Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • SONRAKİ YAZI
  • ÖNCEKİ YAZI
    17. Sayı / Mayıs-Temmuz 2011



    Die Gaste SAYI: 17 /  Mayıs-Temmuz 2011 2011

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com




    Söyleşiler
    VIII


    Koral OKAN




    Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
        Biri: (der ki) : Merhaba... Nasılsın?
        Öteki
    : Merhaba... Teşekkür ederim! Ben iyiyim, sen nasılsın?
        Biri
    : Ben de iyiyim.
        Öteki
    : Bugünkü konuşmamızın konusu, geçen sefer bıraktığımız yerden devamla, gizem dinleri olacak. Bilindiği gibi, “gizem” sözcüğünün anlamı, Antik Ege’de, “mysterion”, yani önce gizeme ulaşarak erginlenenin dışında herkesten gizli tutulan bir ritüeldi. Gizem dinleri tanrılarının tümü, birer toprak ya da yeraltı tanrısı “chtonian” niteliğinde olup, her ne kadar koruyucu ve iyiliksever olsalar da, doğaları gereği yanlarına yaklaşılması tehlikeli olan varlıklardı. Bu bakımdan, herhangi kritik bir anda doğabilecek bir soruna yer vermemek için, törenlerin bir gizlilik örtüsü altında yürütülmesi ve böylece “arınmamış” kişilerin uzak tutulması yoluna gidilmiş olmalıdır.
        Biri
    : Burayı açabilir misin?
        Öteki
    : Hemen. Örneğin Eleusis törenlerinde gizliliğin nedenlerinin, önce yerel halkın dinsel baskı altında tutulması sonucunda kültlerin gizliliğe sığınması biçiminde açıklanması ağırlık kazanmıştır. Daha ileride, Eleusis gizem riti artık bir kabile törenine benzer olmaktan çıkacaktı. Kabile toplumundakinden farklı olarak, her birey, katılıp katılmama konusunda kendi kararını kendisi veriyordu. Bu gelişim ancak, Atina örneği büyük kentlerde, din de dahil olmak üzere, kişilere kendi yaşam biçimlerini seçme hakkını tanıyan farklı bir kültür yapısıyla sağlanmıştı. Tahıl tanrısı Demeter ile kızı Persephone adına kurulmuş en önemli tapınak Attika’da, Atina ve Megara arasında yer alan Eleusis kentindeydi. Adına “Büyük ve Küçük Eleusis Gizemleri” denilen ünlü dinsel tarım şenlikleri Eleusis kentinde yapılırdı. Persephone mitosunda dile getirilen tahılın yaşam döngüsü ile insanın yaşam döngüsünün paralel olduğuna inanılırdı. Homeros’un yazdığı “Demeter’e Ağıt”ta yer alan bu mitos, kendine bir eş arayan yeraltı tanrısı Hades’in Persephone ‘yi toprağın derinliklerine kaçırışını anlatmaktadır. Günler boyu kızını arayan anne Demeter, Eleusis’e varır ve tahılların büyümesini durdurur. Sonunda Hades, Persephone’yi dünyaya geri göndermeye razı olur. Persephone, “tahıl bakiresi” olarak aydınlığa döner ve oğlu Plutus’u doğurur. Oysa Persephone, doğum ve ölümü simgeleyen narlardan yemiştir ve bu yüzden karanlıklardan tümüyle kurtulamaz; bir orta yol bulunur, yılın üçte birini kocası ile yeraltında geçirecek, kalan sürede annesi ile birlikte olacaktır. Bu çözüme sevinen Demeter, tahılların yeniden büyümesine izin verir ve Eleusis halkına kendi ritlerini öğretir. Eleusis şenliklerinde, Demeter ve Persephone ‘nin tüm öyküsü titizlikle yeniden canlandırılır. Tıpkı mitosta Persephone ‘nin yeraltına kaçırılması, Hades ile evlenmesi ve Plutus’u doğurmasında olduğu gibi, aynı biçimde, tahıl da yeni bir yaşam vermek üzere toprağa ekilir. Tıpkı topraktan fışkıran, biçilen ve hem insanoğlunun ekmeği biçimine dönüşen, hem de tohum olarak yeniden kullanılan tahıl gibi, Persephone de annesinden kopartılır ve yeni bir yaşam doğurması için bakireliği yok edilir. Ölen insanlar da, yaşamın yenilenmesi döngüsüne mistik anlamda katkıda bulunmak için toprağa gömülürler. Eleusis’in mesajı budur: Her mezardan yeni bir yaşam fışkırır. Bu nedenle, “erginlenecekler”, ölümden sonra ulaşılacak ölümsüzlük için umut beslemelidirler.
        Biri
    : “Erginlenme”yi biraz açalım mı?
        Öteki
    : “Erginlenme” yani Avrupa dillerinde konuşulduğu şekilde inisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latince’de “bir yere girme, iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium” sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan “süluk” kelimesi de, “iplik, sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci (inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur.
