Türkçe edebiyat doğal olarak işçi göçünden (1961) daha sonra başladı. İlk ürün Bekir Yıldız’ın “Türkler Almanya’da” adlı romanıydı. Roman denilirse tabii. 1966’da yayınlandı. Kendisi ünlü olduktan sonra kitaplarının listesine o kitabı hiç bir zaman almadı. Dört yıl kaldı Almanya’da Bekir Yıldız. Bir matbaa makinesi alarak döndü. Bir çok öykü yazdı Almanya üstüne. Ancak bunlar kısa dönem gözlemleri, birçoğu abartılıydı denilebilir. “Maria 32 Yaşında” adlı öykü ile Araba Kazasını anlattığı öyküde olduğu gibi. Birinci öyküde işveren karısı Maria’yi 32. doğum günü nedeniyle iki Türk işçisine peşkeş çeker. İkinci öyküde ise bir Türk yolda el kaldıran bir Alman’ı arabasına alır. Kaza yapar, yaralanır ikisi de. Alman, Türk’ü “beni arabasına aldı, yaralandım” diye mahkemeye verir.
Almanyadaki işçiler, onların yaşamı, içinde yaşadıkları toplum, toplumla olan ilişkileri dehşetle merak ediliyordu Türkiye’de. Birçok ünlü yazar da geldi, röportajlar, anılar, öyküler yazdılar. Kimileri yazdıklarına roman diyordu. Kimleri ise o güzel romanlarının içine bir dış geziyi ya da bir Almanya anısını yama gibi oturtuyordu. Bunlar arasında Orhan Murat Arıburnu’nun şiirlerini, Ümit Kaftancıoğlu’nun 1975 yılında yazdığı “Almanya dönüşü” öyküsünü, Başaran’ın tüm yurdu Almanya düşünün sarstığını anlatan şiiri “Almanya düşleyen köy”, Tomris Uyar’ın 1972’de yazdığı “Ormanların Gümbürtüsü”, Burhan Arpad’ın 1973’de yazdığı “Büyük Kapının Önünde Bir Fener”, Mustafa Balel’in “Kargalar Öterken”i (1974), Dursun Akçam’ın “Ballı Ana”sı (1978), Nevzat Üstün’ün “Bir Kadın”ı (1976) adlı öyküleri anmaya değer önemli yapitlar. Nevzat Üstün’ün bu öyküsü kadınlarımızın bir prototipi olması açısından ilginçtir: Nazife adlı kahramanımız kocasından önce Almanya’ya gelip ekonomik bağımsızlığını elde edince, kimliğini, kişiliğini bulma sürecine girer. Bu süreç de sancılıdır, onun davetiyle Türkiye’den gelen kocası Nazife’nin yeni bir söylem kazandığını, yeni bir kişilik edindiğini görünce, erkeklik egemenliğinin elden gittiğini düşünerek onu bıçaklar. Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanı bir günde Almanya’dan Türkiye’ye ulaşan mercedesli çılgın Bayramı anlatır. Abbas Sayar’ın “Dik Bayır” da Almanya konuludur. Almanya’da bir süre yaşamış olan Necati Tosuner “Sancı... Sancı...” yı, “Yengelerimiz” ile “Yarım Elma”yı yayınlar. Füruzan da davetli geldiği Almanya’da bir yıl kalıp söyleşi ve gözlemlerini derlediği, “Yeni Konuklar” (1977) ile “Berlin’in Nar Çiçeği” adlı romanını (1988) üretir. Hiç bir yazarımız yok ki, şu veya bu şekilde Almanya’ya göçü konu etmemiş olsun. Ayrıca Alman yazarlar da aynı şekilde göçmenleri konu edinen romanlar, öyküler, oyunlar yazdılar. Ama bunlar ayrı bir araştırma konusudur...
