Die Gaste, SAYI: 2 / Temmuz-Ağustos 2008

Doğu-Batı-Doğu Tersine Kültür-seferleri :

Troya’nın Bitmeyen Savaşı ve Tarih Bilinci (II)

Celil DENKTAŞ



“…Benden selam söyleyin ev külfetine,
Çıkıp ele karşı ağlamasınlar…”!
Pîr Sultan ABDAL


     
     
    İkinci Mehmet (Fatih), Kostantiniye’yi kuşatmasından önce işbirliği için başvurduğu Papa’dan olumsuz yanıt alınca çok şaşar. Çünkü ona göre Papa, İlion/Troya’dan kaçıp önce Etrüsklerin daha sonra da Roma’nın kurucuları olanların torunudur ve dolayısiyle binlerce yılın, Hektor’un öcünü alacak olan “Anadolulu” bir hükümdarı desteklemesi gerekir. İkinci Mehmet, Romalıların Troya’ya son derecede önem verdiklerini, ünlü Jül (Julius/İlious/İlionlu/Troyalı) Sezar’ın Troya’yı yeniden inşa etme planını, İmparator Ogüstüs’ün bu planı hayata geçirdiğini, İmparator Konstantin’in Bizantion’u başkenti seçmezden önce Troya üzerinde çok durduğunu elbette ki tarihten biliyordu. Troyalı Eneas’ın torunlarının görevi değil miydi Fatih(!)’i desteklemek?
    Ancak İkinci Mehmet’in anlayamadığı, “ışık ve güneş” tanrısı Apollon’un onca üzerine titremesine rağmen kurtarmayı başaramadığı Troya’nın bir daha belini doğrultamamacasına yerlebir edilmesinin ardında baskın bir “sosyal düzen” değişiminin yattığı ve bu üçbin yıl önceki değişimin onbeşinci yüzyıl Avrupası’nda üst-yapı kurumlarını en mükemmel düzeye ulaştırarak yerleştiren İtalya’nın ve tabii ki Papalığın derdinin, geçmişin intikamı peşinden koşmaktan çok feodal Avrupa’nın siyasi birliğini sağlamlaştırmak olduğuydu. Dünyalar çoktan ayrılmıştı. Artık “saflar” vardı ve tercihler bu “saflar”a göre yapılmalıydı.
    Papalığın İkinci Mehmet’e götürdüğü karşı öneri, hem bu gerçekliği içerisinde taşır, hem de Avrupa’nın 15. yüzyılda artık kendi geçmişiyle ne denli köprüleri attığının açık bir kanıtıdır : “Gel hristiyanlığı kabul et, biz de seni Cihan İmparatoru ilan edelim”. Hiç kuşkusuz ki Kilise, artık Ortaçağ karanlığında olduğu gibi “kâfir öcüsü”yle insanların “ensesinde boza pişiremeyeceğini”, artık üstü açık, meşruluğu gözle görülür, elle tutulur bir “emperyal güç”ün yanına sığınarak Haçlı Seferleri’nin bile vaktiyle hayata geçirmekte yetersiz kaldığı feodal zorbalığına kimsenin karşı çıkmaya cesaret edemeyeceği sağlam bir kılıf geçirmek peşindedir. Hele bunun lokomotifi “Korkunç Türkler”in sultanı olursa…
    Bilinç, bilgi olmadan oluşamaz. Bilgi ise “öğrenilir”, kendiliğinden insanın “içine doğmaz”. Öğrenme, tarihin “didik-didik” irdelenmesiyle birikir. İnsanoğlu yaşam tecrübesini kendinden öncekilerin yaşamlarından edindiği “tüyolar”ı üzerinde geliştirir. Her yeni nesil, bir öncekinin yaşamı üzerinde devinir. Efesli Herakleitos üçbin yıl öncesinden adeta “davul çalar” : “..(herşey).. hep akar, hiçbir zaman hiçbir yerde durmaz… !”. Günlük hayatımızda sıkça kullandığımız :”Köprünün altından çok sular aktı..!” deyişimizin “hemşehrimiz” Herakleitos’un nefes alıp verircesine, olanca sadeliği ve basitliğiyle kuruverdiği bu basit “denklem”in bir uzantısı olabileceğini, bu oldukça sade ve anlaşılır deyişin Anadolu topraklarını binlerce yıldır paylaşmış olan insanların ortak bir “hayat felsefesi” olduğu gerçeğini tarihten yeterli “tüyo” alamamış bir beyin, algılayabilir mi ?
