Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • ÖNCEKİ YAZI
  • SONRAKİ YAZI
  • 32. Sayı / Mayıs-Temmuz 2014



    Die Gaste 32. Sayı / Mayıs-Temmuz 2014

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN: 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com

    Uyumda
    Ad Sorunsalı


    Nihat ERCAN
    (Hamburg Türk Toplumu Onursal Başkanı)

    Yarım yüzyıllık sürecin sonucu: Almanlar yine aynı Almanlar, genellemeye giderken özelin ayrıntıdaki şeytanıyla, meleklerin cinsiyetiyle uğraşırken, birlikte oldukları insanı unutuyorlar. Yabancılar yine aynı, Afrikalılar hala siyah, Türkler hala bıyıklı, müslüman kadınların çoğu başörtülü, göçmen kökenli gençler yine “kriminal” filmlerin doruklardaki kahramanları olarak toplumsal algıdaki rollerini oynuyorlar. Bir de üstüne üstlük tam uyabilecek eğitimi alan on binlerce Türk gencinin değer bilmez davranarak Almanya’dan ayrılmaları, İstanbul’dan selam yollamaları…


        Bireye ad vermek onunla bir toplumsal varlık-kabul sözleşmesi yapmaktır. Kişiliğin biyolojik gelişim etkenleriyle birlikte, toplumsal yönünün ilk basamağıdır bireye takılan ad. Adsız kişilik düşünülemeyeceği gibi, toplumsal farkındalıklar da yoktur. Ad bireyi kişi yapan ilk olgudur, onunla yetkinleşerek toplusal yaşamını sürdürür. Edinilen tüm diğer kişilik bileşkesindeki özellikler ve nitelikler adla var olur ve anlam kazanır. Ad yoksa en başta, tüm sonradan edinilen bu bileşkenin büyüklükleri anlamsızlaşarak birer sıfır olurlar. Bu nedenle ad insan kişiliğinin varlık nedenidir. İnsan önce fiziksel olarak vardır, adıyla da toplumsal kişilik olarak vardır. Bu bir bütünsel var oluştur. Bunlar birbirinden ayrılamaz, koparmak onu yok etmektir.
        Almanya’da uyum sürecinin egemen güçlerin belirledikleri doğrultuda gelişmemesi, “Uyum Sektörüne” yeni uğraş alanlarının açılmasını gerekli kılıyor. Bu sektöre katkı sunmak, gerçekte pastadan pay almayı gölgelemeye yönelik, “çok bilimsel yeni projeler” üretmekle, sorunun karmaşıklaştırılarak çözümsüzlüğe hizmet etmesi her kesimden kurum-kuruluşun bu işe el atmasıyla denklem kuruluyor. Özellikle de yeni araştırmalar yapmak, yaptırmak, bunlara bağlı yeni kuramlar geliştirmek, uygulamaya geçirilmesi, bunun denetlenmesi, taraflı-tarafsız bilirkişi raporları hazırlanması, bunların kamuoyuna duyurulması çalışmaları, tantanalı törenler düzenlenmesi, uyumun tam kılıfının uydurulduğunun sanıldığı sıralarda, yeni bir olumsuz gelişmenin ortaya çıkmasıyla, “yeni bir reform”a gereksinim duyulması, sil baştan yenilikler, tasarımlar, her dönemde esen rüzgara dönmeler, yeniden okumalar, “oğlum bina okur, döner döner yine okur”lar.
        Yarım yüzyıllık sürecin sonucu: Almanlar yine aynı Almanlar, genellemeye giderken özelin ayrıntıdaki şeytanıyla, meleklerin cinsiyetiyle uğraşırken, birlikte oldukları insanı unutuyorlar. Yabancılar yine aynı, Afrikalılar hala siyah, Türkler hala bıyıklı, müslüman kadınların çoğu başörtülü, göçmen kökenli gençler yine “kriminal” filmlerin doruklardaki kahramanları olarak toplumsal algıdaki rollerini oynuyorlar. Bir de üstüne üstlük tam uyabilecek eğitimi alan on binlerce Türk gencinin değer bilmez davranarak Almanya’dan ayrılmaları, İstanbul’dan selam