Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • SONRAKİ YAZI
  • ÖNCEKİ YAZI
    20. Sayı / Ocak-Şubat 2012



    Die Gaste 20. Sayı / Ocak-Şubat 2012

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com


    Ulusal Entegrasyon ya da
    İçselleyici Kent Toplumu
    [Nationale Integration oder inklusive Stadtgesellschaft]

    Prof. Dr. Wolf-D. BUKOW
    (Köln Üniversitesi)





        Kısa bir süre önce, 27 Aralık 2011’de, Federal Hükümet, ulusal entegrasyon planını somutlaştırmayı ve geliştirmeyi istediğini açıkladı. Bu amaçla, hedefi entegrasyonu “daha bağlayıcı kılmak” ve “entegrasyon politikasının sonuçlarını denetlenebilir hale getirmek” olan bir “Ulusal Entegrasyon Girişimi Planı” hazırlanıyor. Göçü toplumsal bir olgu olarak kabul etme yolunda olan bir toplum için bu mantıklı görünüyor. Ve planda dikkate alınması öngörülen konulara bakıldığında, bir dizi önemli yönleri olduğu fark ediliyor. Bu bağlamda, erken yaşta destek, eğitim, çıraklık eğitimi, niteliğin yükseltilmesi, iş piyasası, sağlık, bakım, oturulan yerde entegrasyon, dil, entegrasyon kursları vb. gibi konulara değiniliyor. Sonuç olarak, göçün 50 yıl boyunca gözardı edilmesinin ardından, sadece gerçekliğe yakın olunacağı değil, tersine artık ödevlerin kademeli olarak yerine getirileceği izlenimi veriliyor. Hükümet açısından şu ana kadar verilen çabaya son bir düzeltme yapmak gündemdedir. Göç geçmişine sahip insanların artık belirgin bir biçimde Almanya’da yerleşik olmaları açıkça ve kesinlikle istenmektedir.
        Hükümetin bu kısa açıklaması, ilkesel olarak Temmuz 2007 tarihli Ulusal Entegrasyon Planı’ndan da bilinen, dört entegrasyon tezini etkili biçimde bir daha vurgulamaktadır. Bu tezler, belli ki, dikkatlerin entegrasyon için önemli olan bir dizi eylem alanlarına yöneltilmesiyle ve buradan itibaren ölçülebilir kılınması istemiyle özel olarak tekrar öne çıkarılmaktadır. Elbette buradaki soru, bu ana kadar bu yöntemle verilen çabalara son bir düzeltme yapılıp yapılamayacağı ya da Almanya gibi bir ülkenin, bu uygulamayla göç ve toplum politikaları açısından nihai olarak kendini bu yönde hareket edip etmeyeceğidir.
        İlkesel olarak, öncelikle topluma ait olmayan yabancıların, kuşaktan kuşağa bu ülkede kalan ve şimdi nüfusun göç geçmişine sahip bir grubu olarak değer verilmek istenen insanların, bugün de katılımlarının sağlanması söz konusudur. Amaç, hala bu insanların göç alan toplumda başarıyla erimesi ve böylelikle görünmez olmasıdır. Bu grubun katılımı, sadece genel ve kesin olarak istenmekle kalmayıp, ayrıca önemli eylem alanları bağlamında kalıcı ve denetlenebilir, bir başka ifadeyle ölçülebilir hale getirilmek istenmektedir. Ama bunun için, bir grubun, (gerçekte bir grup değil, olsa olsa kökene göre tanımlanmış, istatiksel bir değer teşkil eden bir grubun) toplumsal başarımları ölçülmelidir. Ve ölçmek, her zaman karşılaştırmaktır. Katılımın gündemde olduğu böyle bir durumda ölçmek, sadece istatiksel yönden tanımlanmış bir bütünün koşulları ile uzun zamandır yerleşik olan bir nüfusun yaşam koşullarını karşılaştırmak demektir. Öte yandan, burada savunulan istek, ulusal bir istek biçiminde yüceltilmektedir. Yerel eğitim sistemine, oturulan yerlerdeki iş piyasasına, kentsel günlük yaşantıya değil, bir bütün olarak ulusal devlete katılımı sağlamak amaçlanmaktadır. Nitekim yapılan çalışmalar, göç geçmişine sahip insanlara, amaca uygun biçimde sunulmaktadır: Göçmenler, ulusal yapı içerisindeki yerlerini kendileri bulmalılar. Ulusal Entegrasyon Planı’nda belirtildiği gibi, kendi eksiklerini gidermeyi öğrenmekle, içine kapanmaktan vazgeçmekle, iş bulmak için çaba göstermekle, bir diğer ifadeyle, eksiklerini başarıyla kapatmakla yükümlüler.1
