Bilgi ve ardılı, bilinç; binlerce yılın insanlık serüveni. Günümüzden yaklaşık dörtbin yıl önce, Sumerli Ludingirra, kil tabletler üzerinde büyük bir içtenlikle “kaleme aldığı” hayat hikayesinde, “bilgi”ye o günlerde verilen “değer”e bir arkadaşının yeni şeyler öğrenme mutluluğunu tarif ederek atıfta bulunuyor :”…yeni bir bilgi almanın mutluluğu yüzüne vurmuştu…”1 Demek ki, “bilgi çağı”nda yaşıyoruz diye ellerindeki modeli geçmiş bilgisayarları pazarlamaya çalışan bazıları çok şaşıracak ama, “bilgi”nin keşfi pek de yeni sayılmaz.
Günümüze yön veren “değerler” değiştikçe, binlerce yıldır doğal, olması gerekir kabul edilen pek çok şeye giderek artan sayıda insan şaşacak. Örneğin gün gelecek nasıl olup da konuşabildiğimize şaşacağız; belki de pek yakında, kafamızda beyin diye bir organın olduğunu öğrenmek bile bizi dehşete düşürecek; Sumerli Ludingirra yine oturup da haline şükretsin.
Onun, onun dedesinin, onun dedesinin dedelerinin ve hatta dik yürümesini becerdiğinde kimbilir ne mutlu olan “homo sapiens”-galiba, bu bizim ortak soy adımız oluyor-in atalarının, bilgi denilen şeyin alınıp satılamayacak denli değerli ve tüm insanlığa özgü, tüm insan soyunun ortak malı bir kültür kazanımı olduğunu öğreneli henüz kırk-elli bin yıl oldu. Nedir ki, çağımızın “hızlı yaşayan” insanına?
Zaman dediğin göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor!
İnsanlığın tıpkı içerisinde varolduğumuz evren gibi sonu olmayan kültür birikimi, önünde hiçbir engel tanımadan “ulaşmak isteyen”in eline ulaşıyor. Bilinç de, insanı diğer canlılardan ayrılan bu yanında, en verimli tarlasında, beyninde, hiçbir engel tanımadan yeşeriyor, gelişiyor, nesillerden nesillere tüm Nuh tufanlarına, tüm Haçlı Seferleri’ne, tüm “soykırımlar”a ve de emperyalizmin nice estetik ameliyattan sonra bile doğru dürüst sırıtmayı bile beceremeyen yüzüne -daha doğrusu, “yüzsüzlüğü”ne- rağmen bize, bizden de çocuklarımıza ulaşıyor, ulaşmaya devam edecek.
Bilginin ve ardılı, “bilinç”in onbinlerce yıl önce, günümüzde “sömürge”, “üçüncü dünya”, “azgelişmiş” ya da “geri-bıraktırılmış” -artık siz seçin beğenin, adını siz koyun- ülke diye tapu-kadastroya tabi tutulan topraklardan yükseldiği, ama yirminci yüzyıl sonunda yeşil dolarlarla küreselleşebilmesine rağmen artık bu binlerce yıllık değişimlerinin son halkalarına geldiğini kendisi de pekala bilen “zor”un gücüyle, ve bu toprakların kayıtlarını, zimmetlerine geçirdikleri küçücük parseller uğruna efendileri adına tutmayı “çok şükür” sayanların(!) marifetleriyle tersyüz edilip “Batı Medeniyeti” diye, evin eşeğini boyayıp babasına satmaya teşebbüs eden Kayserili misali, kendi menşeine “kakalanma”ya çalışıldığını öğrenebilmemiz için, ne Sümer çivi yazısını sökmemize, ne de arkeoloji profesörü olunmasına gerek var. Bilgiyi, babanızdan kalıtım yoluyla alamasanız da, gözünüzü, kulağınızı ve tabii ki tüm iyimserliğiniz ve samimiyetinizle beyninizi açtığınızda, o gelip sizi mutlaka buluyor.
Tübingen Üniversitesi’nde, 2000’-lerin başında gerçekleştirilen, “Kamuya Açık, Troya Sempozyumu” işte bunun çok yakın bir örneği. Yüzyıllardır varlığı ve önemi bilinen, ancak hep Homeros’un İlyada’sıyla, “batılı kurnazlığı”nın simgesi tahta atıyla2, ya da çalındıktan sonra çat orada, çat burada ortaya çıkıp duran meşhur Priamos’un hazineleriyle gündemde tutulan Troya’nın, bunların çok ötesinde bir önemi, bir anlamı olduğunu bundan seksen yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar çok iyi biliyorlardı. Bu bilgi, bu “tarih bilinci”, gelecek kuşaklara doğru ulaşsın diye Ankara’da, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, öncelikli olarak kuruldu. Anadolu Medeniyetleri Müzesi, özellikle üzerinde bağımsızlık için mücadele verilen toprağın gerçek efendileri ortaya çıkartılsın, emperyalist işgalin yalnızca askeri, yalnızca siyasi, yalnızca ekonomik işgalden ibaret olmadığı somut bulgularla geleceğe taşınsın diye tasarlandı; “höykürüp, masaları kıran” faşistlere3, müzeleri birer “turistik mekâna” dönüştüren cinfikir kafalara rağmen.