yollamaları… Tersine göçün nedenlerini arama turlarına katılan, politikacılar, bilimciler ve medyacıların boşuna yorgunlukları. Daha akıl edilemeyense, tersine göçün önlenmesi için bu gençlerden tüm eğitim masrafları yasal faiziyle birlikte istenmesi, dönüş vizesi önkoşulu olarak yapılmamış olmasıdır. Yoksa uyum pastası payları nasıl güvenceye alınabilir? Küresel-bilişsel çağda parasız uyuma el atmak, yüz yıllar öncesinden “parayı veren düdüğü çalar” kuralını işleten Hoca Nasrettin döneminden geriye kalmak olmaz mı?
        Uyumda paydaş olmak, toplumsal varsıllık ve fırsatlardan eşit koşullarda yararlanmak, günümüzde diğerleri yanında özellikle de eğitimden yeterli pay almakla olasıdır. Göçmen çocuklarının en önemli toplumsal katılım biçimi eğitimden, meslek öğreniminden geçer. Onların yerli toplumun çocuklarıyla eşitlenebilecekleri en iyi ve kolay ortam eğitim alanında gerçekleşebilir. Bu alanda sağlanacak fırsat eşitliği onların uyumda ve yaşamdaki başarılı olmalarının önü açacaktır. Okul eğitimi iyiyse, yerli gençlerle eşitse, diğer başka engeller olmamalıdır artık önlerinde. Renk, inanç, köken, ailesel konumları sorun olmamalı, hele adları hiç sorun çıkarmamalıdır. Onların adları toplumsal varsıllığın önemli bir kaynağıdır bunun kabul edilmesi sorunun daha iyi kavranarak çözümlenmesini sağlar. Adlar engel değil, fırsat olarak değerlendirilmelidir.
        Göç ve Uyum İçin Alman Vakıflarının Bilirkişiler Kurulu, Bosch Vakfı’nın desteğiyle “Meslek Eğitiminde Ayrımcılık” konulu araştırmasını kamuoyuna sunmasıdır. Kamuoyunda, basın yayında önemli ses getirmesi, ve hatta Uyum Bakanı’nın gelinen dönemdeki uyum sorunundaki başarıyı betimlerken söylediği, “Toplumumuzun entegrasyon konusunda kaydettiği bu sevindirici gelişmenin bir ifadesi de, elbette birçok insan için sesletilmesi zor olan Türkçe adım ile benim, Heinz Kühn’ün halefi (ardılı) olarak Federal Hükümetin Entegrasyondan Sorumlu Bakanı görevine atanmış olmamdır” saptamasıdır! Bunun simgesel bir anlamı vardır, o kadar. Bu görüş adlar üzerinden ırkçılık düzeyindeki dışlamacılık göz önünde bulundurulduğunda sorunun ne kadar derinde ve yaygın olduğu gerçeğini değiştirmez; bu alandaki yüzeysel gelişmenin egemen çoğunluk toplumuna yansımadığını gösterir. Ali adının Türk gencinin önadı olması, yabancı olması önemli olan! Almanca olmaması denecek olsa, tarihten gelen çelişkili yasal düzenlemelerle de uyuşmayacak, aldatma yöntemi uyguluyorlar denilecektir. Var olanı var olan olarak görüp, onun diğer özelliklerini insanlığın varsıllığı olarak kabul edemeyen anlayışın değişmesi asıl gelişme olabilir ki, bundan çok uzaktayız günümüzde.
        Gerçi araştırmanın sonucu bizi şaşırtmıyor, ancak Amerika’nın bu yeni keşfi bilimsel pahalı bir uğraş, yazınsal kara mizah, sosyo-politik acı gerçek olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.
        Araştırmanın bulgusu: Almanya Meslek Eğitimi alanında Ali ile Uli ile eşit tutulmuyor. Gerçekte Ali Uli’ye eşit. Becerilerde, karne notlarında eşitler. Boy postları, kılık kıyafetleri de eşit, adları bile üç harfli, uyaklı, Almancaları da yabancı dilleri İngilizceleri de eşit. Her ikisi de Almanya yurttaşı. Belki Ali’nin fazlası da yok, anadili Türkçeyi bilenler gibi! Tüm bunlara karşın Ali’yi Uli’yle eşit tutmamanın, eşit görmemenin nedeni gözdeki değil ama gönüldeki gözlükten, parçalanması atamdan daha zor olan önyargıdan (A. Einstein) olabilir mi? Irkçılığa varan ayrımcılık, anonim başvuru- ad gizleme yöntemli dilekçelerle ne kadar giderilebilir?