        Biraz yakından incelendiğinde, bu tezlerin, büyük ölçüde kapalı bir ulusal devletten söz edildiğinde ve bu ulusal devletin, en azından kısa bir süre için ve belirli bir insan grubuna açılmaya hazır olduğunda ancak bir anlam taşıyacakları hemen görülür. Ve tam da böyle düşünülmektedir. Tanımlamak için belirtilmesi gerekir ki, burada seçilen insan grupları, tercihen birkaç kuşaktan bu yana Almanya’da yaşayan, ayrıca gösterdikleri katılım çabalarını ölçme hakkını devletin kendisine tanıdığı insanlardır. Yani bir yurttaş grubu dendiğinde, atfedilen çağdaşlık eksiklerini ve kültürel yetersizliklerini ne ölçüde kabul ettikleri, istenilen düzeyde kendilerini bu nüfusa tabi kılıp kılmadıkları ve böylece yurttaşların bir parçası haline gelip gelmedikleri kararını devletin verebildiği insanlardan söz edilmektedir. Gerçek anlamda bu dört tez, son derece kısıtlayıcı koşullar altında açılıma hazır olan ve bu sınırlı açılımı da kontrol etmek isteyen kapalı bir ulusal devlet kavrayışını içermektedir.
        Sorun, böyle bir toplum anlayışının yalnızca bir hayal olmakla kalmaması, tersine kültürel ırkçı efsanelerin yolunu açmasıdır. Görgül bir açıdan bakıldığında, sosyo-kültürel yönden artık yüzyıllardır kapalı olmayan bir devletle yüz yüzeyiz – ve bu noktada, özellikle birlikte iyi bir yaşam için ölçütler sunabilen bir devletten de hiç söz edilemez. Biz, tam tersine Almanya’da, geçmişten bu yana kısmen yüksek düzeyde göç alan ve dış göçü yaşayan, birbirinden farklı bölgelere sahibiz. Hareketlilik ve çeşitlilik, toplumsal görünümü her zaman, özellikle de günümüzde etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir. Sürekli değişen bu karmaşa durumunun her zaman için çözümü, geçmişte olduğu gibi bugün de, biçimsel yapısıyla kent toplumu olmuştur. Yukarıda betimlenen entegrasyon politikasına yeniden yansıyan homojen devlet hayali, topluma dizginlenememiş bir ırkçılığı, sonra da faşizmi getiren ve hatta yeni-muhafazakarlık varyasyonuyla bugüne kadar pratikte yüzleşmemizi engelleyen o eski Alman Ulusal Devlet hayalidir.
        Yeni hareketlilik boyutlarının ve yeni iletişim araçlarının kentsel günlük yaşama damgasını vurduğu küreselleşme çağında, bu ulusal hayaller birer kabus etkisi yaratmaktadır. Thilo Sarrazin tartışması bunun iyi bir kanıtıdır. Bu tür hayaller bir yandan yersiz ve çağdışı olma etkisinde bulunurken, öte yandan kamuoyunu ve politikayı felce uğratmakta ve onların pratik durumlara mantıklı ve sağduyulu yaklaşmasını engellemektedir, ki kent toplumları hareketliliğin ve çeşitliliğin fırsatlarının neler olduğunu ve hızlı toplumsal dönüşümün ne tür riskler barındırdığını, ulusal efsanelere direnememenin ne anlama geldiğini, her gün yeniden gözler önüne sermektedir. Buna rağmen bu hayallere -gerçekleşmeyeceği bilindiği halde yeniden- bağlılığı ilan etmekle