Entegrasyon denince kiminin aklına ilk önce “dili bilmek” gelir. Bazıları içinse enteagrasyon “anayasaya uymak” diye tanımlanır. Diğerleri içinse entegrasyon “kültüre saygı göstermek” demektir. Ya da hepsi birden.
Bütün bu algılamaların ya da çağrışımların entegrasyonla ilgili olduğu kuşkusuz olmasına rağmen, bu gibi algılamalar ve çağrışımlar entegrasyonun ne olduğu ya da ne olması gerektiği hakkında hala bir kavram, bir tanım vermemektedir. Bir ortak tanımın, bir kavramın olmayışı beraberinde on yıldır süren entegrasyon tartışmalarını getirmiştir. Bu onyılın sonunda gelinen nokta ise tekrar başlangıç noktası olmuştur: “Entegrayon” nedir?
Fizikten bir örnek: Bir “metre” nedir diye sorulduğunda akla ilk gelecek olan, metrenin bir ölçü birimi olduğu ve ölçüm için bir alete (örneğin cetvel) gereksinme duyulduğu gibi, çağrışımlardır. Bunların hepsinin metre ile bağlantılı olduğunun doğru olmasına rağmen hala bir metrenin ne olduğunu, yani tanımını vermemekedir. O zaman soru bir daha sorulmaktadır: bir “metre” nedir? Fizikte metrenin tanımı şöyledir: “1 metre, ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı yoldur”.
Günlük yaşantımızda her zaman metreyi kullanmamıza rağmen belki çoğumuz ilk defa bu tanımı duymuşuzdur. Peki bu yadırganacak bir şey mi? Acaba utanmamız gerekir mi? Kesinlikle hayır. Peki bir eğitmen vs. bu tanımı bilmiyorsa! İşte bu utanılacak ve yadırganacak bir durumdur, çünkü o zaman, o kişi tanımı bilmeyip mesleğinin gereğini yerine getirmemiştir (“nasıl eğitimci olmuş” sorusunu bir kenara bırakıyoruz), ya da bu bilgiyi toplumdan gizlemektedir (“neden gizlenmektedir” sorusunu da bir kenara bırakıyoruz).
Burada bir olgunun kavramlaştırılması ile bu olgunun beyinde ilk çağrıştırdığı algılar arasında farklar vardır.
Algı, ilk veri, bir olgunun beyinde ilk yansımasıdır ve duyu (görme, duyma, dokunma vb.) ile iletilir. Genellikle “yüzeyselliği” kapsar ve bu yüzden de yanılsama payı yüksektir. Bir olgunun algısı insandan insana değişir (insanların değişik düzeylerinden dolayı. Bilgi, duygu, vücut yapısı vs.). Yani bir olgunun birden çok alıgısı olabilir. Bundan dolayı da algı genellikle “göreli”dir.
Kavram ise bilimsel içeriği üzerine oturtulmuş algının düzenlenmiş halidir. Bundan dolayı da kavram genellikle “mutlak”tır, “evrensel”dir ve bu yüzden de insandan insana değişik biçimde yorumlanamaz (yoksa hala “algı”da olurduk).
Uzunluk biriminden bir örnek:
Algı (göreceli): Ayak (Fuss/Foot)
Kavram (mutlak): Metre
Mesela bir dükkana giriyorsunuz ve 20 ayak (göreceli uzunluk birimi) kumaş isitiyorsunuz. Satıcı kumaşı ölçüyor ve size veriyor. Eve gitiğinizde ise satıcının sizi kandırdığını düşünüyorsunuz, çünkü daha önce başka bir dükkanda da 20 ayak kumaş almıştınız. Ama iki değişik yerde, aynı uzunlukta (20 ayak) aldığınız kumaşları karşılaştırdığınızda, ikisinin uzunlukları tutmamaktadır. Halbuki, sorun satıcıların sahtekarlıklarından kaynaklanmamaktadır. Sorun satıcıların ayaklarının değişik büyüklüklerinden kaynaklanmaktadır (mesela biri Amerikalı ve 45 numara giymektedir, diyeri ise Asyalı ve 35 numara giymektedir). Böylece her zaman bir belirsizlik, bir aldatılmışlık, bir kaos duygusu var olacaktır. Bu durumda da çatışma kaçınılmazdır.