    Belki İkinci Mehmet, mutlaka okumuş olduğu Herakleitos’un bu denklemini, dünyada hiçbir zaman hiçbir şekilde kalıcı bir “status quo”nun olamayacağı şeklinde, ta o zaman çözümlemiş ve Papalığın bu karşı önerisini anlamsız bulmuştu. Aslında pek çok tarihçi Fatih Sultan Mehmet’in iki arada bir derede bocaladığını düşünür, oğlu Cem Sultan’a bu nedenle İtalya’da “kucak açıldığını” savunur. Bu bir bakıma, Batı Avrupa’yı hızla sarmaya başlayan Rönesans’ın karşısında teokratik ve üstelikte –Batı ölçülerindeki– feodalizme pek de benzemeyen bir siyasi-ekonomik düzene sıkı sıkıya yapışmış Doğu’nun, kendi yarattığı “makus talihi” içerisinde hapsolup kalacağı önsezisinin şahsına “Cenab-ı Şerif”liği yakıştıran genç Fatih’i, egemenliğini garantiye alacak herhangi bir “ittifak”a gereksinim duymadığını düşünmektir.
    Osmanlı tarihi’nde, “talancı özellikler” göstermediğinden Osman’ın babası olmaktan başka bir özelliğe sahip olmadığı şeklinde “telkin” edilen Ertuğrul Bey sayılmazsa, “Bey”lik, ancak iki kuşak daha sürer, ardından “Han”lık, “Sultan”lık, “Gölgelik” ve fermanlara sığmayacak derecede uzamaya başlayan ünvanlar gelir. Aslında bu “ünvan kompleksi”nin yalnızca Osmanlı’ya özgü olmadığı malum. Ancak bir “sınır beyliği”nden yola çıkarak Selçuklu’nun, Akkoyunlu’nun beceremediği, “toprak mülkiyeti üzerinde örgütlenmiş sömürü düzeninin tıkanan sıcak-menkul gereksinimini “gazi”lik kılıfıyla derdest edilen talan ganimetleri ve ardından da salınan öşürlere bağlayıp” üzerine de kendi kandaşlarını bile gözden çıkartabilen bir “demir yumruk”un ya da daha ürküncü, “Tanrı Gölgesi”nin oturduğu, ve güç yetiremediği Doğu yerine, gözüne kestirdiği Batı’yı Akıncılarıyla yüzyıl gibi çok kısa bir süre içerisinde, İslam adına zapt-ı rapt altına almayı başaran bu “korkunç” gelişmenin, kendinden önce gelenlerin hepsini bastıracak bir “ünvanlar piramiti”ne sahip olmak istemesi normal sayılmalı.
    Zaten, İkinci Mehmet’ten önce de var olan “kardeş katli” geleneği, Osmanlı Sultanları’nı, kardeşleri bir yana “sülalece” halkının tepesine çöreklenmeyi “asalet geleneği” edinmiş Avrupa feodallerinden, krallıklarından, imparatorluklarından, çarlıklarından ayıran bu dünyanın en yalnız derebeyleri olma özelliklerinin yanısıra, kendi şahıslarında toplamış oldukları üstünlüklere körükörüne güvenme saplantılarının başlıca nedeni olmamış mıdır? En güçlü “O” olduğundan hayatta kalmayı haketmiştir; mükafatı da bu üstünlüğünün keyfini sürmektir. Bu keyif devlet idaresinde de sık sık nükseder, nice paşalar, vezirler kellelerini sessiz sedasız teslim etmeyi kabul ederler. Gerçi bu teslimiyet geleneğinin temelleri Doğu’da, Osmanlı’dan önce çoktan atılmıştı; ancak, Osmanlı soyunun kendi kendine vermiş olduğu “meşru-tahribatın” bir başka örneği, “Kanunname-i Âli Osman”ın bir başka benzeri, “siyaseten öldürülmeleri gereken” hanedan üyelerinin kutsal kanlarının yere dökülmemesi için ok krişiyle, “asil” bir şekilde boğulması şeklinde Orta Asya’da, Cengiz Han’ın zamanı dışında tarihte hiçbir zaman görülmedi.