Bir de Almanya’da yerleşen, ya da orada yetişen yazarlar ve “yazarlar” var. Hatta bunlar arasında “hayatım roman” deyip kaleme sarılanlar az olmadı. Bunlara ağabeylik yapan bazı yazarlarımız onların yazdıklarına iyi niyetlerle övgüler dolu önsöz-sonsözler yazıyorlardı. Böylece “Yazarlık belgesi”ni de aldıktan sonra yayıncıların kapısına dayandı bu kişiler. Aralarında, dili kullanamayan, tek bir öykü, tek bir şiir okumamış olan, hatta –abartmıyorum- okur yazar olmayan, anılarını banda anlatıp yazdıran bile vardı. Bazı yayıncılar için ekmek kapısı açılmıştı. Kitabın baskı parası da ödenince Türkiye’de basılmaya başladı hepsi. ‘Hayatı roman’ olanlara Alman yayıncılar daha çok ilgi gösteriyorlardı. Gözyaşı ve çırpıntı içinde sıralanan yarım yamalak sözcükler ‘Türk Yazarı’nın eseri’ ve biraz da otomattan içecek çekmeyi öğrenmiş maymunun marifeti gibi sunuldu topluma. Türk edebiyatına ilginin büyüdüğü bir dönemde, okurların eline bu kötü kitaplar geçti. Ve hem Türkiye’de hem de Almanya’da yurtdışı edebiyatına ilgi bitiverdi. İyi olan tek tük kitaplar da bu hercümerç içinde kaynayıp gitti. Yeniden o ilgiyi yakalamak için yıllarca çaba vermek ve çok nitelikli yapıtlar üretmek gerekiyordu artık. Bu, ‘hayatı roman’ olanların yaptıkları olumsuz işin bir yanı. Bir de olumlu yanı var: O yazılanlara günü gününe tutulmuş notlar olarak bakmak gerek. Sosyolojik çalışma yapanlara ve insan psikolojisini irdeleyenlere yararı olacak. Bu yanıyla zararlı şeyler değil. Seksenli yıllar böyle bir yayın furyasıyla geçti. Çalışmalarını bin yıllık şiir, masal, öykü geleneğimiz üstüne oturtanları bir yana çıkarırsak bunların hiç biri etki yaratamadı ve kalıcı olamadı. Peki yetenekli arkadaşlarımız yok muydu? Onların yazdıklarının etkisi ne oldu? Bunu da kısaca irdelemek isterdim:
Birkez eşek ya da kağnıyla tarlaya giden o köylü, çiftini çubuğunu orada bırakıp saatte 1000 km hız yapan uçağa bindiği an bir değişime uğramaya başlamıştı. Dilini, kültürünü, geleneğini, göreneğini anlamadığı bir toplumun içine girip, durdurak bilmeyen bant çalışmasınının başına geçince, içsel bir çalkantının burgacına düşmüş, hergün biraz daha dolaşık hale dönüşen ruhsal durumu iyice çetrefilleşmişti. İşte edebiyat, insandaki bu değişim ve karmaşayı bütün sıcaklığıyla yakalayıp yazmak değil miydi?. Kim yazacaktı bunu?.. Yazarın kendisi de başka boyutlarda bu sürecin, bu değişimin içindeydi ve şaşkındı zaten. Herşey bir karmaşa, bir uğultuydu ona., Makineler, otobanlar, trenler, sokaklar, radio, televizyon ve insan sesleri bile... Herşey durdurak bilmeyen bir uğultu... Beklemek, gözlemek, araştırmak, dil öğrenmek, not almak, okumak, buradaki toplumu, toplum içindeki ilişkileri kavramak gerekiyordu. Acele edenler yanıldılar. Nitekim 80’li yıllar bitip 90’lı yıllar başlarken yazılanlarda iyileşmeler gözlenmeye başladı. Doksanlı yılların sonuna doğru ise “Hayatım roman” diyenlerin çoğu bu işin kolay olmadığını görerek sahneden çekildiler. Bir avuç yazar ve şair kaldı geriye. Bunlar da zaten çalışmalarını eskiden beri sürdürüyorlar, Türkiye’de ve Almanya’da belli bir okur ve izleyenleri var. Yeni ürünleri daha da güzelleşiyor. Bunlardan da bazılarını sıralamak istiyorum. Şair Nevzat Yalçın’ın Dünya gazetesinde yayınlanan haftalık kültür sanat yazıları yazar ve sanatçılarımıza yol gösterdi. Akdenizin bereketli topraklarından fışkırmış bir Homeros bir Yunus soyundan gelen bu kadir kıymet bilir şairimiz, coşkusunu, umudunu, sevgisini hepimize aşıladı. Denemeleri bir solukta okunuyor. Ne yazık ki o değerli şiirleri bu yazılar kadar yaygın dolaşıma çıkamadı. Bu, toplumun şiire uzak duruşundan kaynaklanan genel bir sorundur. Belki de äiirin kendi bunalimi..
