Seçimlerin halkın iradesinin bir yansıması olduğu çok yaygın bir yanıltmacadır.1 Bu kadar sorunlu bir düşüncenin eleştirel düşündüklerini düşündüklerimiz arasında bile bu denli rağbet görmesi tuhaf. Oysa bu safsatanın çökmesi için önce dünyaya sonra da dünya parlamentolarına şöyle bir bakmak yeter.
BM’nin yaptığı bir araştırmaya göre dünyanın en zengin %5’i dünyadaki zenginliklerin %70’ine sahip. 2 Dünyanın her köşesinde yaşayan insanların büyük çoğunluğu yoksul, çok ama çok küçük bir azınlığı varlıklı. Azınlık çoğu yiyor, çoğunluk aza talim ediyor.
Bir de parlamentolara bakalım: Meclis koltuklarının hemen tümünü nüfusun en zenginlerinden gelen “vekil”ler dolduruyor. “Millet”lerin “vekil”lerinin ezici çoğunluğu, çoğunluğun TV dizileri olmasa hayal etmekte zorlanacağı bir zenginlikten geliyor. Çünkü “aday adayı” olmak bile paraya bakıyor, seçilme umudu olan bir aday olmak ise en az birkaç yüz bin TL’lik servet şart. 3 Gayri resmi sponsorlarınız olabilir tabii. Ama bu sponsorlar da –sponsorluğun tanımı gereği– zenginler, ve kendi çıkarlarını savunacak insanlara yatırım yapıyorlar.
Seçim yanıltmacası, bu az sayıda “tok”un milyonlarca “aç”ın halini anlayabileceklerine, bırakalım bunu, onların temsilcisi olduklarına inanmamızı istiyor.
Tok, açın vekili olur mu?
Koca koca akademisyenler, yazarlar ve en ilginci de –Marksist devlet ve hegemonya teorisini çok iyi bilmesi beklenen– solcular, bu yanılgıyı hiç sorgulamadan kabul ederek bize bilmem hangi seçimde bilmem hangi partinin bilmem hangi oranda oyu aldığından bahisle toplum analizleri yapıyor. “Türk/iye toplumu şöyledir, böyledir, cahildir, makarnacıdır, ulusalcıdır, dindardır, milliyetçidir” vs. diye tespit kasıyor. Çünkü az sayıda zenginin kendilerini ya da sadık temsilcilerini seçtirmek içi sergiledikleri kötü bir piyes olan seçimlerin halkın düşünceleriyle, iradesiyle ilişkili olduğu varsayımı çok yaygın.
Tam da bu yanılgının yaygınlığından dolayı, dünyanın halkına en düşman hükümetleri bile fırsatını buldukları anda seçimlere giderler. 12 Eylül’cüler diktatörlüklerinden zerre taviz vermeden, bir yıl arayla referandum ve seçim yaptılar. Oy zarfları neredeyse şeffaftı, seçim sandıklarının başında silahlı askerler bekliyordu, yalnızca faşist diktatörlüğün izin verdiği az sayıda parti katılıyordu; ama seçim miydi, seçimdi.
Avrupa klasik faşist partilerinin çoğu seçimlerle geldiler. İnsanlar gerçekten de kendi ayaklarıyla gidip Hitler’e, Mussolini’ye oy verdiler. Faşistler Alman ya da İtalyan halkının iradesini mi yansıtıyordu? Milyonlarca Alman macera savaşlarında ölmek için mi irade gösterdi? 12 Eylül Anayasası’na evet diyen 10 kişiden 9’u cuntanın işkencelerini, katliamlarını ve en önemlisi de kendilerini giderek ağırlaşan bir yoksulluğa mahkûm eden 24 Ocak kararlarını mı arzuluyordu?
Peki, halk aptal da mı sandığa gidiyor? Sırf bilinç yoksunluğu yüzünden mi hiçbir şeye yaramayan seçimlere katılıyor insanlar?
Aslında o kadar da katılmıyorlar. Dünyanın her yerinde seçimlere katılım düzenli olarak düşmekte. 1980 ortalarından bugüne dünyada seçimlere katılım oranı %10’a yakın düşüş göstermiş ve düşüş devam ediyor. Avrupa ve Kuzey Avrupa’yla karşılaştırıldığında düşüş eğilimi en çok “üçüncü dünya”da belirgin. 4 Dünyanın yoksulları seçimlerden umudu en çok kesenler, çünkü başlarına gelen onlarca hükümetin neredeyse hiçbirinden kendilerine bir fayda gelmedi. Türkiye’de de 91 ve 2011 seçimleri istisna tutulursa seçimlere %70-75 civarı bir katılım var; oy verecek yaşa gelmiş üç kişiden biri ya zahmet edip sandığa gitmiyor ya da geçersiz oy atıyor. 5
İstisnasız her seçimde önemli bir rol oynayan sahtekârlıklar giderek ortada bir seçim olmadığını düşündürecek kadar ayyuka çıktı. Geçen yerel seçimlerde trafolara kediler akın etmişti. Dalga geçtik ama atı alan yerel yönetimlere geçti. Derken bir ay önce tüm ülkede birden elektrikler kesildi. Hâlâ “soruşturma” sürüyor. Ama bu olayın hükümetin bilgisi ve kontrolü dahilinde olduğundan pek kimsenin kuşkusu yok. Çünkü aksi takdirde birilerinin bütün TV kanallarında birden boy gösterip “Elektrik kesintisi bir darbe girişimidir!” diye bağırıp çağırması gerekirdi. Büyük Türkiye olmak bunu gerektirir...