        Prof. Thomson, erginlemenin işlevini, “(...) –çocuğun yetişkin statüsüne kabulü- ilkel düşüncede çocuğun öldüğü ve yeniden doğduğu inancıyla”1 dile getirmektedir. Erginleme yoluyla, erginlenenin daha “yetkin” bir tinsel duruma girmekte, “üstün” bir evrene ulaşmakta olduğuna inanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, erginleme, en derin anlamıyla, bir çeşit “tanrılaştırma” olarak da anlaşılır. Temel işlevi, erginlenenin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir “tanrılaştırma” eylemi, evrenin özündeki “büyük varlığın” bireyde belirmesi olgusunu varsayardı. Erginlenen böylece, eksiksiz, yetkin bir varlık olabilmek için, dış yaşamdan getirdiği tutku ve yanlışlarından arınır ve onlardan sıyrılırdı.
        Şamanizmde erginleme, erginlenen kişinin (veya örneğin Antik Ege’ de doğan tanrının) erginlemeden itibaren insanlara tinsel enerjilerini aktarabilecek veya enerjilerini onların kişisel olarak iyileşmelerini, gelişmelerini sağlayacak etkiyle kullanabilecek hale gelmesini ifade ediyordu. Şamanların vücut, tin ve akıllarının, ahenkli bir uyum içinde bütünleşmesinden, tinsel erginlenmenin kendisini benliğinin üst katlarına çıkarmasından, ruhun açılan kapılarından geçen enerjinin fiziksel vücuda akmasından bahsedilmektedir.
        Tüm topluluk tarafından uygulanan ve izlenen erginleme ritleri, yalnızca erginleme için değil, aynı zamanda doğum, evlenme, ölüm, savaş, mevsim değişimleri ve tanrılara tapınma gibi amaçlarla törensel olarak da gerçekleştirilirdi. Bu tür ritüeller, topluluk üyesine önceden düzenlenmiş bir ilkeler dizgesini sunarlar, topluluğun varlığına karşı çıkan güçleri etkisiz duruma getirmek için geleneksel yöntemleri içerirler ve ayrıca topluluğun geçmişi ile geleceğini birbirine bağlama işlevini görürlerdi. Yalnız erginlenme ritüellerinin işlevi ise, önceden belirlenmiş bir dizi törensel kalıpları sıkıca izleyerek, adayları önce gündelik yaşamdan soyutlamak, sonra gerekli “gizli” bilgiler ile donatmak ve sonunda erginleneni topluluk içinde daha yüksek bir konuma getirmekti. Ege toplumunda da erginlenme törenleri, gençleri yaşamın bir aşamasından diğerine ulaştıran araçlar olarak görülürdü. Erginleme, bir çocuğu yetişkin konumuna yükseltirdi.
        Biri
    : Günümüzde de böylesi ritüeller var...
        Öteki
    : Evet, fakat günümüzdeki ritüeller, ilkel toplulukların davranışları üzerinde yarattıkları güçlü etkiyi çoktan yitirdiler. Büyük olasılıkla bu değişim, topluluktan çok bireye ağırlık vermenin getirdiği bir farklılık olarak görülebilir. Çağdaş insan da, yaşamındaki benzer olayları (doğum, evlenme, ölüm gibi) işaretlemek için ritüellere bağlılığını sürdürüyor, ancak bu törenleri çok daha edilgen bir tutum içinde ve genellikle yaşadığı deneyime yabancılaşmış bir biçimde uyguluyor. Bu uygulamaların toplumsal bilinç ile bağlantısı tümüyle silinmiş durumda. Geniş bir topluluğun psişik gereksinimlerini karşılamak için düzenlenmiş olan bayram, sünnet, askere gidiş, oy kullanma, mezuniyet gibi olguların önemli bir kısmı da giderek diğer çağdaş kültür değerleri arasında varoluş anlamlarını yitirmekteler.
        Biri
    : Biraz önce, erginlenenlerin, “ölümden sonra ulaşılacak ölümsüzlük için umut beslemeleri”nden bahsettin. Bu noktada biraz kalmak istiyorum. Bu konu, günümüzde de güncellik taşımıyor mu?
        Öteki
    : Elbette. İnsanlar hep ölmekten korkmuşlardır. 2500 yıldır aynı hikaye. Thomson’a göre “insanın ölmesi ve yeniden doğması töreni, böylece geriye bitkisel yaşamın ölüşü ve yeniden doğuşundan ayırt edilemez olduğu bir biçime kadar götürebilir”2. 2500 yıl önce Ege’sinde insani yaşam (mitolojide insanbiçim tanrılarla birlikte) doğayla birlik halinde hareket ediyordu. Sanki her ikisinde de aynı nabız atıyordu. “Ölüm”ün anlamı, bir “sonsuz bitme” veya “yok oluş” değildi; bir üst katta yeni bir aşamada “yeniden doğuş”un olabilmesinin hazırlığı idi. Ama 2500 yıl sonra bilimin vardığı aşamada aynı şey söylenebilir mi? Sana bir şey okuyacağım ki, konuşmamızın bu yerlere taşınacağını önceden doğruca tahmin etmişim sanki, beraberimde getirdim. Bak dinle:


        “Ölüm, mecâzi mahbûbdan, hakiki mahbûba kavuşmak, fenâ, geçici hayattan, beka, ebedi hayata geçiş, bir tebdili mekân, zindandan cennet bahçelerine uçmaktır. Ölüm yeni bir yaratılış mucizesidir.
        (...) Ölüm; mümin için bir son değil ebediyet, geriye dönüşü olmayan bir geçiş kapısı, kişiyi asıl sahibine yani gerçek sevgiliye kavuşturan bir vuslat köprüsü, büyük bir mutluluk ve neşenin başlangıcıdır...
        İnsanoğlu, ölmek için var olur, dirilmek için ölür ve ebediyeti duyup yaşamak için de dirilir. İnsan ölüm gerçeğini kendi kendine telkin ederek hem ölümle dostluk kurmuş, hem de onun korkutuculuğundan azade kalmış olur. ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ gerçeğine binaen ölümün bir varoluş ve diriliş çağrısı olduğuna inanan ve cenneti öz yurdu bilip, ölümü bir cennet tebessümü olarak karşılayan müminlerin ölüme bakış ve yaklaşımı, aydınlık ve berraktır.
        Hak ve gerçek olan ölüm, Müminler için dünya hapishanesinden kurtulmaktır. Sıkıntı ve meşakkatten azat olup sonsuzluğa geçiştir. Ölüm; gölge, hayal hayattan kurtulup gerçekle, bütün çıplaklığı ile yüz yüze kalma keyfiyetidir. Ölüm bir son değil; yeni bir hayat için diriliştir!.. Ölüm ‘Allah’dan gelen bir varlığın yine O’na dönmesi’ olarak telâkki edilişidir.”

        Hiçbir nokta ve çizgisini değiştirmeden koyduğumuz alıntı, 2500 yıl önce yazılmamıştır; internette, Milattan sonra 2011 yılında Molla Cami’nin online e-kitap kütüphanesinden alıntıdır. Bize “Zındıklar ve Mülhidler3 olarak bakmasınlar ama, biz biliminsanlarının da, 2500 yılın getirdiği gelişmelere bakarken böylesi gülünç sorunlarla karşılaşmak zorunda kalmak istemediğimizi anlamak için kendilerini biraz zorlasınlar.
        Biri
    : Geçen kez “dinlerden konuşmak oldukça zor” dediğini hatırladın mı?
        Öteki
    : Evet, bu sefer bazı kişilerin sabrını taşırmak üzereyiz.
        Biri: Düşünce özgürlüğü...
        Öteki: ... Hayır, hayır! Bunu, böyle kabul edemem. “Bilimin özgürlüğü” onun üzerinde... Ve ben ona sahip çıkıyorum. Bu kadar. Şimdi de hoşçakal diyelim.
        Biri: Hoşçakal.
       
         



        Dipnotlar:


        1 Prof. George Thomson : Die ersten Philosophen, Forschungen zur Altgriechischen Gesellschaft II, deb Verlag, 1968.
        2
    Prof. George Thomson : Die ersten Philosophen, Forschungen zur Altgriechischen Gesellschaft II, deb Verlag, 1968.
        3
    Zındıklar ve Mülhidler” Ahmet Yaşar Ocak’ın Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nda (1998) yayınlanan kitabının adıdır. Osmanlılarda din işleri başkanı şeyhülislamın “kafirdir, kafası vurulması gerekür” dediği din eleştirmenlerine verilen tanımlamadır.