Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • 15. SAYI
  • ÖNCEKİ YAZI
    14. Sayı / Kasım-Aralık 2010



    Die Gaste SAYI: 14 /  Kasım-Aralık  2010

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com



    Söyleşiler V


    Koral OKAN




    Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanat ve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunların siyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ile Ötek, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimler önemli değildir, sadece içerikler anlam taşıyacaktır.
        Biri: (der ki) : Merhaba... İşte yine biraraya geldik. Hoş bir sohbeti oluşturmaya çalışacağız herhalde... Nasılsın?
        Öteki
    : Merhaba... Teşekkür ederim! Ben iyi olmasına iyiyim de, sohbetimizin hoş olup olmayacağını henüz bilemiyorum.
        Biri
    : Oh... neden?
        Öteki
    : Canım biraz sıkkın da ondan. Bir yandan, Almanya’da neler oluyor diye düşünüyorum. Sarrazin’ler falan... Kapitalizmin vahşi yüzünün altından bütün çirkinlikler arada sırada ortaya çıkıyor. Karşısında, buna pek yeterli cevaplar verilmediğini düşünüyorum. Anadolu’dan, Balkanlardan gelen bizler, kültürümüzün tarihi bilicinde olsaydık, böylesi avrupa-merkezli çirkin savları geri çevirmemiz daha kolay olacaktı. Anadolu ve Yunan Yarımadası, yüzyıllarca Avrupa ve Asya’yı bağlayan bir sosyal köprü oluşturmuş, bu köprü üzerinden geçen sosyal hareketler, bazen buralarda kalmış, yüzyılların kültürlerini geliştirmiş, diğerleri yollarına devam etmiş ve bu kültürleri uzak topraklara taşımıştır. Avrupa-merkeziyetçiliğinin unsurları, halen, binlerce yıl önce Ege’nin iki yakasında üretilen felsefelerin, temel doğa bilimlerinin ve diğer değerlerin ürünlerini tüketirken, bizler hala bunların farkında değiliz. Acı değil mi? Ama Sarrazin’lere cevap başka bir sütunda yer alabilir. Biz bu sütunlarda, kültürlerimizin köklerini hatırlatmaya çalışıyoruz. Yalnız, bir şeyi tekrarlamakta geç kalmayayım: Benim konum, bugün bu topraklarda yer alan devletler ve milliyetler değildir... Benim konum, bölgemin tarihi geçmişi ve onun, gölgesini oraya yansıtan, kokusunu sindiren, temelden şekillendiren ve onu sık sık gelenekleştiren “interkültürüdür”. Bu açıdan her zaman, isterse adı bugün “Türk” ya da “Türkiyeli” olsun, isterse “Yunanlı” olsun, geçmişimin bu topraklarında yaşamış kültürlerine “benim kültürüm” olarak sahip çıkıyorum.
        Ama, sütunumuzun yan konularından tekrar ayrılırsak, bugün “hoş olmayan ve sorunlu” başka bir konuda konuşacağız: Antik Yunan’da “kölecilik”.
        Biri
    : Seni çok iyi anlıyorum. Ve de düşüncelerimi doğru okuduğunu sanıyorum. Evet, bu konularda hassaslaşmak gerekiyor... Þimdi hemen köleciliğe geçmek biraz zor olacak ama, bir deneyelim.
        Herhalde ilk soracağın sorunun şöyle olacağını düşünüyorum: Böylesi, çağına göre son derece uygar bir toplulukta kölelik olması gerekiyor muydu? Olası sorunu biraz genişleteyim, çünkü günümüzde en büyük problemi oluşturan bir konudur bu: Yani, felsefenin bu kadar geliştiği, toplumu akılcı ilkelerle düzenlemekte bu kadar iddialı, bilgeliği ile bu kadar övünen bir toplumun düşünürleri köleliğe nasıl razı olmuştur? Köleliğin ortadan kaldırılmasını istemeyişleri o günkü tarihsel-toplumsal şartlarda ve özgüllükleri içinde meşru muydu?