Halbuki 20 metre (mutlak uzunluk birimi) kumaş istendiğinde ise bütün bu sorunlar ortadan kalkmaktadır, çünkü 20 metre Amerika’da da, Asya’da da aynıdır.
Enerji biriminden bir örnek:
Algı (göreceli): beygir gücü
Kavram (mutlak): Watt
Yukarıda ki örneğin aynısını burada da kullanabiliriz. Mesela 5 beygir gücünde (göreceli enerji birimi) bir dinamo satın aldınız. Su pompalama da gördünüz ki, komşunuzun dinamosu sizinkinden daha güçlü. Halbuki iki dinamo da 5 beygir gücünde. Aynı kumaş örneğinde karşılatığımız, ayak büyüklüğünden kaynaklanan sorun, bu sefer de deyişik beygirlerin gücünden dolayı yine önümüze çıkmaktadır.
Halbuki 5 watt (mutlak enerji birimi) gücünde bir dinamo istendiğinde ise bütün bu sorunlar ortadan kalkmaktadır, çünkü 5 watt bütün dünyada aynıdır.
Yani algılar üzerinden gidildiğinde herşey genellikle “göreceli” olabilirken, kavramlar üzerinden gidildiğinde ise herşey genellikle “mutlak”tır. Birincisi yoruma tabi tutulabilirken, ikincisi yoruma tabi tutulamaz.
Entegrasyondan bir örnek:
Algı (göreceli): dil öğrenmek, anayasaya uymak, kültüre saygı göstermek, vatandaş olmak vs.
Kavram (mutlak): bütünleşmek
İlk önce entegrasyon, bazıları için “vatandaş olmak”tı. Sonra görüldü ki bu yetmemektedir.
Ardından “dil öğrenmek” koşulu eklendi. Bu da entegre olmaya yetmemişti. Diğerleri içinse “anayasa uymak” en önemlisiydi. En yenisi ise “kültüre sagı göstermek”ti.
Bütün entegrasyon tartışmaları algılar üzerinden yürütülüyor, bir türlü bir ortak tanım getirilmiyordu ve halk “entagrasyon” adı altında aklına gelen algıları –yukarıdaki gibi– sayıyordu (bu hala devam ediyor) . Kafalar kırılıyor, insanlar aşağılanıyor, öfke büyüyor ve sonunda herşey aynı noktada bir daha kesişiyor: “entegrasyon nedir?”
Peki muhtaç olunan kavram neden bir türlü tanımlanamıyor. Bir siyasetçi ya da bir bilim adamının “entegrasyon”u tanımlayamaması şaşırtıcı değil mi? – bilakis “entegre olun” dendiği koşullarda. Bu durumda şu soru akla gelmektedir: “entagrasyon” tanımlanamıyor mu yoksa tanımlanmak istenmiyor mu?
Kimyadan bir örnekle devam edelim;
Kimyada Entegrasyon: Hidrojen ve Oksijenin entegrasyonu ve suyun oluşumu.
Hidrojenin özellikleri [H]: Hidreojen, renksiz ve kokusuz, doğada gaz halinde bulunur. En az kütleye sahip olup elektrik akımına karşı dirençliliğiyle tanınır.
Oksijenin özellikleri [O]: Oksijen de, renksiz ve kokusuz, doğada gaz halinde bulunur. Kütlesi kat kat Hidrojeninkinden daha fazladır ve en önemli özelliği yanmayı teşvik edici olmasıdır.
Bu iki madde az çok değişik özelliklere sahip olmalarına rağmen elektronlar bazında daha üst bir seviyeye (gelişime) ulaşmak için birbirleriyle etkileşimde bulunurlar. Bu etkileşimde Hidrojenin 6 elektronu vardır ve amacına ulaşmak için 2 elektrona daha ihtiyaç duyar. Aynı şey Oksijen için de geçerlidir. Oksijenin 1 elektronu olup, 1 elektrona daha gereksinmesi vardır (Tab. 1). Böylece Hidrojen kendine 2 oksijen atomunu (ve onların 2 elektronunu) bağlar. Tersi Oksijen için de geçerli olup, iki elementin elektronları kendilerince (hidrojen ve oksijen) ortaklaşa kullanılıp erişilmek istenen amaca ulaşmış olur (Tab. 2).
