“Göç”, sözcüğü hiç bir tarafın, göç edenlerin de, göç edilen ülkelerin de kabul etmediği 60 yıllık bir hikaye.
Bir tarafın “konuk işçi” olarak adlandırmayı, algılamayı, düşünmeyi çok sevdiği, diğer tarafın ise “memlekete kesin dönüş yapma” özlemi ile yanıp tutuştuğu “göç hikayesi”.
Ne bir taraf “konuk işçi” demekten, ne öteki taraf “kesin dönüş”ten söz etmekten vazgeçmeden geçen onlarca yıl.
Birinci kuşak... ikinci kuşak... üçüncü kuşak ve nihayetinde dördüncü kuşak kapıyı çaldığı halde vazgeçilmeyen söylemler ve özlemler. Biriken, büyüyen, içinden çıkılmaz hale gelen sorunlar, tartışmalar, çözüm önerileri, akıl vermeler...
Bir tarafın monolitik, homojen olmaktan büyük mutluluk duyan bir ulusal devleti, öteki tarafın işçi dövizlerine umutlarını bağlamış ulusal devleti vardır. Biri monolotik ve homojen yapısının bozulmaması için uğraşırken, öteki belli belirsiz, teorisiz, politikasız, eylemsiz ve örgütsüz olarak, varlığını korumaya çalışır.
Bir tarafın “tehdit algısı” monolotik yapının bozulması, heterojen bir topluma dönüşme, ulusal devletin çift dillik içinde çözülmesi iken; diğerinin “tehdit algısı” ülkesine sürülmektir.
Bir taraf “hıristiyan Avrupa kültürü” sahibi olmakla övünürken, diğer taraf “elhamdüllilah müslümanız”la “haçlılara karşı” direnir.
Bir taraf “cahil, köylü ve de Türk”ü tanımak, algılamak ve bir yolunu bulup ülkesine göndermek için multikültürden “leitkultur”e kadar her yolu denerken, öteki taraf “sümüklü” böcek yiyen, tuvaletin ne olduğunu yüzyıllar sonra öğrenmiş, evinin içinde ayakkabısıyla dolaşan “pis Avrupalı”nın hışmından korunmaya çalışır.
Bir taraf bu “ekzotik varlığı” tanımak için “öffenen tür” turlarına katılarak ne kadar “yabancı dostu” olduğunu, ne kadar “anti-rasist” olduğunu göstermekten hoşlanırken; diğer taraf “allahın kutsal mekanında” hoca efendinin verdiği vaizlerle öteki tarafın huyunu, suyunu öğrenir.
Bir tarafın multikültürü, öteki tarafın “Türkiyeliler”i vardır. Multikültürcüler hümanisttir, “Türkiyeliler” onlardan daha fazla hümanisttir.
“Leitkultur”cüler “patriotist-milliyetçi”, ötekiler “milliyetçi-vatanperver”dir.
Çift dili, iki dili, yarım dili, ana dili, çok dili olan herkes konuşur. Sözcükler, terimler, kavramlar ortalıkta uçuşur. Herkes bir şey söyler, herkes aynı şeyi söyler, ama hiç kimse hiç kimseyi duymaz, anlamaz.
Müslüman islamiyeti, Türkiyeli Türkiye’yi bilmezken, hıristiyan demokrat, yeşil ve solcu multikültürcüler onlardan “müslümanlığı” ve “Türklüğü” öğrenmeye çalışır.
Büyük büyük laflar edilir. Türklerin “boş zamanlarında kendi aralarında Türkçe konuş-tukları”ndan şikayet edilir. Yerlere tüküren, ana-avrat küfreden “Türkler” uygarlaştırılmaya çalışılır.
Ve göç edenlere, “konuk işçilere” denilir ki, “her şeyin sırrı dildedir, ülkenin dilini öğrenmek zorundasınız”. Öğrenildi miydi her şey birden çözülüverecek, küfürler sona erecek, uygarlaşma gerçekleşecek!
Yine de hiç bir şey olmaz. Zorunlu dil kursları, zorunlu dil sınavları sürüp giderken, her şey yerli yerinde kalır, “evli evinde, köylü köyünde” kendi sorunlarıyla yaşamaya devam eder.
Bir taraf “Türk” göçmenleri uygarlaştırıp entegre etme planları yaparken, diğer taraf “paralel toplum” oluşturmakla suçlanır. Uygarlıktan nasibini almamış olanlar uygarlık dersi verirken, demokratlıktan nasibini almamış olanlar demokrat olarak ortalıkta dolaşır.
Bu manzara-i umumiye içinde, demokrasi, insan hakları, hukuk sadece sözde vardır.
Açıktır ki, bir taraf öteki tarafın kalıcı olmasını istememektedir. Ama gönderecek “demokratik” gerekçesi yoktur. Açıktır ki, öteki taraf da kalıcı olmaya niyetli değildir. Ama yeni kuşakların gidecekleri bir başka yerleri de yoktur.
Bir taraf mutlaka ve ille de entegrasyon derken, “entegrasyonun ilk şartı ülke dilini öğrenmektir” diye dayatırken, öteki taraf bunun en doğal insan hakkı olan kendi iradesiyle seçme hakkına saldırı olduğunu bile bilmez. Onun bildiği tek seçme hakkı, 4-5 yılda bir yapılan genel ve yerel seçimlerde oy kullanmaktan ibarettir.
Bir taraf öteki tarafı kendi koyduğu kurallarla, ama kendisinin kim ve ne olduğunu söylemeksizin entegrasyona davet ederken, öteki taraf kime ve neden entegre olması gerektiğine ilişkin bir tek fikre bile sahip değildir. Bildikleri de, camiye gidenin hoca efendiden, gitmeyenin futbol maçlarından öğrendikleriyle sınırlıdır.
Bir taraf Viyana kuşatmasının anılarını gözünde canlandırarak, diğer taraf “Avrupa Avrupa duy sesimizi, duyduğun Türkün ayak sesleri” diyerek tarih yazarlar.
Multikültürcüler iki dilli sahne oyunlarıyla, iki dilli edebiyatla, iki dilli kültürel etkinliklerle araya girmeye çalışırken, kendilerini Türkiyeli olarak tanımlayanlar bu edebiyatta, bu etkinliklerde yer ve rol kapmaya çalışırlar.
Bu körler ve sağırlar diyaloğudur.
Oysa göçmen işçi fazla bir şey talep etmez. Onun tüm talebi, bir ücret karşılığı çalışmak ve nerede ve nasıl harcayacağını, kullanacağını bile bilmediği parayı biriktirmektir.
Göçmen işçi uzun yıllar her söylenene “ja... ja” demeye alışmışken, göçmen gençler diskoteklerden dışlanmamaya çalışırlar. Çocuklar “nein... nein” diye büyürler, “deutsch” olmanın hayaliyle gelişirler, “deutsch” olamamanın hayal kırıklığıyla Türkleşirler.
Bu hikaye altmış yıldır sürüp gider. Bu hikayeden kıssadan hisse çıkartılamaz. Masal olmadığı için de gökten üç elma düşmez. Olmayan elmaları da kimse yiyemeyeceği için, bu hikaye de böylece sürüp gider.
|