ve hatta adına ikinci, üçüncü ve dördüncü kuşak denilen kuşakların katılımı hangi oranda başardığını saptamak üzere, temel toplumsal eylem alanlarını denetlemeye tabi tutmakla, günlük yaşantıya tümden ulusal bir görünüm kazandırılmış olur. Ve bunun yanı sıra bir de ölçüme başlandığında, günlük yaşamın her uygulaması ulusal bir atmosfere bürünür. Çoğunluk ve azınlık bu şekilde yaratılır. Birilerine Alman, diğerlerine de yabancı olarak şekil verilmesi böyle işler. Ve bir kere farklı etnik gruplar oluşturuldu mu, kolektif marjinalleşmelerini, kendilerini içe dönük ve diğerlerine karşı sınırlandırmalarını ve nihayet toplumsal konum sıralamasındaki yerleri için birbirleriyle çekişmeye başlamalarını beklemek yetecektir.
        Kent toplumları, aile yapısına benzeyen toplum modellerinin kentsel birlikte yaşam için işe yaramadıklarını çok erken anlamışlardır. Onlar birlikte yaşamın farklı türlerini çoktan geliştirmişlerdir, nitekim bunlar, hareketliliğe ve çeşitliliğe dayanıklı biçimsel sistemlerdir. Az ya da çok iyi işleyen, birbiri içine geçmiş ve koşullara bağlı olarak toplumun kullanmaya çalıştığı çok sayıda tekil sistemler. Bu tür toplumlarda, ailelerde ya da arkadaş çevrelerinde gerçekleşen türden bir entegrasyon değil, tersine “üyelikler” ya da toplumbilimsel bir ifadeyle, içselleme (Inklusion) ve içsellemeye sivil toplumun eşlik etmesi söz konusudur. Tüm bu toplumların karşı karşıya kaldıkları görev, bir ailede, birahane müdavimlerinde ya da inanç topluluklarında olduğu gibi duygusal bir ahenk yaratmak ve hatta buna zorlamak değil, tersine toplumun tümünün, eğitim, iş, altyapı vb. gibi önemli kısım sistemlere katılımını garanti altına almaktır. Entegrasyon tasarıları kişiyi göz önünde bulundurur ve onun bağımlı olmasını, uymasını ve katılmasını, inançlarını gerektiğinde yeniden tanımlamasını, bir diğer ifadeyle topluluk içerisinde erimesini (“Asimilasyon”) ister. İçselleme ise, kent toplumunun, “çoğunluğa nicel çokluk olarak”, nüfus olarak varolabilmek için (“uyumlanma”) yeterli olanakları sunduğu ve bu bağlamda kişi karşısında kendini gerekçelendirdiği, hizmet veren bir tür şirket olmayı ifade eder (“Sivil Toplum”). İçselleme kişinin topluma uyumu değildir, tersine toplumun kişiye uymasıdır, yani toplumsal sistemlerin “hedefe” olabildiğince iyi yöneltilmesidir. Toplumsal alt sistemler, bu bağlamda, yaşayan sistemlerin becerilerinden öğrenmelidir ya da nüfusun artan oranda değişkenlik göstermesi karşısında uyum sağlamak için sürekli öğrenmelidir. İnsanların artan çeşitliliği ve hareketliliği karşısında bunun yoğun bir sorun teşkil ettiği açıktır. İnsanlar risk unsuru değildir, esneklikten ve insanlardan uzak ya da anti-demokratik olmaları durumunda sistemlerin kendileri bir risk oluştururlar. Göç, bu sorunu görünür kılan “kilometre taşlarından” yalnızca bir tanesidir.