    Theo Sommer, Dresden’de 4-5 Nisan 2002’ de yapılan Almanya Eski Çağ Filologları Birliği kongresinin açılış konuşmasında, “Avrupa, üstü ulusal çeşitlilikle yığılı bir kimliğe ulaşmak için, ortak köklerini hatırlamalıdır” diyor. Bu, Avrupa Birliği’ni gerçekten bir “birlik” yapacak olan sosyal-sentezlerin en gerçekçisi; tıpkı bundan seksen yıl önce, Mustafa Kemal’in genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atarken son derece bilinçli bir şekilde ortaya koyduğu, “Anadolu Uygarlıkları”nın hak ettikleri şekilde irdelenmeleri temeline oturtacakları, genç Cumhuriyet’in siyasi ideolojisini oluşturacak bir “Türkiye”, ya da bir “Anadolu” sosyal-sentezi, ya da “birliği” gibi. Ankara’da ilk yapılan işlerden bir DTCF’nin kurulması, bir Halkevleri örgütlenmesinin teşviki ve daha ilerki yıllarda kırsal kesimin kendi kalkınma altyapılarını olgunlaştırabilmesi ve ekonomik kaderini kendi ellerinde tutabilmesi için kurulmaya başlanan Köy Enstitüleri bunun halkaları değil mi?
    Homeros’un İlyada’sında, Boğazların kilit noktasında bulunan ve tüm Anadolu hinterlandına hakim olan Troya’nın, Akhaların (Yunanlıların) başını çektiği işgalci kavimlerin saldırısına karşı bir “birleşik Anadolu ordusu” tarafından savunulduğu açıkça görülür. Tıpkı ünlü Kadeş Savaşı’nda, II. Ramses’e karşı çıkan Hitit ordusunun aslında içerisinde Troya’dan gelen destek kuvvetlerinin de olduğu bir “birleşik Anadolu ordusu” olduğu gibi. Tıpkı, önceleri Osmanlı egemenliğini kendi özerklikleri karşılığında tanımış olan fakat Osmanlı zorbalığının alıp başını gitmesi karşılığında Doğu’dan gelen Timur’un yanında yer almakta tereddüt etmeyen Türkmenler, Yörükler gibi.
    İlyada Destanı’nda, İsparta kralı Agamemnon’un kardeşi Lakedaimon kralı Menelaos’un güzelliği dillere destan karısı Helene’i kaçırıp babası Troya kralı efsanevi Priamos’un yanına sığınan “tanrı yüzlü” Aleksandros, diğer adıyla Paris, tanrıça Aphrodite’in açık koruması altındadır. Bu, İlyada’daki savaşın gerçek nedenleri üzerinde adeta bir ipucu verir. Şöyle ki, antik-popüler mitolojilerin sık sık başvurdukları, “tanrıların oyunu”, “tanrıların eğlencesi”, “tanrıların takdiri” kılıfları, olup bitenlerin üzerine bir meşruiyet, daha doğrusu günün egemen ideolojisinin hazmedebileceği bir “cici” onaylatma yöntemidir. Homeros, böylelikle Troya’nın “kaderini bağlar”. Ama aynı zamanda da destanının bugüne ulaşmasını bir bakıma garanti eder. Bağlar, ve bunu yaparken de Olimpos’taki tanrılar meclisine her gelişinde Zeus (babası) ve Leto (annesi) hariç oradaki tüm tanrıların yüreğini hoplatan ve onları saygıyla ayağa kaldıran Apollon ile güzelliğin, sevginin sembolü Aphrodite’yi de İyon ülkesinin, İlion/Troya’nın koruyucusu ilan etmesiyle adeta destanının satır aralarından bize kendi “oto-sansürü”nün ipuçlarını fısıldar. Tabii ki, Homeros ne denli İyon olsa da, ünlü Atinalı “kanun-koyucu”, aslında tüccar ve okuma yazmayı Anadolu’da öğrenmiş olan Solon gibi, İyon lehçesiyle konuşup yazsa da, sonuçta yaşamakta olduğu İ.Ö. 9. yüzyılda, Ege’de egemenliğini kabul ettirmiş olan “colonial” Yunan sisteminin bir vatandaşıdır.