        Fakat Antik Yunan’ı yargılamak sorunu tüm insanlık tarihini yargılamak sorunundan ayrı düşünülemez. Antik çağdan 19. yüzyıla kölelik evrensel bir kurum olarak varlığını sürdürmüştür. Hıristiyanlık ve İslam gibi büyük ahlaki dinler kölelere iyi davranılmasından öte kurumun ortadan kaldırılmasını savunmamışlardır. Köleliğin ötesini düşleyecek bir tahayyül gücü dahi antikiteden sonraki tasarımlarda ve ütopyalarda hemen hiç yoktur. Köleliğin ortadan kaldırılmasına dair modern talepler ise kölelerin insan olarak haklarından ziyade ekonomik kaygılarla temellendirilmiştir. Aslında modern insan hakları kavramı da, metafizik olarak temellendirilse bile, ekonomik rasyonalitenin bir ürünü ve türevidir. Girişim gücünden beklenen yararın gereği olarak insanların eşitliği, özgürlüğü ve nihayet potansiyellerini gerçekleştirecek sosyal olanaklara sahip olma zorunluluğu kabul edilmiştir. Yine de, bugün dahi ekonomik refahı üretenlerin ondan hak ettikleri payı almadıkları, özgür işçinin modern köleden başka bir şey olmadığı ileri sürülebilir; evrensel yurttaşlık kavramına dayanan modern demokrasilerin ise –işyerinde demokrasi dahil– yurttaşların gerçek katılımını sağlamadığı anlamında mutlak demokrasi olmadığı kesindir. İnsanlık tarihi öyle gösteriyor ki, hayvanlar arasındaki çıplak güç ilişkisinden insanlar arasındaki her bireyi moral bir varlık olarak alan gerçekten özgür ve gerçekten eşit ilişkilerin kuruluşuna geçiş, kısaca hayvanlıktan insanlığa geçiş, ekonomik koşullar tarafından koşullanıyor. Bilgeliği değil ortak aklı egemen kılacak bu geçiş ne yazık ki bizi hayvan doğamıza mahkum kılan yoklukların sona ermesine bağlı görünüyor.
        Öteki
    : Köleciliğin Antik Yunan’da sosyo-ekonomik olarak gerekli olduğunu okumuştum. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?
        Biri
    : Antik Yunan toplumu köleci bir toplumdu. Ekonomik refah ve siyasal demokrasi önemli ölçüde kölelerin üzerinde yükseliyordu. Köle alınır satılır bir mülk ve insan ile hayvan arası bir varlık olarak kategorize edilmişti. Atina hukuku kölelerin canı ve haysiyetine çok sınırlı bir koruma getirmişse de bu kölelerin insan olarak haklarının kabulünden dolayı değil, tahammüllerini sağlamak, verimliliklerini garanti altına almak ve nihayet onlara davranıştaki aşırılıkların toplum üzerindeki zararlı etkilerinden korunmak içindi. Antik Yunan düşüncesinde köleliğe dair başlıca tartışma, köleliğin doğal (doğuştan) veya uylaşımsal (içine düşülmüş) bir durum olup olmadığı temelinde gelişti. Bu tartışma Hellen-barbar ayrımının kabulü veya reddi üzerinde yükseldi. Bir diğer yaklaşım ise köleliğin dışsal değil, içsel bir durum olduğuydu. Köle edinmede ve kölelere davranışta adaletsizliği sorgulayanlar oldu. Ancak bildiğimiz kadarıyla bir kurum olarak köleliğin yok edilmesini savunan bir kişi bile ortaya çıkmadı ve kölelik evrensel geçerliliği olan bir kurum olarak alındı.
