İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 25 / Ocak-Şubat 2013

Demografik Değişimden
Toplumsal Sorunların Demografikleştirilmesine
[Vom demografischen Wandel zur Demografisierung gesellschaftlicher Probleme]


Prof. Dr. Michael KLUNDT
(Magdeburg Stendal Yüksekokulu)






    Demografi söylemleri genelde toplumsal eşitsizlikle ilgili, doğrudan ya da dolaylı çatışkılarla karakterize olmaktadır. Son yıllarda gelir eşitsizliği, toplumsal ayrışma süreçleri ve yoksulluk kariyerleri arttığı ve (olmayan) para gerçekten varoluşsal bir önem taşımaya başladığı oranda, hükümet mevkileri, ama aynı zamanda bazı biliminsanları ve medya kuruluşları, geleneksel dağılıma ilişkin konuların demografik sorunlar ve kuşaklararası adalet lehine önemini yitirdiğini daha sık irdelemeye başladı. Eski toplumsal sorunsalın çoktan aşılmış ve yerini yeni demografik ve kuşaklararası çatışma sınırlarına bırakmış olduğu daha sık iddia edilmeye başlandı. Yaşlılık güvencesiyle ilgili ve ayrıca artan devlet borçlanması ve de sosyal ve vergi ödemelerindeki gelişmelere ilişkin kamuoyu tartışmalarında, “kuşaklararası çatışmayı” önlemek için yaşlı ve gençler arasında daha iyi bir dağılım yapılmasının zorunlu olup olmadığı sorusu yöneltiliyor. Demografik değişim ve “kuşaklararası adalet”, şu an Federal Cumhuriyet’te kullanılmasına çok çaba gösterilen sosyo-politik slogan ve meşrulaştırmaya yarayan kavramlardır.
    Bu yazıda toplumsal konuların ve sorunların demografik ve kuşaklararası çatışma sınırları olarak yorumlanmasının neyi ortaya çıkaracağı incelenecek. Çünkü görünüşe göre demografi ve demografik değişimle, son on yıllık süreçte her tür siyasal önlem meşrulaştırılabilmektedir. Bir taraftan Almanların yok olma korkusu körükleniyor, diğer taraftan göçmenler bir tehlike ve aynı zamanda yaşlılık güvencesi sorununun çözümünde yararlı olarak görülüyor. Göçmenler ve çocukları bu tartışmalarda genellikle bir araç görevi üstleniyor. Bir (göçmen) insanın değerini salt kullanılabilirlik derecesiyle ölçen kâr-zarar düşünüşü kendini kabul ettirdi. Bu nedenle, gerek göçmen karşıtı, gerekse göçmen dostu gerekçelendirmeler, bir sorunsal olarak konu edilmelidir.
    Genç insanların siyasi söylemde bir araç olarak kullanılması, AB Komisyonu’nun “Gençlik İçin AB Stratejisi–Yatırımlar ve Güçlendirme” ile ilgili bildirisiyle açıklanabilir. Bu bildiride, “şu anki ekonomik kriz koşullarında (...) genç insan sermayesinin korunması ve bakımı” gerekliliği saptanmaktadır. Genç insanlar “herşeyin üstünde duran toplumsal hedeflere ulaşabilmek amacıyla toplum için bir kaynak (oluşturuyor).” Böylece genç insanlar araç olarak kullanılması ön planda duran bir nesneye indirgeniyor (“İnsan sermayesi”). Bu nedenle “AB’nde hüküm süren neoliberal hegemonya”ya yöneltilen eleştirilerin neyi amaçladığı açıklık kazanıyor: İnsanın değerini, yalnızca bir araç olarak tüketilebilirliğiyle ölçen topyekün bir pazar yönelimi.
    Yoksullar (yoksul çocuk ve aileler) hakkında konuşmak da toplumsal-politik demografikleştirme sorunsalının bir parçasını oluşturuyor. Bu özellikle yoksulluğa (çocuk yoksulluğuna) bakışın, çoğu kez bilmemezlik ve kadercilikle biçimlenmiş olması noktasında geçerlidir. Ancak çocuk ve ailelere “kendileri suçlu” ve “asosyal” etiketlerini tahsis eden ve yoksulluk yerine yoksullarla mücadeleyi öne çıkaran söylemler, en endişe verici gelişmeyi gösteren söylemlerdir. Eski Deutsche Bank yönetim kurulu üyesi ve eski SPD Berlin Ekonomi Senatörü Thilo Sarrazin ve SPD Berlin Neukölln Belediye Başkanı Heinz Buschkowsky, “asosyal” alt tabakanın “içkicilerine” ve “türbanlı kız” üretenlere sözlü saldırıda bulunduğunda bu söylemler gerçekleşiyor.