Erken yaşta yitirdiğimiz Fethi Savaşçı fabrika yaşamını betimleyen bir dizi öyküler, şiirler, anılar ve bir de roman yayınladı. Bunlar arasında “İş Dönüşü” (1972), “Özel Ulak” (1973), ”Makinalar Çalışırken” (1983) adlı kitaplarını anabiliriz. Yetmişli yıllarda ilk ün yapanlardan Yüksel Pazarkaya’nın “Oturma İzni” öykü (1977), “Ben Aranıyor” (1989) romanını vurgulamak gerekiyor. Aras Ören de üç kitabı bir arada “Berlin Üçlemesi”nde, “Gündoğduların Yükselişi” romanında göç konularını işledi. Güney Dalı da Aras Ören ile birlikte saymak gerekiyor. “E-5” (1979) romanında, ölen babasını televizyon kutusuyla Türkiye’ye götürürken yolda kutuyu çaldıran işçimizi anlatıyor. Bu romandan sonra bir yığın “yazar”ın böyle alışılmışın dışında konular aramaya çıktıklarını anımsıyorum. Habib Bektaş yazdığı “Cennetin Öteki Yüzü”, “Hamriyanım”, “Gölge Korkusu” gibi romanlarıyla, Türkiye’nin en önemli roman ödüllerini aldı. Sıtkı Salih Gör’ün “Yaban El” ile “Kehribar ile Tuğra” adlı kitapları duygu yüklü, Gültekin Emre ile Yaşar Miraç Türkçeyi zenginleştirerek şiirlerini damıtıyor, yazmaya devam ediyorlar. Ali Özenç Çağlar’ın öyküleri, şiirleri olgunlaşarak yayınlanıyor. Özgen Ergin’in “Şarlo Kemal”ini anmalıyım. Bunlar Elli yaş sınırında ya da ellinin üstünde olan sanatçılar.
Ayrıca kurulan yayınevlerini de anmak gerekiyor: İnfograph, Dağyeli Verlag, Ortadoğu, Önel ve Anadolu Verlag’ı sayabiliriz. Çeşitli dergiler, gazeteler de yayınlandı ve yayınlanıyor. Bu arada yazarları besleyen Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi ile Oberhausen Bezek Edebiyat İşliğini anmam gerekiyor.
Biraz sonra değineceğim bir de genç kuşaklar var ki, hepsinin ismini burada sıralamak olanaklı değil tabii. Bu konudaki çalışmam sonlanmış değil. Bunlar arasında “www.ayrıntı.net“ adlı Internet dergisini yöneten Engin Korelli, Mustafa Cebe gibi yetenekli şair ve öykücülerimizi de yazmadan geçmeyelim. Salih Doruk/un mizah öyküleri emek verildikçe güzelleşiyor, Sırrı Ayhan’ın yaşamın içinden yakaladığı canlılıklar ilginç... Kemal Yalçının “Bilim Tutkusu” çok titiz yazılmış. Bu isimleri daha çoğaltabilirim…
Burada Almanca yazanları da anmak gerekiyor. Zafer Şenocak, Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar, Zehra Çırak, Osman Engin, Akif Pirinççi Alman okurunu etkileyen yapıtlar üretiyorlar. Kimisi önemli edebiyat ödüllerini aldılar. Akif Pirinççi’nin polisiyeleri Almanya’da en çok satan kitaplar oldu. Almanca yazanların sayısı giderek artıyor.