Seçim denen formun sahteliği, çarpıklığı, aldatmacası bu denli ortadayken şu soruyu sormamak mümkün değil:
Seçimlerden hepten kurtulsak mı?
Platon ideal şehir devletinin 50-40 kişilik bir nüfusa sahip olması gerektiğini düşünüyordu. Öğrencisi Aristoteles bu kadar kesin konuşmasa da kafasında benzer bir boyut vardı. Kentlerin bugünün küçük bir kasabası büyüklüğünde olması isteniyordu, çünkü –başka nedenlerin yanı sıra– doğrudan demokrasiyi, (köleler hariç!) herkesin yönetimde ve alınan kararlarda doğrudan söz sahibi olacağı bir sistemi bu boyutun üstünde uygulamak zordu.
Sosyal medyanın sosyalliğin en başat biçimlerinden biri olduğu günümüzde herkesin herkesi ve her şeyi yönettiği doğrudan ya da en azından katılımcı bir demokrasinin olanağına her zamankinden daha çok sahibiz.
Ama seçim denen bu lunapark aynasını bir kenara bırakmak henüz zor görünüyor. Seçimleri çok kötülediysek yanlış anlaşılmasın, büyük mücadeleler sonucu alınmış seçme ve seçilme hakkının lağvını önermiyorum. Şu günün dünyasında, Kapitalist devletler çağında gelenin gideni aratacağı kesin.
Seçim, ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki sınıf mücadelesinin cephesi olmaktan çok uzak, doğru. Halkın temsilcilerinin istisnai olarak parlamentolara gittiği durumlarda bile alabildiğine etkisiz olduklarını, daha kötüsü, birçoğunun bozunuma uğrayarak bozuk düzene bozuk çarklar olarak hizmet verdiklerini görüyoruz.
Ancak parlamentolar, hiç olmazsa, egemen bloğun kendi içindeki çıkar çatışmalarının yansıdığı mekân olarak halkların elini bir nebze rahatlatıyorlar. Bu bloğun bir parçası hırsızlıkta, sömürüde, cinayette fazla ileri giderse halkın diğer parçalardan birine –ama hâlâ hırsız, sömürgen, cani olan bir başka partiye– oy vererek iktidarı değil ama hükümeti değiştirmesi mümkün.
7 Haziran seçimlerinde genel manzara
Bu seçimleri dramatik karakteri, ironik olarak, seçimin en küçük partisi HDP. O yüzden ondan başlayalım. Düğümü HDP’nin %10 barajını aşıp aşmaması çözecek. Gerilimi daha da yükseltmek için HDP’nin oylarına yönelik tahminler bu eşiğin hemen altında ve hemen üstünde seyrediyor. Seçimlerle benim gibi en az ilgilenen kişileri bile televizyon karşısına kilitleyecek bir dramatik gerilim var ortada; insanlar adını ilk kez duydukları futbol takımlarının maçlarını bile niye izler sanıyorsunuz?
Diğer partilere gelince. Muhtelif tahminlerin hepsi AKP’nin %40, CHP’nin %25, MHP’nin ise %15’in birkaç puan altında ya da üstünde oy alacağını öngörüyor. Yine en büyük partilerden biri seçime katılmayanlar ya da boş/geçersiz oy atanlar olacak gibi, lakin dramatik gerilimin yüksekliği hasebiyle bu “parti”nin oyu bu seçimde biraz düşebilir. İnsanlar 7 Haziran’ın ülkenin yarınını belirlemede, özellikle de AKP’nin artık kangrene dönüşmüş iktidarının sona yaklaştırılmasında çok önemli olduğuna inanıyorlar.
Yurtdışında, özellikle de 400 bin seçmenin yaşadığı Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin seçimin kaderini belirleyeceğini söyleyenler var. Yurtdışı için yapılan tahminlerde AKP’nin oy oranı Türkiye’dekinden çok daha yüksek çıkıyor. Göçmenlikle tutuculuk arasında sıkça kurulan korelasyona uygun bir durum. Ama tahminler, projeksiyonlar, anketler ne derse desin kimsenin kendisini bir “seçmen özne” olarak önemsemesi pek anlamlı değil. Tüm seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de sonucu belirleyecek olan, emperyal ülkelerle yakın ilişkiler içindeki egemen sınıfların ve onların emir ve görüşlerine dünden hazır medyanın kimden yana tavır belirleyeceği.
