... dil ile, en başta da anadiliyle kurumlar arasında karşılıklı içsel bir bağ ve etkileşim vardır. Bu bağ, doğal/toplumsal gizli bir sözleşmedir. Bu sözleşme, günlük yaşamda genellikle pek fark edilmez, bilinmez bir alışkanlık olarak içselleşmiş, toplumsal yaşam biçimi olmuştur. Ne zaman bu sözleşmeye uyulmaz, gözardı edilirse, o zaman çözülmüşlük ve giderek çöküş olarak tüm sorunlarıyla kendisini gösterir bu tarihsel belge.
Diğer canlılardan farklı olarak insan “eksikli“ doğar, eksikli yaşar ve eksikli olarak ölür. Hayvanlar ve bitkiler yaşamlarını kendi kendilerine sürdürebilecek dona- nımlarla dünyaya adım atarlar. Onların belirli bir süre yaşamda kalma, kendilerinden sonra gelecek kuşakları var ederek sürekliliklerini koruma gibi sınırlı bir işlevleri bulunur. Genelde insan kendisini, çevresini değiştirme, geliştirme, dönüştürme gereksinimiyle konuşmaya, düşünmeye, düşüncelerini uygulamaya geçirmeye yönelik istenci olan, bilinçli bir tarihsellik anlayışı, her şeyi anlamlandırma yetisi ve donanabilirlik özellikleri olan, yaşamı boyunca gelişen, mutlak yetkin olamayan bir varlıktır. Bu nedenle insanın biyolojik-fiziksel ve tinsel olarak doğuştan yetersizliği, eksikliği, düzenli bir gelişimin sağlanması için, bakıma-korunmaya, eylemlerini ereklerine yönlendirmeye, değerleri edinmeye, onları içselleştirme, sürekli eğitilebildiği için eğitime gereksinimi vardır. İnsan, kendisinin de bir parçası olduğu doğa temelinde; düşünme, öğrenme, bilme yapma-yıkma-kurma, sınama-yanılma-doğru-lama edimleriyle yarattığı “teknoloji/ideoloji uygarlığı” içinde tarih boyunca gelişen toplumsal yapılarla bu “eksiklilik”ten yetkinliğe doğru ilerlemektedir. Fiziksel evren temeline dayanan, kurduğu ve geliştirdiği “ekinsel-uygarlık evren”indeki devingenliğiyle yetinmez, daha ilerisine, doğaüstüne (metafizik) de uzanır... (Bkz.T. Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi)
Tüm yapıp-etmeleri, tüm eylemleri, bilim, teknik, ekonomi kurumları; dinsel inançları, sanatsal doyumları, etik değerleri, felsefe kuramları onun yalnız yapamadığı, diğer insanlarla birlikte örgütlenmesiyle başarılan birikiminin sonucudur. İnsanlığın bu ortak birikimi, onun toplumsal gelişiminin de kaynağı- dır. Bu kurumlaşmış kaynak (kültür/uygarlık), varlığını sürdürmesi ve gelişmesi için insana/ topluma önemli olanaklar sağlamıştır. Genel bir tanımlamayla, maddi uygarlık alanı teknoloji, tinsel uygarlık alanı ideolojidir, saptaması yapılabilir. Bu ikilinin karşılıklı kurumsal etkileşimi toplumsal gelişimin niteliklerini belirler. (Bkz. E. Kongar, Toplumsal Değişme.)
Geniş açıdan bakılırsa örgütsüz birey yoktur, o doğumuyla birlikte kendisini bir biçimde örgütsel bağlar içinde bulur. Bu örgütlenmede insan hem etken ve hem de edilgen olabilir. Edilgen insan/birey hazır bulduğuyla yetinir, onun tutsağı olur. Var olanla yetinmeyen etken birey özgürleşerek, yaşam koşullarını değiştirmek ister. O sürekli arayış içinde yetkinleşmek için devinirken, yaratıcıdır, eytişimsel bütünlük içinde çelişkili, sınama-yanılmalarıyla yıkıcı-kurucudur. Bu anlamdaki özgürlük bireye eylemlerinde sorumluluk da yükler kişileştirir onu. Yalnızca, özgür birey eylemlerinde sorumludur. Onun bu özgürlüğü mutlak değil göreceli bir özgürlüktür. İnsan kendi bireysel bitişine engel olamayan eksikliliğine yenik düşmeyi özgür istenciyle ilişkilendirirken zorlandığından, göreceli huzuru toplumsal süreklilikte örgütlenmeyle, kurumsallaşmayla bulmaya çalışır. Örgütlenmenin etkin yapılarını, kurumlarını din, anadili-kültür, sanat, bilim-teknik, hukuk, ve devlet-demokrasi oluşturur. (Bkz. J.P Sartre, Varlık ve Hiçlik.)