Yurtdışındaki Yazar ve Şairlerin
Şansı ve Şanssızlığı
Alman ve Türkiye’deki meslektaşlarına göre elde edilemez bir şansları var. Batılı meslektaşlarına göre değişik bir kültürden gelip hem Alman hem de evrensel kültürün birebir içinde yer alıyorlar. Söz gelimi, “İpekyolu Ülkelerinden Tiyatro Manzaraları Festivali” bitince “Latin Amerika Tiyatroları Festivaline” koşabiliyorlar. Dünyaca ünlü jazz konserleri bitmeden, klasik müzik festivalinin tadına doymaya çalışıyorlar. Avrupa merkezlerinde açılmış çok büyük sergilere günübirlik gidebilme şansları var. Her alanda müzeler açık. İstedikleri bilimsel gelişmelere ulaşmada olanaklar sonsuz. Yazara bir baskı yok. Çok yetenekli genç bir yazarla oturup kadeh kaldırırken, örneğin Cengiz Aytmatof veya Marquez’le bir söyleşi ortamında bir araya gelebiliyorlar. İki toplumun da duyarlılıklarını ve duyarsızlıklarını yaşıyorlar. Birkaç dil konuşuyorlar. Her iki toplumun da içsel çatışmalarını, psikolojik karmaşalarını kavrayabiliyorlar. İki dilde köprü kurabiliyor, en azından kendi dillerini geliştirme boyutunu yakalayabiliyorlar… Kendilerini yönlendirilmenin dışında tutabiliyorlar şimdilik. Aşla ekmekle boğuşma zulmü altında değiller.
Şanssızlıklarına gelince: Burada ve Türkiye’de geri plana itildikleri duygusunu yaşıyorlar. Bu onların duyarlılıklarını artırma olumluluğunu da içeriyor. Anadillerinde oynadıkları gibi Almanca’yla oynama olanakları yok. Türkiye Türkçesini birebir yaşamıyorlar. Birinin ürettiğine öteki olumsuz yanından bakıyor. (Oysa birinin ürettiğini ötekininki asla gölgelemiyor. Tam tersine…) Bu yapıtların tanıtımını yapan tek tük arkadaşlar var, ancak didikleyecek eleştirmenler yok. Ama Alman atasözünde olduğu gibi ‘Çaresizlik yeni buluşları zorunlu kılıyor’. Kendileri üretirken, yetenekli yazarları, ve eleştirmenleri özendirmeleri, cesaretlendirmeleri gerekiyor. Zor olanı omuzlayıp götürmek göreviyle karşı karşıyalar. 1960’lı yıllarda başlayan göçün yarattığı karmaşa, insanlar arasında ve insanların kendi içlerinde yaşanan kopuşlar, kırılmalar edebiyata onların öncülüğünde yansıyor ve yansıyacak. Öncülüğün çok onurlu yanı olduğu gibi son derece güç yanı da var. Herşeyi yeniden anlamaya çalışmak, değişimi iyi yakalayabilmek, onu sanatsal potada eritebilmek… Kaygan bir toprak üstünde yürüyorlar… Ancak kırk yılda önemli bir birikim elde edildi. Yakın dönemde çok daha başarılı yeni sentezlerle üretilmiş yapıtlar beklenmelidir. Bu betimlediğim, birinci ve ikinci kuşak yazar ve sanatçılar. Bir de üçüncü kuşaktan gelen yazarlar var. Onlar daha olanaklı ortamlarda yetiştiler, daha girişkenler. Ancak onların da şans ve şanssızlıkları var. Avrupada büyümenin bütün avantajlarına sahipken ulusal kültür temelleri zayıf. Bunu fark edenler büyük bir çabayla bu açığı kapatıp yeni sentezlere, yeni yeni renklere yöneliyorlar. Çeşitli merkezlerde kümelenip birbirlerini geliştiriyorlar. Her kentte Türk yazarı var, kimi kent düzeyinde, kimi eyalet düzeyinde etkili oluyor. Yüzyılımızın ilk çeyreğinde onların sesini çok duyacağız. Alman edebiyatına asıl canlılığı Almanlar değil, bunlar ile başka uluslardan buraya gelip yerleşen yazarlar getirecek… Çünkü çok katı kurallar içinde büyütülen Alman meslektaşlarımızın içine sıkıştıkları kalıpları parçalamaları hiç de kolay olmayacak. İyi edebiyat yaratmak, biraz da kalıpları parçalamak değil mi? Biz Avrupa’da buna hazırlanıyoruz.
|