        Yakın tarihteki, konuyla ilgili kimi olaylar, hem olumlu ve hem de olumsuz yönleriyle soruna ışık tutabilir. Bu bağlamda Nazi Dönemindeki Ad Politikası’ndan kısa bir kesit sunmak hem açıklayıcı ve hem de uyarıcı olabilir.
        Federal Almanya’da bugün de geçerli olan “Ad Değiştirme Yasası” önemli yönleriyle 1938 yılındaki “Nasyonalsosyalist Ad Hukuku Reformuna” uzanır. Bugün daha geçerliliğini koruyan Ad Seçimi kuralları yanında (sınırlandırma), NS-Ad Hukuku özellikle yahudilik karşıtı olumsuz değişik araçları içerir. 5 Ocak 1938 tarihli ad ve soyad değiştirme yasası (§7), özellikle 30 0cak 1933 öncesi izin verilmiş olan ancak rejim tarafından istenmeyen ad değiştirmelerin geri alınabilmesini belirler. Nazilerce özellikle “İstenmeyenler“ olarak geçerli olan Yahudilerin Ad değişiklikleri “tipik” yahudi Soyadlarının bırakılması ya da değiştirilme- sidir ki, bu bir aldatma olarak kabul ediliyordu.
        Yasanın uygulanmasına ilişkin aynı tarihli yönetmelik bu konuda daha belirli önlemler getirir. Tüm Alman uyruklu ve uyruksuz yahudiler (§1)’de belirlenen adları almamışlarsa, ek önad olarak kadınlar Sara adını, erkeklerse İsrail adını kabul etmelidirler, (§2). Almanlarla Alman yahudilerinin sıklıkla verilen adları birlikte kullanmamaları istenir ve geleneksel olarak kullanılan yahudi adlarının, yahudi olmayanların kullanmasına izin verilirken, yahudilere yasaklanıyordu! Hatta İbranice ve İncil’deki Yahudi olmayan Almanlarca sıkça verilen: Ruth, Judith, Esther veya Josef, Michael, Daniel, David ve Abraham gibi adlar, Yahudiler için öngörülen listede bulunmuyordu. Bunları yalnızca “Ariern” yurttaşlar taşıyabilirdi, üstelik Nazilerce pek de istenmeseler bile!
        Yahudilere hangi adlar kalıyordu? Rahel, Moses ve genel olarak insanı yabancılaştıracak, alışılmışın dışındaki adlar: İsboseth, Briewe ve insanları dışlayıcı alay edici adlar: Saudik, Geilchen, ya da İncil’de olumsuzluk yüklenen adlar: Kral ve eşi Ahab ve Jezebel İncil’de en olumsuz gösterilen adlar. (Bk. Antisemitische Namenspolitik im Dritten Reich von Christof Rolker)
        Tarihsel olarak bilindiği ve yukarıdaki örneklerden de görüldüğü gibi, ne yapılırsa yapılsın bu ayrımcı tutum ve eylemlerden tümden kurtuluş yoktur. Hatta buradan hareketle oluşan politikalar yıkımlarla sonuçlanmıştır.
        Toplumsal algı, düşünce biçimi değişmeden, ya da Entegrasyon Fabrikası’na yabancı kökenli ham madde olarak girip, Alman kökenli ürün olarak çıkılması mucizesi sağlanmadan nasıl gerçekleşecek bu iş?! Bu mucize sağlanamayacaksa, ki çağdaş bilimin geldiği düzeyde öyle gözüküyor, ne yapılmalı? Toplumsal virüsle savaşım onun tümden yok olmasını sağlamıyor. Kısa ve orta sürelerde kimi yasal, sosyal, ekonomik, eğitsel önlemler etkili olabilir, ancak uzun erimde bu açmaza karşı tüm demokratik direnme yol ve yöntemlerin değerlendirileceği toplumsal uğraşın bir yaşam biçimine dönüştürülmesi zorunludur.