H – Hidrojen O – Oksijen
Böylece bu etkileşim (alış-veriş) sayesinde iki madde arasında ayrılmaz bir bağ oluşur ve bütünleşirler. Bu bütünleşmenin sonunda iki madde artık su molekülünü oluşturmuştur (Tab. 3). Artık yepyeni özellikleriyle, yepyeni bir madde söz konusudur. Bileşenler (Hidrojen ve Oksijen) kendi özelliklerini amaçları uğruna kaybetmiştir, ilk özellikleri yok olmuştur. İlk özellikleri yerine artık içinde bütünleştikleri ve oluşturdukları suyun özellikleri söz konusudur.
Bu maddenin (Hidrojenin ve oksijenin) entegrasyonu, bütünleşmesi, suya dönüşmesi ve gelişmesidir. Bütün bu gelişmelerde ise ikinci etmenin (enerjinin) rolü unutulmamalıdır (Tab. 4). Bu enerjinin ise bütünleştirici olabilmesi için bir asgarinin (minimum) varlığı şarttır. Enerjinin kendisi bu asgarinin altına düşerse bileşenlerin (Hidrojen ve Oksijen) bütünleşmesi gerçekleşemez. Bileşenler yan yana kalır. Hatta birbirlerini dıştalayabilirler de (maddelerin özelliklerine bağlı olmak üzere).
Toplumda entegrasyon
Fizik ve kimyadaki örneklerde olduğu gibi toplumda da her oluşumun bir amacı ve bileşenleri vardır. Toplumda bileşenler çoğunluk ve azınlık toplumları olurken, amaç daha üst seviyede bir toplum, insanların gereksinmelerini ve gelişimlerini karşılayacak bir toplum kurmak. O zaman entegrasyon iki tarafın da (entegre eden ve entegre olan) aktif katılımını öngörür. Bu aktif katılım da bileşenlerin (katılımcı toplumların) değişimini içerir. Burada kimin ne kadar değişeceği, kimin kime ne kadar katacağı ulaşılmak istenen amaç tarafından belirlenir. Aynı su molekülünde olduğu gibi (Bu bileşimde Hidrojenin iki atomu ve Oksijenin ise bir atomu vardır. Nicelik bakımından Hidrojen oksijenin iki katıdır). Burada önemli olan oranlar değil, bilakis değişimin mutlaklığı ve somutluğudur. Burada ilk yanılsama da “değişimsizlik” ile başlamaktadır.
Çoğunluk toplumunun yanılsaması: sanki entegrasyon tek taraflı gerçekleşebilecekmiş gibi davranması ve “entegre olun” beyanında bulunmasıdır. Yani çoğunluk toplumu olduğu gibi kalacak ve yalnızca azınlık toplumu değişecek.
Azınlık toplumunun yanılsaması: kendi kültürünü, benliğini ve değerini koruyarak entegre olunabilecekmiş gibi davranmak. Yani olunduğu gibi kalınarak entegre olmak.
Bu iki yanılsamanın özünde “değişimsizlik” yatmaktadır. Yani değişmeden entegre olmak ya da sadece bir tarafın, yani karşı taraftın değişimini beklemek, ki bunun adı da asimilasyondur ve entegrasyonun özüne aykırıdır, çünkü entegrasyon iki tarafın, yani bileşenlerin değişimini ön görür.
İkinci yanılsama ise “enerji”nin, yani birleştirici gücün hesaba katılmamasıdır.
Bütün bu tartışmalararın içinde unutulan ya da göz ardı edilen ve önemli bir etmen olan enerji, yani iş ve emektir. Bu iş ve emek, entegre edici gücü, enerjiyi içinde barındırır (aynı kimyada olduğu gibi enerji bileşenleri bütünleştirir ve enerji olmadan da bu bütünleşme gerçekleşmez).
Bu entegre edici güç olarak iş gün geçtikçe azalmakta, insanların refah düzeyi düşmekte, geleceğe kuşkuyla bakılmaktadır ve bunun paralelinde entegrasyon tartışmaları da artmaktadır.
İşte entegrasyonun ne olduğunun kavramlaştırılması sorununun yanında sorulması gereken ikinci önemli soru ise, bu entegre edici gücün (iş, emek) entegrasyonu gerçekleştirecek kapasiteye, bir asgariye sahip olup olmadığıdır. Olmadığı koşullarda entegrasyon nasıl gerçekleştirilecektir? Ya da bu asgariye nasıl ulaşılır?
Bunları belirleyecek, tanımlayacak olanlar da entegrasyon’u talep edenler olacaktır.
|