    Kadirşinas Anadolu insanının “Osman” lâkabıyla ödüllendirdiği, “Anadolu Birliği”nin Almanya’dan takviyesi Prof.Dr. Manfred Korfmann, “Çok yakın dönemlere kadar, Troya’nın kültürel ve diğer alanlarda Anadolu’nun bir parçası olarak Anadolu’ya yönelmiş olduğunun genel anlamda kabul görmemesi ya da hiçbir şekilde vurgulanmamış olması, çok garip bir durumdur. Tarafsız bir bakış açısıyla bakıldığında ise aslında her şey bunun tam tersine işaret etmektedir”, diyor. Tabii ki burada, “Osman Bey”in kastettiği yalnızca Batı Avrupa’da 1980’lere kadarki yapılan Troya araştırmaları ya da Antik Yunan üzerine yapılan argümanlar. Yoksa, “Osman Bey”in 1930’larda Ankara, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi çatısı altında başlatılmış olan Anadolu Uygarlıkları Tarihi çalışmalarından ya da, Halikarnas Balıkçısı’nın neredeyse ömrünü vakfetmiş olduğu ve Avrupa’nın pek çok hatırı sayılır yayın organında yer almış olan, “Batı’nın o pek üzerine titrediği Ege Uygarlığı’nın temelleri aslında Anadolu’dan nakildir”, tezlerinden habersiz olması herhalde mümkün değil.
    Manfred Korfmann’ın bu ifadesi, adeta İkinci Mehmet’in Papa’nın olumsuzluğu karşısında şaşırmasını 550 yıl sonraya taşıyor. Troya Savaşları’nın, ve belki de Homeros gibi bir ozanın “diline düşmeme şansızlığı”na uğrayan benzeri pek çok çatışmanın günümüze kadar gelememesinin temelinde, “yolların daha o tarihlerde keskin bir biçimde ayrılması” yatıyor. Bu, –en az– üçbin yıldır tarihe egemen olan, çok somut ve çok “yalın” bir “taraflılık”tır. Homeros ve ardından da İ.Ö. 5 yüzyılda Platon’un ağzından birşeyler “gevelemeye” çalışan Sokrates bunun tartışma götürmez tanık ve kanıtlarıdırlar. Platon’un, “Euthydemos”unda konuşturduğu Sokrates biraz da “çizmeyi aşmıştır” : “…Hiçbir İyonyalı bir Zeus Patroos’u (Zeus Baba’yı.CD.) tanımaz. Bizim Patroos’umuz Apollon’dur, çünkü İyon’un babası odur…” Yine de Atinalılar “uygar” davranıp ona baldıran zehiri içirtmişler. Sokrates kazara Fatih Sultan Mehmet’e rastlamış olsaydı kazığa oturtulması kesindi; belki de Hallac-ı Mansur gibi çarmıha gerilip, henüz canlıyken çarmıhta derisi yüzülürdü.