    Thilo Sarrazin (SPD) şunu düşünüyor: “Türkler Almanya’yı, Kosovalıların Kosovayı fethettiği gibi ele geçiriyor: Yüksek doğum oranıyla.” O, Türkiye’den gelen göçü bir fetih tarzı olarak görüyor. Öte yandan Sarrazin açısından entegrasyon, “entegre olanın göstermesi gereken bir çabadır. Hiçbir çaba göstermeyenin hiçbir şeyini kabul etmek zorunda değilim. Devletten geçinen, bu devleti reddeden, çocuklarının eğitimiyle yeterince ilgilenmeyen ve sürekli türbanlı kızlar üzereten hiç kimseyi kabul etmem gerekmiyor. Bu Berlin’de yaşayan Türk nüfusun %70’i ve Arap nüfusun %90’ı için geçerlidir (Lettre International Nr. 86/2009).” Bu arada, Sarrazin rakamları uydurduğunu kendisi kabul etti. O, gururla bu oranlara “yaratılmış rakamlar” diyor ve bir kez daha tezlerinin hangi bilimsel düzeye dayandığını göstermiş oluyor (bkz. Naika Foroutan: Sarrazin’in Tezleri Sınanıyor, 2010: 5)
    Güney Hessen İşadamları Birliği’ne bağlı “okul-ekonomisi” çalışma gruplarının Darmstadt’ta gerçekleştirdikleri bir toplantıda, eski Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi (Thilo Sarrazin), “Eğitim, Demografi, Toplumsal Eğilimler” konulu sunumunu, dinleyicilere kendi kanısınca Almanya’nın neden göçmenler yüzünden dezavantajlı konuma geldiğini açıklamak için fırsat gördü. Sarrazin “biz doğal yollardan ortalama olarak daha da aptallaşıyoruz” dedi ve ülkede sözde artan aptallığı “Türkiye, Orta Doğu ve Afrika’dan” gelen göçmenlerle bağlantılandırdı. Sarrazin’e göre, onlar diğer ülkelerden gelen insanlardan daha az eğitimli ve Almanlardan daha fazla çocuk doğuruyor. Eski SPD Berlin Ekonomi Senatörü, “nüfusun farklı zeka düzeylerine sahip grupları arasında çoğalma oranının da farklı” olduğunu söyledi. Zeka ebeveynlerden çocuklara aktarılıyormuş ve kalıtsal bölüm yaklaşık yüzde 80’lere varıyormuş. “Bazı dinleyiciler dpa haber ajansına göre bir gülümsemeyle karşılık verdi, gözle görülür, rahatsızlık duyulduğunu belirten hiçbir tepki verilmedi.” (10.6.2010 tarihli Spiegel Online) Burada asıl sorunun Sarrazin’in azılı sosyal ırkçılığından çok, kışkırtıcı konuşmalarının, Almanya’da medyanın, biliminsanları, politika ve ekonominin elitleri arasında birçok gizli ya da açık destekçisi olması sorunu olduğu anlaşılıyor.
    Şimdi Bremenli sosyal-pedagoji profesörü Gunnar Heinsohn gibi biliminsanları, yoksulluğun, çocukları finansal yatırım olarak gören yoksul insanların salt kendi çoğalma tarzlarından kaynaklandığını ortaya koymak için çalışıyor: “Hükümet, çocuk sahibi olma hakkını kamu tarafından sınırsız ölçüde finanse edilebilir çocuk edinme hakkı olarak yorumlamaya devam ettiği sürece, alt katmana ait kadınlar gebeliklerini bir sermaya olarak görecekler” (16.3.2010 tarihli FAZ). Heinsohn, eğitime uzak katmanlara ait çocuklar doğdukları andan itibaren ilkece “az üreten”ler grubuna dahil oldukları için, doğal olarak, kadın ise “çoğalarak gelir sağlayan” biri, erkek ise, özellikle de göç kökenli erkek ise, olsa olsa kriminel biri olarak düşünülebileceklerinden, onların neredeyse yaşama hakkını dahi reddedecek. “Doğmamış kişi birilerinin kafasına beyzbol sopasıyla vuramaz, ama kimse tarafından aşağılanamaz ve hakarete de uğrayamaz” (9.2.2010 tarihli WELT). Halkı kışkırtan bu propagandada, insanların sosyal haklarını da ellerinden almak için, önce ideolojik olarak onurlarını ellerinden almak gerektiği çok iyi görülür. Biyolojikleştirilmiş bu insan anlayışına göre, gerek zeka düzeyi gerekse okulu bitirmeden terketmek, bir çocuğun sosyal kökeni tarafından henüz doğduğu gün belirlenir. Bu nedenle Heinsohn, Almanya’da göçmen çocuklarının yetersiz eğitsel fırsatlarını bölümlenmiş eğitim sisteminin yapısal sorunlarıyla değil, aksine ancak şu şekilde açılayabiliyor: “Göçmen çocuklarımızın ebeveynleri de okulda iyi değildi” (agy.). Aynı biçimde Sarrazin müslüman çocukların Alman okul sistemindeki engellilik ve başarısızlıklarını açıklıyor: “Akraba evlilikleri”. Seçici eğitim yapıları ve on yılladır süren dışlamalar yerine “kalıtsal etmenler”, Türk nüfusun bir bölümünün Alman okul sistemindeki başarısızlıklarının nedeniymiş (Sarrazin, Almanya Kendini Yok Ediyor, 2010: 316).