İnsanın bu özellikleri, onun yaşamda kalması için çevresine uyum göstermesi, kendisi çevresine uyamıyorsa çevresini kendisine uyumlu olacak biçimde değiştirmesi, sürdürülebilirlik açısından da, bunların diğer insanlarla birlikte, toplum içinde, kurallara bağlanması, kurumsallaşması zorunluluğu vardır. Bu bağlamda kendisini çevreye uyumlaması da (entegrasyon), çevresini kendisine uyumlaması da, bütünleşme anlamıyla bireysel değil örgütsel-kurumsal olarak gerçekleşir. Tüm evrende ve toplumsal yaşamda her şey ölçülü bir yapıda bütüne uyarlanmış olarak varolur, bu yapıyı biz o ölçülülük oranında anlar, görür, ve bilebiliriz. Belli yapılar korunmadıkça söz konusu fiziksel varlıklar gibi toplumsal varlıklar da yok olur, yeni bir yapıya evrilir ve özellikleri başkalaşır. Bilindiği gibi, evrende hiçbir varlık yok olmaz, başka özelliklerle yeni varlıklara ya da enerjiye vb.’lerine dönüşür. Bu kural toplumsal varlıklar, yapılar ve olaylar için de geçerlidir. Atomik, bireysel kalınarak gerçekleşen bütünleşmeye, uyuma entegre olmak denemez, bu bir erime, özümlenme sürecidir ki bunun adı asimilasyondur.
Kültürün ve anadilinin örgütlenmeden bireysel alanda kalması durumunda, önce zayıflamaya sonra erimeye ve uzun sürede de yok olmaya gittiğini tarih sayısız örnekleriyle somut olarak gösterir. Örgütlenmenin hem aracı ve hem de amacıdır bu etmenler. Özellikle de anadili bu bağlamda temel işlev görür. Dil diğer özellikleri yanında en başta iletişim aracıdır, bir adım ileriye giderek denebilir ki, dil örgütlenmenin temel aracıdır. Anlaşabilmek en yetkin biçimiyle anadille gerçekleşir. Anlaşarak ilişki kurulur ve örgütlenilir, bunun kalıcı olabilmesi için de anadilin kurumlaşması gerekir. Bir bireyin en doğal, bir toplumun en yaşamsal örgütsel-kurumsal alanı anadili ve bu özde varlığını sürdüren ve gelişen kültürüdür. Bu bağlamda, anadili toplumsal bir kurumdur, o topluma kimi özellikler vererek bir kimlik kazandırır. Anadiliyle kimlikli toplum olma arasında doğrudan bir bağ vardır. Toplum anadilini, anadili de toplumu hem yaratır, hem de yaşatır, geliştirir. Kurumsallaşmayan anadili erir yok olur. Anadiliyle kurumsallaşmayan topluluklar da erir yok olur. Bunun için anadille, kültürel-ulusal toplum olma birbirinin hem nedeni hem sonucudur. Birlikte var olurlar, ayrılıkta yok olurlar.
Bu anlamda kurumsallık kendisini, ailede, derneklerde, okullarda, yüksek okullarda, camilerde, cemevlerinde, kitaplarda, kütüphanelerde, gazetelerde, dergilerde, tiyatrolarda, folklorda, korolarda, sinemalarda, radyolarda, televizyonlarda, internet sitelerinde, telefonda, kahve ve lokantalarda, resimlerde, bayramlarda, düğünlerde törenlerde, kutlamalarda, tartışma-bilgilendirme toplantılarında araç-gerece sinmiş, taşı toprağı biçimlendirmiş ve ete kemiğe bürünmüş kimlikte somutlar. Dil bu kurumların hem tutkalı hem de onlarla birlikte ortak yaşam alanı bulan varlıktır.