        Antik Yunan’da karşımıza üç tür özgür olmayan emek biçimi çıkar: Borç-bağımlılığı veya köleliği, devlet serfliği, taşınır mülk köleliği. Borçtan ötürü yitirilen özgürlük durumunda, borçlu borcunu ödeyemediği için ve borcuna karşılık olarak alacaklıya emeğini veya emeğinin ürününü sunmak üzere kendinin veya üçüncü şahısların (mesela çocukları) vücudunu rehin verir.1 Bunun borç-bağımlılığı şeklinde, borçlu uzak ve düşük bir ihtimalle de olsa borcunu ödeyeceği gün tekrar özgür bir insan olmayı ümit eder, borç-köleliği şeklinde ise, borçlu alacaklının sürekli kölesi haline gelir. Serflik durumunda, bilindiği üzere, serf başkasına ait toprakta ve o toprağa bağlı olarak yaşar, belirli hizmet yükümlülükleri ile çalışır. Antik Yunan’daki devlet serfliği biçiminde, serf özel bireylere ait toprağa bağlı olmakla beraber, kısmen devletin veya cemaatin mülkiyetindedir ve dolayısıyla örneğin devletin izni olmaksızın toprak sahibi tarafından satılamaz. Antik ve kimi modern kaynaklarda köle veya toprak kölesi olarak da tanımlanan devlet serfi mülk olmak bakımından köleye yaklaşır, ancak yaşam koşulları onu köleden ayırır. Toprağa bağlı yaşamak sayesinde aile ilişkileri kurma ve sürdürme olasılığı yüksektir, toprak üzerinde belirli bir işi vardır ve toprak sahibinin merhametine daha az bağlı durumdadır. Taşınır mülk köleliğinde ise köle efendisinin kişisel mülküdür, satılabilir ve satın alınabilir, yapacağı iş belirli değildir. Öte yandan, taşınır mülk kölelerinin azat edilme şansı, kararı devlet değil efendisi vereceği için daha yüksektir. Taşınır mülk köleliği (ki ileride, vurgu gerekmedikçe, buna sadece “kölelik“ diyeceğiz) kişinin yabancılaştırılarak ve genellikle haysiyetsizleştirilerek sürekli ve vahşi bir tahakküm altına alınmasıdır. Süreklidir, yani, efendi azat etmeyi tercih edebilse de, tanım gereği kölenin özgür kalmak için yerine getireceği bir anlaşma yoktur ve kölelik ölüme değin sürecektir. Vahşidir, çünkü kölenin bedenine şiddet uygulanabilir, kırbaçlanabilir ve işkence edilebilir. Bir tahakküm ilişkisidir, yani köle söylenen her şeyi yapmak zorundadır. Haysiyetsizleştirilmiştir, köle efendisi tarafından sürekli ve kasıtlı olarak aşağılanır. Yabancılaştırılmıştır, yani köle doğuştan haklara sahip değildir ve içine alındığı topluma ait değildir, sosyal kimliği olmayan bir yabancıdır. Yetişkin yaşta köleleştirilenler giysilerinden, isimlerinden, aile ve etnik bağlarından ve hatta kişiliklerinden arındırılırlar, yeni bir kimlik ve belki bir kaç hak ile yeni bir yaşama başlarlar. “Sosyal ölüm” olarak da tarif edilebilecek böylesi bir deneyim, hayali zor, travmatik bir durumdur.
        Öteki
    : Köle kullanımının başlangıcını kronolojik olarak belirtebilir misin?
        Biri
    : Homeros’un İ.Ö. 8. yüzyılda yazdığı epik şiirlerinde 13. ve 12. yüzyıl Yunan toplumu hakkında bilgi bulunur. Bu şiirlerde kölelerden bahsolunmakta ve şiirlerden 8. yüzyıla değin Antik Yunan’da daha köle kullanımının yaygın olmadığı anlaşılmaktadır. Þiirlerde sadece krallar evlerinde köle sahibidirler; köylüler gerektiğinde kiralık emek kullanırlar. Kölelerin bazılarına sınırlı mülk edinme, evlenme ve aile sahibi olma hakları tanınmıştır. 7. yüzyılda tarım tekniklerinin gelişmesi, pastoral tarımdan bitkisel tarıma geçiş ve yeni ürünlerin ekilmeye başlanması gerçekleşiyordu.
