyim, sen nasılsın?
Biri: İyi diyelim – iyi olalım.
Öteki : (Güler) Anlamadım. “İyiyim” dediğin için mi iyisin?
Biri: (O da gülmektedir) Yok, hayır... İyiyim işte, şükürler olsun.
Öteki: Kime şükrettiğini anlamadım gayri de, madem ki “dindar takılmak” istiyorsun, o zaman bugün Antik Ege’deki dinler üzerine konuşalım...
Biri: Lafın gelişi öyle dedim be dayı... Lafa öyle bir çivi çakıyorsun ki...
Öteki: Ama yine de, zaten bugün din ve mitoloji hakkında konuşmak istiyordum. Biliyorsun, insan toplumunun tarihöncesine değgin bilgilerimiz var.
Biri: Avcılık ve toplayıcılık gibi, değil mi?
Öteki: Evet bunlar. Gezginci toplulukların, son Buzul Çağı’nın sona ermesini izleyen bir dizi iklim değişikliği sonucunda ilk olarak Ortadoğu’da bir yerlerde eskisi kadar rahat dolaşamaz oldular. Bu topluluklar, avladıkları hayvanlar ve topladıkları bitkilerle birlikte daha verimli yörelerde yığışmak, yerel yaşamak zorunda kaldılar. Kabile toplumunu oluşturan klanların muhakkak doğadaki bir nesneyle bağıntısı, yani “totem”i vardı ki, bu çoğu zaman bir bitki ya da hayvandı. Klan üyeleri, totemi akraba bilirler ve onun soyundan geldiklerine inanırlar, totem türünü çoğaltmak amacıyla belli zaman sürelerinde, totem merkezi denilen önceden belirlenmiş bir yerde tören düzenlerlerdi. Totemciliğin evrimindeki ilk aşama, ilkel topluluğun, farklı yiyecek kaynaklarının elde edilebilmesi amacıyla bölünmesi ile oluştu. Ortaya çıkan bu topluluklar birbirleriyle bağlantılarını yitirdikleri sürece bu değişiklik önce niceliksel iken, iki topluluğun yiyeceklerini kendi başlarına elde etmekten vazgeçerek, birbirine bağımıl iki klan biçiminde bütünleşmesiyle niteliksel bir durum aldı. Her birinin ürettiği yiyecek iki klan arasında bölüşüldü ve bu işbirliği düzeni totem türünün dolaysızca edinilmesine konulan tabu aracılığıyla korundu. Yani her topluluk, ürünlerini öteki klanla paylaşan bir totem klanı durumuna geldi. Bu arada törenler de değişikliğe uğramağa başladı. Artık totem türünün devinimlerini, davranışlarını yansılamak yerine, totem atalarının yaşamındaki olaylar kutlanıyordu. Toteme tapınma biçimlerinde de, üretimin durumuna göre giderek değişimler oluşmaya başlar. Azınlığın çoğunluğun sırtından geçinmesini olası kılan üretim fazlasının oluşması ve başkanlığın seçime dayanma niteliğini yitirip soydan geçme haline dönüşmesiyle toteme yakarılar ve övgülerle yaklaşmaya başlanır, totem, insan biçimine bürünür ve tanrı olur.
Biri: İşte sana tanrı’nın ortaya çıkışı...
Öteki: Ve tanrı, ideal şefe yakıştırılan tüm niteliklerle donatılacaktır ve tanrıya, gerçek şefe sunulan hizmetlerin örnek alındığı törenlerle tapınılacaktır. Buna karşın, tanrı düşüncesi, şef ve giderek hükümdar gerçekliğinin bir izdüşümü haline gelir. Hükümdarın, gücünü tanrıdan aldığına inanılır ve hükümdarın istemi, tanrının istemi olarak kabul edilir.
Biri: “Hükümdarlığı” biraz açar mısın?
Öteki: “Hükümdarlığın“ tanımlanması oldukça kolay ve alışılagelmiş bir şeydir. Bu tanımlamada, bildiğin gibi, iktidarın en önemli unsuru, iktidarı elinde tutan veya tutanların, iktidar uyguladıklarının üzerinde kurmuş oldukları „itaat“ sistemi zorunluluğu ve beklentisidir. Antik Yunan siyaset sistemine bakıldığında, bu „itaat“ sisteminin özellikle monarşilerde kurulmuş olduğunu görüyoruz. Hükümdarın itaat beklentisi, özellikle şu iki faktöre dayanıyor: Birincisi, itaatkarların kendilerine sağladıkları faydayı kendi bedenlerinde veya deneyimlerinde hissetmeleridir. Böylesi bir fayda, hükümdarın itaatkarların kılına dokunulmasını önlemesi olabilir. İtaatkar, aynı zamanda cezalandırılma olanağının korkusu ile saygı göstermek zorundadır. İtaat, itaatkarın serbest isteği ile oluşmamaktadır ve tamamen ön plana çıktığı durumda „şiddet hükümdarlığı“ tanımlamasına girer. Fakat, itaatkarın gördüğü faydanın olumlu anlamda hissedilmesi durumları da vardır. Bu ideal durumun Antik Yunan’da önem kazanması ve euerget, yani hayırseverlik olarak adlandırılması, hükümdarın iktidar uyguladığı alanlarda hayır dağıtması ve karşılığında şükran toplaması ile oluşur. Bu şükran, itaatın içerisinde yer alır.