Dil “anlatan-anlayan” ilişkisi içinde bütünsel bir yapıda oluşmuş ve gelişmiştir. Toplumsal/tarihsel süreçte bu yapı çift yönlü işlerliğiyle belki de ilk evrensel “anlaşmaya-söz- leşme”ye dönüşmüştür. “Ben-Sen-O” ilişkiler üçgeninde uzlaşılmış; Önce “ben” ve “sen”de sonra da “O”na o demekte uzlaşılmıştır. “O” üçüncü bir varlığın adıdır artık: “O” somuttur, soyuttur, bir sözcüktür, üzerinde anlaşma sağlanmış bir kavramdır. Bu kavramın yöneldiği nesneyle örtüştüğü “ben” de “sen” de herkesçe kabul edilmiş, uzlaşılmış, sözleşme gerçekleşmiştir. Çocuk, toprak, kuş, demokrasi, sevgi sözcükleri herkesçe aynı anlamda kullanılıyor, anlanıyor ve böylece de anlaşma sağlanıyor; alışkanlıklar, gelenekler kavramlara, kurallara dönüşüyor, bu kurallar süreklilik kazanarak kurumsallaşıyorlar. Bu ilk uzlaşma, söz konusu “sözleşme”nin dilin anlaşma aracı olarak kullanılmasının temelini oluşturmuş olmalıdır. İlk sürekli uygulama ana-baba ve onların çocukları arasında bu sözleşmeye uyularak kendi dilini çocuklarına öğretme içgüdüsü, gelişerek yaygınlaşarak öğretme-öğrenme eğitim kurumlarının özünü oluşturur olmuştur. Bu anlaşmayı kurumsal olarak sağlayabilen insanlar önce aile benzeri toplulukları sonra boyları, soyları, giderek ulusları oluşturmuş ve en yetkin kurum olarak devletleri kurmuşlardır. Dille anlaşmanın gelişmesiyle kültürler de gelişmiş, insanlar bu kültürlerin içinde bir kişilik kazanmış, kültürel/ulusal/tarihsel kimlikler oluşmuştur. Bir yönüyle kendine özgü geliştirdiği kültür/uygarlık özellikleri onu başkalarından ayı- rırken, diğer yönüyle, insan olarak evrenselliği de yakalamak istenciyle, anadilinin yanında yabancı dilleri ve kültürleri de öğrenme gereksinimi, hatta zorunluluğunu duymuş, böylece tüm insanlık birbirinden beslenmiştir.
Bu dil/kültür sözleşmesinde aile (okullar) verici öğretme yükümlülüğü olan öge, çocuklar (öğrenciler) alıcı öğrenme gereksinimi olan ögedirler. Diğer kurumlar da sırayla ya da eş zamanlı olarak bu sözleşmedeki işlevlerini yerine getirir. Toplumun yaşaması gelişerek sürdürülecekse, bu sözleşmenin tarafları yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadırlar. Denebilir ki bu sözleşme belki de insanlık tarihinin, insanın toplumsallaşmasının, giderek kurumlaşmasının yazgısı, görünmez belgesidir. Tüm sözleşmelerin anası, insanların doğal ve toplumsal/kültürel genlerinde işlevselliği olan, daha “ilk-söz”le başlayan, her insanla, her kuşakla yenilenen ve insan soyu bitmedikçe etkinliği, bağlayıcılığı sürecek evrensel/ uygarlık sözleşmedir.
Sonuç olarak denilebilir ki, dil ile, en başta da anadiliyle kurumlar arasında karşılıklı içsel bir bağ ve etkileşim vardır. Bu bağ, doğal/toplumsal gizli bir sözleşmedir. Bu sözleşme, günlük yaşamda genellikle pek fark edilmez, bilinmez bir alışkanlık olarak içselleşmiş, toplumsal yaşam biçimi olmuştur. Ne zaman bu sözleşmeye uyulmaz, gözardı edilirse, o zaman çözülmüşlük ve giderek çöküş olarak tüm sorunlarıyla kendisini gösterir bu tarihsel belge. Tıpkı hava gibi, su gibi, sağlık gibi sevgi gibi, yok olunca varlığı, anlamı, değeri anlaşılır. Bu nedenle, en temel görev, bu kurumların anası “sözleşme” varken onun değerini bilmek, gereğini yapmaktır.
|