        Öteki
    : Büyüyen bir Antik Yunan ekonomisinde toplumsal farklılaşma da artıyordu değil mi?
        Biri
    : Çok doğal bir durum! Muhtemelen ortakçıların ödeyemediği ürün ve hizmet (para henüz bilinmiyordu) borçlarından ötürü borç-bağımlılığı ve köleliği yaygınlaştı. 6. yüzyıl başlarında Atina’da Solon’un ünlü kanunları (İ.Ö. 594) toplumun daha fazla parçalanmasını önlemek ve köylü-yurttaşı yeniden tesis etmek için, başka önlemlerin yanında, hiçbir Atina yurttaşının borcundan ötürü vücudunu rehin veremeyeceği hükmünü getirdi (yani borç-bağımlılığını ve borç köleliğini kaldırdı). Taşınır mülk köleliğine gelince, Solon’dan önce, Drakon muhtemelen keyfi cinayete karşı kölelere sınırlı bir koruma sağlamıştı. Solon ise kasıtlı aşağılamaya karşı yasaların kapsamına köleleri de olası mağdurlar olarak özellikle belirterek aldı. Kuşkusuz, bir köleye karşı aşağılama sayılacak eylem bir yurttaşa karşı olandan çok daha kaba, iğrenç ve nedensiz olmalıydı. Solon, kölelerin onurunu koruma gayretine rağmen, yurttaşlık kavramını sağlamlaştırma amacıyla sosyal hayatta özgür yurttaşlarla köleler arasına sıkı sınırlar da koydu.
        Öteki
    : Yoksul yurttaşlara eşitlik ve siyasi katılım sağlayan Antik Yunan kent devletinin yükselişi ile köleliğin gelişimi arasında ilişki var gibi görünüyor...
        Biri
    : Kesinlikle! 6. yüzyılda meta üretimi ve emek gücüne ihtiyaç artmıştı. Oysa borçtan dolayı köleliğin kaldırılması dahil Solon’un yurttaşlar arasındaki farklılaşmayı azaltmak yönündeki reformları zengin aristokratların ihtiyaç duyduğu emek kaynağını ortadan kaldırmıştı. Bunun bedelini taşınır mülk köleleri ödedi. Ortakçı ve gündelikçi yoksul yurttaşların yerini önce tarımda ve giderek manüfaktür ve madencilikte hızla köleler aldı.
        Toparlayalım, Antik Yunan’da köleci toplumun doğuşunu üç nedene bağlıyoruz: Toprakta özel mülkiyet, meta üretimi ve pazarların yeterli gelişimi ve nihayet dahili emek kaynaklarının yetersizliği. Bu son şartı da Solon yasaları oluşturmuştu.2
        Pers Savaşları’nda (İ.Ö. 490-479) kazandığı zaferler ile bir imparatorluğa dönüşen ve kolektif ve bireysel refah bakımından ilerleme kaydeden Atina’nın klasik dönemde (İ.Ö. 5. yüzyıl) köleci bir toplum haline geldiği kesin olarak söylenebilir. Yunan anakarasının bu en büyük köle toplumunda köleler toplam nüfusun %15-35 gibi bir kısmını oluşturuyordu. Atina’daki köleler büyük ölçüde Yunanlı değildi ve savaşlar, korsanlık ve Trakya, Anadolu, Suriye gibi yerlerle doğrudan köle ticareti suretiyle tedarik ediliyorlardı. Yunanlıların köleleştirilmesine karşı moral itirazlar vardı ve hatta Atina dışında köle konumuna düşen Atinalılar yakınları veya dostları tarafından geri satın alınıyor ve polis idaresi de bunu özendiriyordu.
        Öteki
    : Atina Polis’inde durum nasıldı?