    Homeros ise, Sokrates’ten yaklaşık üçyüzelli yıl önce yaşamış olmasına karşın, işgalin ve talanın ne olduğunu çok iyi bildiğinden, hatta büyük bir ihtimalle kendisine “ikinci elden” gelen bilgilerle dehşete düşerek Troya’da olup bitenleri gözünün önünde canlandırabildiğiden, destanlarını son derece titizlikle kurguladı ve hikayesini mama bekleyen bebeklerini gümüş kaşıkla besleyen bir anne itinasıyla Anadolu kıyıları ve Ege Adaları’ndaki koloni asilzadelerine yedirdi. Öyle ki, 5. yüzyılın ünlü Atina tiranı Psistratos zamanında İlyada, artık bir “kutsal kitap”tı ve Yunan felsefesini, sanatını, eğitimini bu destanlar zincirinin verdiği dersler belirliyordu. İlyada’nın etki gücüne, Homeros’un saygınlığına o güne kadar hiçbir yapıt, hiçbir bilge ulaşamamıştı. Homeros’un büstleri, heykelleri Ege’nin dört bir yanına, hatta uzak Yunan kolonilerine kadar yayıldı. Anadolu’dan, İyonya’dan kopup gelen bu fırtına, o günlerde ideolojik yapılanmanın temel direği olmaya çalışan, fakat iknadan çok korkutarak ve olanca vahşiliğiyle “insan kurban etme törenleri” düzenleyip Yunanistan’ı kasıp kavurmakta olan “Ofizm”i bir daha ayakları üzerinde duramamacasına sildi süpürdü. Ya da, “akıllı ve adil” Psistratos, Ege’nin kıyılarına ve adalarına dağılmış olan bir siyasi yapılanmanın, bir devlet otoritesinin, içerisinde en basitinden en asiline, her vatandaşın itirazsız benimsediği unsurları taşıdığını ve hatta kolonileşen İyonya’nın da ağzına Apollon’u ve Aphrodite’siyle bir parmak bal çaldığını düşündüğü, kurgusu ve söylemi böylesine mükemmel bir “anayasa/din” varken, gücünü terör ve “abuk-sabuk” törenlerden alan Ofizm’i kullanarak kontrol altına alamayacağını görebildi. Böylelikle aynı zamanda da, daha önceki “kurban gelenekleri”nde, tehlikede olmadığı hiçbir şekilde garanti edilemeyen “kralın kellesi”ni de, yani kendi yaşamını da büyük bir riskten kurtarmış oluyordu.
    Ancak içerisindeki hiç bir satırda, hiç bir kavmin “aşağılanmadığı”, başlangıcında Yunan kahramanı Achilleus’un destanı gibi başlayıp, son üç bölüme zor sığan Anadolu kahramanı Hektor’un cenaze töreniyle, daha doğrusu “Hektor’un Destanı” gibi kapanan İlyada’nın kadersizliği, yazıldığı İyon lehçesinin gerçek sahiplerinin yurdunda binlerce yıl paylaşılan ve insanoğlunun o güne değin ulaşabildiği ama o günden sonra da bir daha yüzünü bile göremediği birbirlerini “gırtlaklamadan” kardeşçe ve birarada yaşama becerisi zorbalıkla ellerinden alınmış olan Anadolu’da yaşayan, Anadolu’dan gelip geçen onlarca kavmin barış şenliklerinde coşkuyla okunan ve zevkle dinlenen bir destanı olarak kalamamasıdır.
    Yine de, Sokrates’in kendini tutamayıp Homeros’u adeta aklarcasına söyleyivermiş olduğu, “Zeus da kim ? Bizim Apollonumuz var..” isyanı, aynı topraklarda daha sonra “Sinoplu” Diyojen’in ağzında, işgalci İskender’e karşı o meşhur, “Gölge etme!…” fırçasıyla, ya da Timurlenk’i “adam yerine bile koymadığını” yüzüne karşı söyleyiveren Nasreddin Hoca’yla, zaferle sonuçlanan Dumlupınar ve Sakarya savaşlarının ardından Mustafa Kemal’in ağzından dökülüveren, “Hektor’un öcü alındı” sözcükleriyle, tıpkı İlyada’nın kapanışındaki gibi, Troya Savaşları’nın henüz daha bitmediğini, insanoğlunun Troya’nın direnişini destanlaştıran yaşam tercihlerini yeniden hayata geçirip bir kez daha yıkılmamacasına yerleştirene kadar da devam edeceğini göstermiyorlar mı?


Birinci Bölüm