    Sosyal-ırkçı tutumlar anayasanın (en azından anayasanın 1. ve 20. maddeleri) özü ve içeriğiyle temelden çelişirler. Burada çağdaş akademik (sosyal) ırkçılığın bir biçimi söz konusudur ve onun ırk ideolojisi, alt katmana ait (hemen) her dinden ya da ten renginden insanı bir çeşit değişmez, “az üreten” aşağı ırk olarak görür ve buna karşın (hemen) her dinden ya da ten renginden başarılı insanı bir çeşit doğuştan “başarımın taşıyıcısı” üst ırk olarak kavrar. Bu düşünüş, salt toplum politikasını amaçlayan şu (yanlış) açıklamalarla sosyal-öjenik niteliğini kazanır: “Almanya’da yanlış kişiler çocuk doğuruyor. Bu ülkede yalnızca sosyal açıdan zayıf olanların çocuk doğurması yanlıştır” (bkz. FDP politikacısı Bahr: 24.1. 2005 tarihli Tagesschau.de).
    Bu sosyal ırkçı söylemlerin günlük yaşamın mantıksallığı açısından ve yetişmekte olan (sosyal yönden mağdur) insanlar için doğurduğu sonuçlar küçümsenme- melidir. Çocukların okul bahçesinde “Hartzer” ya da “kurban” şeklinde aşağılanmalarıyla (hakarete uğrama korkusuyla) ilgili haberler bunu gösteriyor. Çünkü dayanışmacı olmayan tutum ve tavırlar, gençlerin düşünce ve eylemlerini doğal olarak etkiliyor. Öte yandan çocuklar için her gün işsiz ebeveynlerinin “tembel ve sosyal hizmetlerden yararlanan asosyal otlakçılar” biçiminde tanımlandığını okumak ya da görmek tabi ki kolay değil. Makro Araştırma Enstitüsü Rheingold tarafından yapılan, 18 ile 24 yaş arası gençlerin katıldığı anketler şu sonuçlara varmıştır: Birçok genç yetişkinin temel düşünüş ve davranış biçimlerini oluşturan şeyler, “panik yoksullaşma korkusu, uyum göstermek için aşırı bir istek ve de yoksullaşan herkesi hiçe saymak”. “Sonuçlar Sarrazin tartışmasını anımsatıyor. Böylece iki sınıflı toplum, yetişmekte olan insanların düşünce dünyasına yerleşmiş oluyor” (12.9. 2010 tarihli FR). 14-17 yaş arası gençlerin yaşam dünyaları ve yaşam anlayışlarını konu alan Sinus Gençlik Araştırması 2012 de bu sonuçları doğruluyor: “Özellikle orta katmana ait gençler aşırı yabancılaşma ve yokullaşma korkuları olduğunu belirtmişlerdir. Onlar ayrıca dezavantajlı konumda olan yaşıtlarını başarım göstermeye yeterince hazır olmamakla suçluyor.” (28.3.2012 tarihli FR)
    Demografinin ve kuşaklararası adaletin genelleştirilmesiyle, nüfus gelişimi ve kuşaklararası ilişkiler içerisinde varolan toplumsal eşitsizlik yapılarının üstü örtülüyor. Öte yandan demografinin sağlamlaştırılması ve kuşaklararası adalet talepleriyle bağlantılı olarak, farklı toplumsal grupların, güçlü toplumsal grupların ve onların sosyo-ekonomik çıkarlarının lehine, birbirine karşı kışkırtıldığını ve kullanıldığını saptamak mümkün. Belirtilen bu açıklama biçimleriyle toplumsal konular ve siyasal sorunlar biyolojik ve etnisiteleştiren (karar özgürlüğünü sınırlandıran) zorunluluklara dönüştürülmektedir. Bu zorunlulukların ideolojik işlevi, genelde kanıtlayıcı gerekçelendirme ve hazırlıklarla sosyal devletin küçültülmesi ve sosyal hizmet sistemlerinin özelleştirilmesidir.