        Biri
    : Atina Polis’inde köleler değişik alanlarda, değişik amaçlarla kullanılıyor ve farklı yaşam koşulları içinde bulunuyorlardı. Burada temel iktisadi faaliyet alanı tarımdı ve yurttaşların çoğunluğunu kendilerine yetecek kadar toprağa sahip olan küçük köylüler oluşturuyordu. Kent ve kır arasında sosyal ve moral bir farklılık pek gelişmemişti. Esasen bu küçük köylü yapısı ve ilaveten büyük toprak sahiplerinin topraklarının dağınık oluşu yaygın köle kullanımını gerektirecek büyük ölçek ekonomisi uygulanmasını olanaksız kılmıştı. Ayrıca tarım mevsimlikti, dolayısıyla yoğun iş zamanları kadar boş geçen zamanlar da vardı; bu durumda rasyonel bir alternatif yoksul yurttaşların ve metoikosların emek-gücünü kiralamak iken bir diğer alternatif de çokamaçlı, yani tarımdan başka ev işlerinde de kullanılacak köle bulundurmaktı. Kölelere yurttaşlar savaşa gittiklerinde geride bıraktıkları işlerin yürütülebilmesi ve hatta yurttaşların kamusal işlerle uğraşabilmesi ve başka sebeplerle boş zaman yaratılabilmesi için de ihtiyaç vardı. Dahası köle sahibi olmak bir statü ve saygınlık göstergesiydi. Dolayısıyla kural, ortalama bir köylü yurttaşın muhtemelen bir veya birkaç köleye sahip olmasıydı denebilir. Köle emeğinin en acımasız biçimde sömürüldüğü yer Attika’nın güneyindeki Laurion bölgesi gümüş madenleriydi. Özellikle İ.Ö. 480’den itibaren buradaki faaliyet çok genişledi; 4. yüzyılda bu madenlerde on binden fazla kölenin çalıştırıldığı tahmin edilebilir. Burada köleler olasılıkla zincire vurulmuş olarak çalışıyor veya yaşıyorlardı.
        Öteki
    : Kölelerin manüfaktürde de kullanıldığını duymuştum…
        Biri
    : Evet, 5. yüzyıldan itibaren. Yeni bir refah kaynağı olarak manüfaktürün ortaya çıkması, kölelerin yaygın biçimde kullanıldığı yeni bir saha yarattı. Bu kölelerin bir kısmı, kazancından efendisine sabit bir kira veriyor ve Atinalıların deyişiyle “ayrı” yaşıyordu. Yine, özgür yurttaşlar bir başkasının hesabına çalışmayı ve ondan emir almayı onur kırıcı gördüklerinden, köleler ticaret ve bankacılık alanlarında muhasebe, temsilcilik ve yöneticilik gibi nitelikli işlerde çalışabiliyorlardı. Böylesi kölelerin belli bir bağımsızlığı vardı; kendi hesaplarına çalışıyorlar ve azatlıkları için para biriktirmek imkanına sahip oluyorlardı. Doğal olarak yüksek statü sahibiydiler, dövülmez ve küçük görülmezlerdi, çoğu kez giyinişleri özgür yurttaşlarınkinden farklı değildi. Devlet hizmetinde düzenli maaş ile çalışan ve dolayısıyla servet biriktirme olanağına sahip olan köleler de vardı. Bunlar gardiyanlık, güvenlik görevliliği, meclis yazmanlığı, ağırlık ve uzunluk ölçüleri görevliliği ve çeşitli mali görevlerden oluşan önemli resmi işleri yerine getiriyorlardı. Bunun bir nedeni bu tür görevlerde çalışacak özgür yurttaşların bazı kimseleri kayırmaları iken, sivil toplumla ilişkileri zayıf olan ve kayrılmaya gerek duymayan kölelerin bu işlere daha uygun görülmesiydi. Bir diğer nedeni de vatandaşlar arasından –demokrasinin yozlaşmaması için– kısa süreler için seçilen görevlilerin işlerin sürekliliğini ve verimliliğini sağlayacak bilgili ve deneyimli uzman kadrolara ihtiyaç duymasıydı. Bütün bu farklı kullanım alanlarına zaman zaman girişilen kamu binalarının yapımı ve düzenli olarak yerine getirilen fahişelik ve çeşitli eğlence hizmetleri gibi çok daha maddeler eklenebilir. Fakat belki de en yaygın kategoriyi çok-amaçlı kullanım gereğinden ötürü ev işlerinde çalışan köleler oluşturuyordu. Bunlar yün işçiliği, giysi yapımı, fırıncılık gibi üretken işler yanında evin tertip-düzeni, temizliği, efendilere hizmet, erkek çocuklara dadılık3 gibi “üretken olmayan“ işleri de yerine getirebiliyorlardı.