Bilgi, bilinç, bizleri kendi ülkemiz topraklarında bulamıyor ama gelip Almanya’da, Tübingen Üniversitesi’nde ve de Bonn’da yine aynı tarihlerde açılmış olan, “Troia: Düş ve Gerçek” adlı sergiyle buluyor. Homeros, belki de tanrıların gazabını üzerine çeken Troya’nın sonsuza kadar anımsanması kaygısıyla kurguladı İlyada’yı, Odysseia’yı. Belki de, kuşaktan kuşağa anlatılıp kendisine kadar ulaşan eski günlerin “uygar Doğusu”nun açgözlülük uğruna nasıl da vahşice talan edildiğinin öyküsünü, tıpkı zorla baldıran zehiri içirtilerek ortadan kaldırılan “Doğrucu Davut” Sokrates’in öyküsünü “tanrıların gazabını çekmeyecek” şekilde diyaloglarıyla günümüze ulaştırmayı başaran Eflatun gibi, kendi yaşadığı çağın egemenlerine ters düşmeden, “Benden sonrakilere nasıl belgelerim?”, telaşındaydı. Belki de, Homeros gibi pek çok ozan Troya’nın acıklı öyküsünü dillendirdiler ama, “mitolojik kılıfı” Batı’nın “zor”u meşrulaştırma tarzına “cuk oturan” İlyada ve Odysseia ulaşabildi günümüze yalnızca.
Nasıl çekmesin ki tanrıların gazabını Troya? Son yirmibeş yılın ince eleyen arkeolojik bulguları herşeyi söylüyor. Bir kez, “Anadolu karakterli bir kent” olduğu artık neredeyse kesinleşti. Yani, Uygar Doğu’nun Batı’ya dil çıkartırmışçasına uzanan Çanakkale Yarımadası üzerinde günümüze ulaşan, bir sentezi. İkincisi, “henüz medeniyetini keşfedememiş” Batı, ağaç kovuklarında, mağaralarda, belki ateşi de tanımadan yaşarken, Troya’da ön-kültür birikimlerinin bariz bir şekilde şehirleşmeyi oluşturduğunu, üstelikte komşularıyla yürütmekte olduğu deniz ticaretinin Troya’da, bu zamandan başlayarak bir “Kıyısal Kültür”ü oluşturduğunu artık biliyoruz. Peki bunu bilmek, özellikle bizi neden o denli heyecanlandırmalı? Neden, “yüzümüz yeni bir bilgi almanın mutluluğuyla” aydınlanmalı? Bilmem ne holdingin ya da “şirketler grubu”un bire bin veren kâr payları, şunun memesi bunun kıçı, Türk “döneri”nin ünü Çin’e ulaşan Geschmack’i dururken neden umursayalım Troya Savaşları’nı? Tarih bilinci ne iş ola?
Peki ya, Kayserililer “boyalı eşek-leri”yle övünmeye devam mı edecekler? Köşedeki bakkal beş Euro-Cent daha ucuz diye zehir yemeye devam mı edilecek? Köle nesiller, yeni köle nesiller doğurmaya, yeni köle nesiller kayıtsız şartsız teslim olmaya, teslimiyetin kayıtları ve şartları Batı’da saklı kalmaya, bu kayıt ve şartların kölelerin menşe ülkelerinde işbirlikçi palazlandırmada başarıyla kullanılmasına, fazla palazlanma tehlikesine karşı IMF reçeteleri hazırlanmasına, reçeteleri iplemeyip azıp kuduranlara Afganistan “tepelemesi” ya da Irak “dürümü” ikram edilmesine devam mı edilecek? Sözün kısası, Orhan Veli’nin dili varıp, “yuh ulan size” diyemeyip de nazikçe sorduğu şekliyle, “Pireler, devleri yutacak!”, mı hep?
Hayır! Ama ancak, bilginin değeri, kâr payını “beyin borsası”ndan sildiğinde, kültür birikimlerinin top-modellerin estetik ameliyat sayılarıyla sağlanmadığı gerçeği artık lütfen kabul edildiğinde, köleler kendi emeklerinin ürünlerini bu ürünleri yaratırken harcadıkları emeğe karşılık avuçlarına sıkıştırılan sadakalarla neden hiç bir zaman satınalamayacakları çelişkisi üzerinde kafa yormaya başladıklarında, devler pirelerin midesine oturacak, tanrıların öfkesi Çanakkale Boğazı’nda bir daha alevlenemeyecek şekilde söndürülecek, Troya savaşlarının sonuçları da artık “zor” ve “kaba kuvvet” tarafından belirlenemeyecek.
Troya ve Troyalar, bilginin, bilincin ışığında bundan böyle hep kazanacak.
Edebiyat tarihçilerine, Eski Yunan Dili uzmanlarına duyuru: İlyada’nın orijinal metinleri yeniden irdelenmeyi bekliyor.
Dipnotlar:
1 ÇIĞ, Muazzez İlmiye, “Sumerli Ludingirra: Geçmişe Dönük Bilimkurgu”, Kaynak Yayınları, 3. Basım, Mart 2000, sayfa: 119.
2 Bu atın büyükçe bir taklidinin işgalci batılı-emperyalist güçlere karşı geçit vermeyerek destan yazmış Çanakkale’nin göbeğine diken aymazlığa ne ad vermeli?
3 Enver Gökçe, “Fakülte’nin Önü” şiiri.
İkinci Bölüm
|