        Kent toplumlarının birlikte yaşamın sistemsel içselleme tarzında dönüştürülmesi yolunu izlemeleri, elbette farklı çözümler bulunamamasına dayanan bir zorunluktan kaynaklanmamaktadır. Onlar bu yolu bilinçli olarak, hedefi seçerek gerçekleştirmiş ve kent tarihlerinden bildiğimiz üzere, bunu hatta deneyerek yapmışlardır. Hareketliliğin ve çeşitliliğin kentleri açık tuttuğu, canlı ve cazip kıldığı çok çabuk görülmüştür. Hareketlilik ve çeşitlilik toplumsal egemenlik yapılarını açık tutmakta ve beceri ve yeterliklerin değişebilirliğini güçlendirmektedir. Bunlar iletişimin, bilginin ve eğitimin önemsenmesi için duyarlılık sağlamaktadır. İçselleyici kent toplumları birer uğraştır, ama ilgilenmeye değer birer uğraş. Bu amaçla, göçmenlere elbette saygı göstermekle yetinilmemeli, tersine onlar kente gelir gelmez, uzlaşmayı hemen sağlayabilmeleri için etkin destek verilmelidir. Böylelikle göçmenler birer öncüye dönüşür ve Doug Saunders’in göçe yaklaşım ile ilgili olarak kısa bir süre önce gerçekleştirdiği karşılaştırmalı incelemesinde saptadığı gibi, hem ekonomik hem de kültürel gelişimi hızlandırabilirler.2
        Nitekim göçün toplumu hareketlendirmesi olgusu, şüphesiz Almanya gibi bir ulusal devletin hareketlilik ve çeşitlilik karşısında zorlanmasının nedenidir. Göçmenler eskimiş yapıları ve bunlara bağlı ayrıcalıkları ve egemenliğin paylaşımını sorgu- ladıkları için, onlar bu hareketliliğin sonuçlarından korkuyorlar. Öyle ki, ulusal devletlerin egemenliği, toplumların küreselleşmesi ve ulusöteleşmesi nedeniyle yoğun bir erozyona uğramıştır. Bu nedenle, Almanya’nın, hiçbir ülkede görülmediği oran-da Avrupa’nın içine kapanmasını savunması ve AB’nin Türkiye’yi içine katarak genişletilmesini sürekli geciktirmesi şaşırtıcı değildir. İçine kapanmanın engellenemediği yerde, en azından dozun ayarlanması istenmektedir. Türkiye’den göçün 50. yılı karşısında sergilenen yaklaşım bunun nasıl yapıldığını hemen gösterir. Ulusal birliğin toplumsal efsanelerini tehlikeye atmamak için AB içindeki hareketlilik akımları ve eski Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinden göç önemsizleştirilirken, Türkiye ile ilgili neredeyse her aile birleşimi, potansiyel kriminal eyleme (“zorla evlilik”) dönüştürülmektedir. Ve göçün skandallaştırılması etkisini gösteriyor. Değer verilen göçler toplu- mu güçlendirirken, skandallaştırılan göçler bunun tersi bir etkide bulunuyor. Bu, dışlamayı ve marjinalleştirmeyi, şiddeti ve sefaleti arttırıyor. İçselleyici kent toplumu her zaman farklı olmuştur. Kent toplumu açısından her hangi bir toplumsal gruba önsel olarak bir şeyleri atfetmek ve hatta ayrımcılık yapmak, etnisiteleştirmek ya da kriminalleştirmek söz konusu değildir. Tam tersine insanların yerleşmesini, yeterliklerini, arzularını ve umutlarını ciddiye almak, önemli tüm kısım sistemlerde içsellenmelerine destek sunmak ve iletişimsel bir biçimde onlara eşlik etmek gündemdedir.
       
        Çeviri:Die Gaste
       
       
        Dipnotlar:
        1 “Almanya dünyaya açık bir ülkedir. Burada göç kökenli 15 milyon insan yaşamaktadır. Çoğunluğu toplum içerisinde çoktan bir yer edinmiştir. Buna rağmen ne yazık ki çok sayıda insanın hala ciddi boyutlarda entegrasyon eksikleri olduğunu biliyoruz. Nitekim Almanca dil yetersizliği, eğitim ve çıraklık eğitimi eksikleri buna dahildir. Bunlar, yüksek oranda işsizlikte ve hatta toplumsal içe kapanıklıkta ifadesini bulan yetersizliklerdir.” Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Temmuz 2007 tarihli Ulusal Entegrasyon Planı için giriş yazısı.
        2 Saunders, Doug: Arrival City: Milyonlarca insan tüm sınırları aşarak kırsal alanlardan kentlere geliyor. Geleceğimiz onlara bağlı. Reinbek 2011.