Hükümdar iktidarı varlığının dayandığı ve gücünü aldığı ikinci faktör, bu iktidarın halkça bilinen ve tanınan bir düzene bağlı olmasıdır.1 Hükümdar, kendi iktidarını bir geleneğe uyumlu kılmaktadır. Genellikle hükümdar için hanedanı burada önemli bir rol oynamaktadır. Ama gelenek, iktidar standartlarının tanınması, korunması ve süregelen etki gücü sayesinde genel geçerliliğine sahip olunmayı içermektedir. Böylesi standartların antik çağda mitlerde ve dinde var olması, konumuzda rol oynayan faktördür.
Ancak, iktidar sahibi hükümdarların mitler ve din ile ilişkileri genelde, sadece geleneksel standartlara bağlantı anlamına gelmekle kalmayıp, bir üst kat yukarıda olan insanüstü bir dünyaya, tanrılar dünyasına girişlerini ifade etmektedir. Böylece, hükümdarın itaatkarlar kitlesinden yükselip, bu kitlenin üzerine çıkışını görüyoruz.
Burada, mitler ve dinin Antik çağ hükümdarlık dünyasındaki ikili işlevi ortaya çıkıyor. Bunlar, bir taraftan hükümdara meşru bir çerçeve sağlarken, diğer yandan da onun pozisyonunun değerini yükseltmekte, onu genel insanlık dünyasından tanrılara doğru götürmekteydiler. Bu yüzden mitler genelde, kent kuruluşları, doğa olayları, kült ve ritüeller gibi genel olayların içine yerleştirilmiş tanrıları anlatmaktadırlar.
Biri: Antik Yunan’da bir sürü tanrı vardı, değil mi?
Öteki: Evet, hepsini sayamayacağım ama, en önemlilerden başlayalım: Antik Yunan’da, evrenin başlangıcındaki ilk tanrının Chaos olduğu, ondan Gaia (Yer), Tartaros (Yeraltı), Erebos (Yeraltı Karanlığı) ve Nyx (Gece) adlı ilk tanrıların oluştuğu inancı hakimdi. Gaia tek başına Uranos’u (Gök), oğlundan ise Uranid’leri doğurmuştu: Bunlar 6 tane Titan (en tanınmışları Kronos ve Okeanos’tu), 6 tane Titanid (Rheia ve Themis gibi dişi titanlar), 3 tane Tepegöz ve 3 tane Yüzkollu idi. Uranos çocuklarından nefret ettiği için onları Gaios’un bedeni içine hapsetmiş, Gaios ise çocuklarını inkikam amacıyla babalarına karşı fitnelemiş, fakat bunlardan sadece Kronos, intikam eylemini gerçekleştirmeye karar vererek, annesinin kendisine verdiği bir orakla Uranos’un cinsel uzuvlarını kesmiş, Gaia’ya sıçrayan kan damlacıklarından Erinny’ler (İntikam Tanrıçaları), Gigant’lar (Devler) ve Kül Nymphe’leri, denize atılan cinsel organların etrafındaki köpüklerden de Aphrodite oluşmuştu. Uranos’un oğlu Kronos kızkardeşi Rheia ile evlenmiş ve ondan Zeus, Hestia, Demeter, Hera, Hades ve Poseidon adlı çocukları doğmuştu. Kronos’a, oğullarından biri tarafından öldürüleceği anlatılmış, bunun üzerine Kronos kendini korumak için onları yutmuştu. Rheia Zeus ‘u doğurduğunda oğlunu, babasının elinden kurtarmak amacıyla Girit’te bir mağaraya gizlemişti. Burada keçi sütü ve bal ile beslenen Zeus, büyüdükten sonra Kronos’u, kardeşlerini tekrar kusmaya zorlamıştı.