        Öteki
    : Antik Yunan filozoflarının köleciliğe bakışını inceyebilir miyiz?
        Biri
    : Antik Yunan düşünürlerinin kölecilik hakkındaki görüşleri, daha önce diğer konularda da rasladığımız gibi, alt yapının üst yapıyı belirlediğinin en çarpıcı örnekleriyle doludur. Daha önce de gördüğümüz gibi, alt yapıdaki oluşumlar, üst yapıyı belirlemektedir. Doğal kölelik teorisinin ilk önermeleri Platon tarafından geliştirilir ve Aristoteles tarafından olgun haline ulaştırılır.
        Öteki
    : Yani köleciliğin ortaya çıkmasından sonra…
        Biri
    : … bu üretim ilişkilerine uygun teoriler oluşturuluyor. Platon’un ideal devlet tasarımında kişilerin toplumsal hiyerarşideki konumları devleti ve/veya kendilerini yönetme, doğuştan kapasiteleri ile belirlenir. Koruyucular sınıfını oluşturan iki kesimden yöneticiler sadece kendilerini değil, devleti yönetmesini de bilirler; askerler ise en azından kendilerini yönetme kapasitesine sahiptirler. Çalışanlar sınıfı (çiftçiler, zanaatkârlar, işçiler) davranışlarında ruhlarındaki hayvan tabiatına yenik düşerler, kendilerini dahi yönetemezler. Platon’da yönetme kapasitesi zihinsel etkinliğin düzeyine ve niteliğine bağlıdır. Bütün insanların karar vermede payları vardır, ama “kanaat getirme” anlamına gelen “karar verme” kavramı, tanrılar ve pek az kişiye nasip olur. Devleti yönetmeye sadece rasyonel açıklama gücüne (logos) sahip olanlar uygundur, logos sahibi olmayan çokluğun bir kısmı (askerler) yönetime yardımcı olurlar ve geri kalanlar (çalışanlar) yönetilirler. Devlet sanatını bilen logos sahipleri (filozoflar ve tamamen aydınlanmış aristokratlar) tüm nüfus içinde çok küçük bir azınlık oluştururlar. Platon köleliği bir muhakeme yetersizliği durumu olarak düşünür. Farkında olup da akıl yürüterek kanıtlayamamak hali köleye yakışacak bir durumdur. Dolayısıyla Platon için, köle hakikate sahip olamayacağı için yönlendirilmeye açık biri olarak belirir. Fakat logos yoksunluğu ve daha özel olarak da kendini yönetme kapasitesi yetersizliği özgür yurttaşların çokluğu (çalışanlar sınıfı) için de geçerlidir.
        Öteki
    : Burada, Platon’un özgün terminolojisinde bir farksızlık görüyorum...
        Biri
    : Evet, sonuç olarak, Platon insanlar arasında “doğal” ayrımlar yapsa da, köleliği “doğal” temelde tanımlasa da, gerçek köleleri çalışan özgür yurttaşlardan ayıracak doğal bir fark söylememiş olur. Dolayısıyla köleliği doğal temelde meşrulaştıracak yeterli bir teori kurmaz. Anlamlı bir ayrım bulamaz ve/veya buna ihtiyaç duymaz. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde gözlenebileceği gibi, Platon efendi ile köle arasındaki ayrımı çok daha geniş bir çerçevede korumak ve hatta Atina’da geçerli olan ayrımı daha da genişletmek kaygısı güder. Örneğin özgür-köle ayrımının hane içinde soy düzeyinde bozulmamasını ister. Bunun için, özgür bir yurttaşın kölesinin başka özgür yurttaşlarla ilişkisinden doğacak çocuğun efendiye ait olmasını, erkek veya kadın özgür yurttaş ile kölesi arasındaki ilişkiden doğan çocuğun köle anne veya köle babası ile ülkeden çıkarılmasını önerir. Yani öncelikle mülkiyet hakkını korumak ister, ikinci olarak kişinin kendi kölesinden çocuk sahibi olmasını istemez, nihayet doğacak çocuğun biri özgür biri köle bir anne-baba tarafından aynı evde (veya ülkede) büyütülmesini engellemek ister.