Durum umutsuz görünüyor: Toplumu siyasi, kültürel ve ideolojik bir cenderede boğmak isteyen parti bir kez daha oyların çoğunu alacak. Onun “ana” muhalefeti ise muhalefet falan değil, bir idare-i maslahat bürosu. Elleri ve geçmişi kirli, ikisinden de kurtulmamak için elinden geleni yapıyor. Bir diğer sözde muhalefet partisinin ise Kürt, Ermeni, Rum deyince ağzından kan damlıyor ama AKP’ye her sıkıştığında destek atıyor. Çünkü onlar için her şeyden önemlisi devletin bekası. O bekanın halkların meşakkati olduğunu ise tarihten biliyoruz. İçinde birçok samimi sol unsuru barındıran bir parti var, fakat onun da barajı aşıp aşmayacağı bile belli değil. Daha kötüsü, barajı aşıp 40-50 sandalyeyle meclise otursa bile yapmadıklarının yapmayacaklarının teminatı olmasından korkuluyor. Zira “kanı durdurmak” için müzakere etmek bu parti için o kadar önemli ki masanın öbür tarafındaki tarafın Gezi’de, Soma’da, Paris’te, Diyarbakır’da, Cizre’de, Kobanê’de günaşırı kan akıtmasına bile hiçbir elle tutulur muhalefet göstermiyorlar. AKP “Bizim sorunumuz muhalefet değil muhalefetsizlik” derken çok mu haksız?
Durum umutsuz değil: Dünyanın en sürekli ve en canlı devrimci sosyalist hareketinin yer aldığı birkaç ülkeden biridir Türkiye. Kutlanabilen 1 Mayıs’larda Havana’dan hemen sonra İstanbul gelir. 50 yıla yakın bir süredir silahlı yeraltı mücadelesinin kesintisiz sürdüğü bir ikinci ülke kolay kolay sayılamaz; faşist darbelere, yıkılan sosyalist bloğa ve kesintisiz bir katliam rejimine rağmen. Çünkü seçim yanıltmacası sanıldığı kadar güçlü değildir; her seçimde sandığa giden on milyonların birçoğu bu kez de bir şeyin değişmeyeceğinin farkındadır. Yapacak daha iyi bir şey göremedikleri için, hiç olmazsa kendilerini kendi kaderleri hakkında azıcık da olsa söz sahibi hissetmek için, belki bu kez bir şeyleri değiştirmek için giderler.
Seçimler gelir geçer, geriye her iktidarın vurduğu ama her düştüğünde yeniden doğrulan bir grup serüvenci kalır. “Onlar ki bu toprakların son umudu, soyları tükenmeyen şahinlerdir.” Sayıları çok az görünür, seslerini kimse duymaz gibidir, etkisizdirler sanki, ama bir bakarsınız milyonlar –onların belki adını bile duymamış milyonlar– onların sloganları ile meydanları doldurur. “Sizi çok seviyoruz” gibi basit bir cümle kurarlar, milyonlar– kendilerini bu zamana kadar onlarla birlikte hiç görmeyen milyonlar– bu aşk ilanına karşılık verir. Bu aşk hikâyesi filmlerdekine benzemez, bildik yollardan geçerek bildik mutlu ya da mutsuz sonlara erişmez. O kadar farklı bir aşktır ki bu maşuklar bazen birbirlerini yıllarca unutur, ama öyle bir hatırlayış anı gelir ki, bin ozan, bin dengbêj, bin rapsod avaz avaza verse o bir tek anın görkemini betimleyemez.
Dipnotlar
1 Safsata diye de çevrilen felsefi kavram “mantık hatası”ndan bahsediyoruz. Denkfehler (Alm.), fallacy (Ing.)
2 Bu çarpıcı araştırmanın bazı verilerine ve diğer eşitsizlik verilerine şuralardan erişilebilir: http://toomuchonline.org/peace-on-earth/ , http://inequality.org/global-inequality/. Araştırma ise şurada: http://inequality.org/global-inequality/.
3 2007’ye ait bir çalışmaya göre 150 bin TL ile 500 bin arası. Bkz. “Vekil olmak kaç para ister”, Gazete Vatan, http://www.gazetevatan.com/vekil-olmak-kac-para-ister--122946-ekstra/.
4 Kaynak: “Voter Turnout Rates from a Comparative Perspective”, Rafael López Pintor, Maria Gratschew, Kate Sullivan. http://www.idea.int/publications/vt/upload/Voter%20turnout.pdf
5 Kaynak: http://www.idea.int/vt/countryview.cfm?id=223. Geçersiz oyların bir kısmı elbette düzenden umut kesildiği için değil yanlışlıkla geçersiz basılıyor. Ama bu ülkede geçersiz ya da boş oy atmanın bir protesto biçimi olarak görüldüğünü unutmayalım.
|