Gaia’nın, tek başına doğurduğu oğlu Uranos’la ilişkisinden doğan oğlu titan Koios ve kızı titanid Phoibe’nin birleşmesinden tanrıça Leto dünyaya gelmiştir. Leto2, Zeus’la olan ilişkisinden Apollon ve Artemis’i doğurmuştur. Zeus’un, kızkardeşi Hera ile ilişkisinden Ares ve Hephaistos doğmuş, Semele ile ilişkisinden de Dionysos doğmuştu.
Hesiodos’un3 “Yapıtlar ve Günler” adlı şiirlerine göre, arka arkaya yaşamış beş insan nesli bulunmaktaydı. Kronos zamanında “altın nesil” yaşamıştı. Bu neslin insanları, sonsuz genç, mutlu ve dertsiz bir yaşantıya sahiptiler. Hesiodos’a göre, bunların ruhları daha sonraki nesillerin koruyucu melekleri olarak yaşamaya devam etmiştir. Diğer yazarların aktardığına göre, Titanların Tanrılarla savaşlarında ölmüşlerdir.
Bundan sonraki insan nesli, Tanrı Zeus’un oluşturduğu “gümüş nesildir”. Fakat bu nesil, bilgisiz ve kavgacı olduğundan ve tanrıları tanımak istemediğinden Olympia Tanrıları tarafından tekrar imha edilmiştir. Gümüş nesilden sonra gelen insan nesli “bronz nesliydi”. Bronzu işleyen bu insanların yürekleri taştan olup, birbirlerini savaşla imha etmekteydiler. Bu yüzden tanrılar tarafından yeraltı dünyasına gönderildiler.
Hesiodos, bundan sonra “kahramanlar nesli”nin yaşamış olduğunu belirtmektedir. Zeus bu nesli, kahramanlık öykülerinde yer alan yarı tanrılardan oluşturmuştu. Öldükten sonra da, tanrıların tanıdıkları olarak göklerde yıldızlara adlarını vermişlerdi.
Zeus’un yarattığı son insan nesli, “demir nesli” idi. Bu neslin insanları, ağır çalışma koşulları altında yaşamakta ve tanrıların sıkça bayağı ve acımasız oyunlarına tabi olmaktaydılar.
Son insan neslinin dolaysız sorumlu olduğu tanrılar, her iki cinsten, birbirleriyle bağlantısı olan ve sıkça birbirleriyle mücadele içinde olan, Yunan Yarımadası’nın en yüksek dağı olan Olympia’da oturan 12 tanrıydı: Tanrıların babası olan Zeus, Poseidon, Hera, Demeter, Apollon, Artemis, Athene, Ares, Aphrodite, Hermes, Hephaistos ve Hestia. Hestia’nın yerini sonradan Dionysos almıştır.
Ege’de din, içinden çıktığı totemciliğe uygun olarak, bir putperest (pagan) mahiyet almıştı. Buna, dogmaların yerine inanç düzeninde mitolojik-simgesel bir anlatıma kavuşmuş yaşam gerçeklerini bulduğumuz bir çeşit “insanbiçimci din” de diyebiliriz; bu anlamda Mezopotamya’nın ve Mısır’ın insanbiçimci ve çoktanrıcı inanç düzeniyle karşılaştırılması olasıdır.4 Yunanlılar Tanrılarına ve onların tanrısallık yakıştırdıkları kişiliklerine derin insanlık özellikleri yakıştırmışlardı.
Ege’de din adını verdiğimiz inanışta hakim olan, dinlerin dogmatik ve felsefi yanı değil, onlara özgü bir takım pratikler, yani ritüeller, törenler, erginleme (inisiyasyon) şekilleri ve ayinleri, semboller ve ruhlarla ilişkiler, ölülerin defnedilmesi ve bu ritüel mahallerinin ilahi anlamıydı. Kuşkusuz ki, gevşek bir din felsefesinin Ege’de yasalarla dile getirilip toplumsal yaşamın kuramsal temellerinden biri haline gelmemiş olması, dinin de aynen toplumsal ve siyasal özgürlüklerin gelişimine ters yönde bir çizgi üstünde hareket ettiğini göstermektedir. Bu durum, felsefenin doğal gelişimiyle birlikte, doğa felsefesi lehine bir gelişmeye dönüşürken, toplumsal modellerin oluşumunda doğa felsefesinin dine karşı bir ağırlık kazanmasını beraberinde getirmiştir. Doğa felsefesi gelişirken, dinin felsefe kültürüyle çatışmalarının yaşandığına tanık oluyoruz.
Biri: Bu “Doğa Filozofları” olayını başka bir konuşmamızın konusu etsek, ne dersin?