        Öteki
    : Platon’da kölelerin hangi ırklara sahip olması gerektiği var mı?
        Biri
    : Platon’un tasarladığı devlette köleler büyük ağırlıkla Yunanlı olmayanlardan oluşacaktı. Çok ileri gitmediyse de, en azından bazı barbar halkları doğadan zihinsel olarak aşağı gördü. Zamanın etnik önyargılarını paylaşan Platon Yunanlıların en başlıca niteliği olarak bilgi sevgisini görürken, Traklar, İskitler ve diğer kuzeyli halkları taşkın ve hırçın ruh haliyle, Fenikelileri ve Mısırlıları para hırsı ile tarif eder. Yine Pers halkının kralları tarafından (siyaseten) köleleştirilerek hem birlik duygusunun hem de düşünme, konuşma, görüş alışverişinin ortadan kaldırıldığını vurgular. Platon aralarında bir uyum ve birlik arzuladığı Yunan devletlerinin birbirleri ile savaşmaktansa barbarlara karşı savaşmalarını, sadece onları yaradılıştan düşman olarak görmelerini, sadece onlarla savaşlarda esirleri köle edinmelerini istiyordu. Yabancı halklara karşı karar ve önyargılarında bunun etkisi olmuş olmalıdır. İstersen, burada bir ara verelim ve gelecek sefer, Platon’un köleci toplum teorilerinin Aristoteles tarafından geliştirilmesini konuşalım. Sağlıcakla kal.
        Öteki
    : Sağlıcakla kal.



        Dipnotlar:


        1
    Friedrich Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 338. “Dahası da var; eğer tarlanın satış bedeli, borcu ödemeye yetmez, ya da bu borç bir güvenceyle sağlama bağlanmamış bulunuyorsa, borçlu alacaklıya borcunu ödemek için, çocuklarını köle olarak yabancılara satmak zorundaydı. Çocukların, babaları tarafından satılışı – babalık hukuku ve tek-eşliliğin ilk meyvesi işte bu oldu! Ve vampir hala kana doymamışsa; borçlunun kendisini köle olarak satabilirdi. İşte, Atina halkı içinde tatlı uygarlık güneşinin doğuşu böyle oldu.”
        2
    Friedrich Engels: a.g.y. s. 343. “Bundan sonraki seksen yıl boyunca, Atina toplumu, yavaş yavaş sonraki yüzyıllar süresince gelişmekte devam ettiği yönü aldı. Toprak mülkiyetinin aşırı yoğunlaşmasına olduğu gibi, Solon’dan önceki toprak tefeciliğinin azgınlığına da bir son verildi: Kölelerin çalışması sayesinde gitgide daha geniş bir ölçüde uygulanan ticaret, esnaflık ve küçük zanaatlar, egemen çalışım kolları durumuna geldiler. Uygarlık ilerliyordu. Başlardaki, kendi hemşerilerinin hoyratça sömürülmesi yerine, özellikle köleler ve Atinalı olmayan müşteriler sömürüldü. Taşınır servet, parasal zenginlik, köle ve gemi sahipliği biçimindeki zenginlik durmadan artıyordu”.
        3
    Eski yunancada “pedagog”, “paidagogos”dan gelir. Anlamı çocukları, onlara eğitim vermekle görevli öğretmene götürmekle yükümlü köle anlamında kullanılmaktaydı. Günümüzde pedagogu en iyi tanımlayacak kelime, çocuk psikolojisi, gelişimi ve eğitimcisidir.