Öteki: Dikkat et! “Doğa Filozofları olayı” diye bir şey yok. “Felsefenin ortaya çıkışı” var. (Gülerek) Lütfen biraz saygı gerek. Bu konuda çok titizimdir... Devam edeyim: Haklısın, diyorum, ayrı bir kez ve geniş çerçevede ele alınması gerek. Ama biraz gireyim: Milet Okulu, tanrıların canına okudu (bir kahkaha atar). Milet Okulu’ndan Thales, Anaximandros, Anaximenes gibi düşünürlerin geliştirdiği geometri ve astronomi, önce alt yapıda yaşanan sorunların etkisiyle bunlara cevap aramakta, tarımın ve mimarinin gereksinmelerine, denizötesi ticaretin gelişmesinde yeterli bir trafik tekniğine olan gereksinmelere çözüm getirmek için ortaya çıkmıştı. Ve ortaya çıkarken, beraberinde sunduğu felsefi değerleri de, Zeus ve diğer Olympia tanrılarından bağımsız bir şekilde geliştiriyordu. Bu filozofların önlerine koydukları temel sorun, değişme sorunuydu. Antik Yunan düşüncesinin biçimlendirdiği insan toplumunun tanrılarla dolu eski yapı kalıbı, şimdi sınıf savaşımı ile çatırdamağa başlamış, değişime açık bir şekle girmişti. Bu yapıyı dile getirmek için biçimlenmiş olan çağın geleneksel düşünce tarzları ve tanrıların dünyası, bu yapının yerine geçmekte olan olan yeni toplumsal yapının meydan okuyuşuyla karşı karşıya geliyordu.
Şurası çok önemli ve dikkatini çekmek istiyorum: Kuşkusuzdur ki, tanrıların o güçlü “varlığı”nın düşünce dünyasında ortaya çıkan bu altüst oluşu engelleyememesinin temelinde dini uygulamaların gevşekliği olduğu kadar, halkın altyapıda hızla gelişen sosyal ilişkilerinin üstyapıda da demokrasiyi yaşamak istemesi ve bunun yarattığı ve sınırsız gibi gözüken düşünce özgürlüğü ortamının varlığı yatmaktadır.
Dinin pagan (putperest) yapısı içinden, gizem inanışları uygulamalarına uygun, kısmen yerel, tarım toplumuna has kısmen folklorik ve dramatik ritüeller, törenler ve din dışı gizem toplulukları çıkmıştır. Bir gizem (mysterion), önce gizeme ulaşarak erginlenenin dışında herkesten gizli tutulan bir ritüeldir. Gizem dinleri tanrılarının tümü, birer toprak ya da yeraltı tanrısı (chtonian) niteliğinde olup, her ne kadar koruyucu ve iyiliksever olsalar da, doğaları gereği yanlarına yaklaşılması tehlikeli olan varlıklardır. Bu bakımdan, herhangi kritik bir anda doğabilecek bir soruna yer vermemek için, törenlerin bir gizlilik örtüsü altında yürütülmesi ve böylece “arınmamış” kişilerin uzak tutulması yoluna gidilmiş olmalıdır.
İşte, gelecek sefer, gizem dinleri ile devam edeceğiz. Bu kez biraz yoğun oldu. Dinlerden konuşmak oldukça zor. (Gülerek) Okuyucunun sabrını taşırmayalım.
Biri: Doch, doch... Ne güzel anlatıyorduk... Neyse, bir iki aya kadar tekrar görüşürüz.
Öteki: Hoşca kal.
Dipnotlar:
1Bkz. H. Speer: Herrschaft und Legitimitaet. Zeitgebundene Aspekte in Max Webers Herrschaftssoziologie. Berlin, 1978, S. 50-55.
2Burada, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi’den Hüseyin ÜRETEN’in, Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2007’de yayınladığı Tanrıça Leto: Lydia Sikkeleri Üzerinde adlı ilginç çalışmasına dikkati çekmek istiyorum.
3700 yıllarında Böotia’da yaşamış bir şairdi. Didaktik epos ve Homer’in İlias ve Odyssee adlı yapıtlarının yanında mitoloji ve mitografi alanındaki çalışmaları ve yazıları, Antik Yunan mitolojisinin ana kaynağı olarak kabul edilmektedir.
4“Mısır’da hiçbir imgelemin canlandıramayacağı, tapınakların dev sütunları gibi donmuş, kımıltısız bir dev, insan biçimini insandışı bir biçimde somutlaştırdı. Bir sfenks ya da kedi kafalı bir kadın daha başka tanıtlarla birlikte tanrısallığı esinlerdi. Mezopotamya’da alçakkabartmalar görülmedik hayvan biçimlerini tanıtırlardı.” Edith Hamilton : Mitologya, Varlık Yayınları, Sayı 326. 1994.
|