“Bir, iki, üçler, yaşasın Türkler.
Dört, beş, altı, Polonya battı.
Yedi, sekiz, dokuz, Alman domuz
On, on bir, on iki, İtalya tilki.
On üç, on dört, on beş, Ruslar kalleş.
On altı, on yedi, on sekiz, arslan Portekiz...”1
Öyle sanıyorum ki, bu tekerlemeyi çoğunuz anımsadınız. Çok emin değilim, acaba arada bir kaç dize daha var mıydı? Tekerlemenin melodisini mırıldanarak tekrarladım defalarca. Ama aklıma gerisi gelmedi. Belki de bu kadardı. Eğer bu kadarsa, iyi ki bu kadarmış... Daha ABC’yi bile öğrenmeden sokaklarda, okul bahçesinde elele tutuşup sekerek söylerdik bu tekerlemeyi. Müzik öğretmenimiz Galip Bey’in akordiyonu eşlik ederdi çoğu kere bize...
O günlerde insanların nereden gelip nereye gittikleri, kim ve nereli oldukları, neye inandıkları bizi hiç ilgilendirmezdi. Bizim için önemli olan, bahçelerinde oynamamıza izin vermeleri, balkonlarına topumuz kaçtığında onu patlatıp patlatmadıkları, biz çocuklara nasıl davrandıklarıydı. Teyzemin en yakın arkadaşı Hayganoş Teyzemin Ermeni olduğunu, onu kaybettiğimizde, kapısından hayatımda ilk kez girdiğim kiliseden uğurlarken farkettim. Karşı komşumuz “Onnik Amca”nın Rum olduğunun ayırdına ise, ata toprağı İstanbul’u terkederek Yunanistan’a gitmek zorunda kaldıklarında2, vedalaşmak üzere ailece babaanneme geldikleri akşam vardım. Hepimiz çok ağlamıştık.
***
Yazının girişine aldığım bu masum çocuk oyununun melodisi de sözleri de bu günlerde nedense kafamda dönüp duruyor. Belki de Avrupa Kupası nedeniyle... İnsanın çocukluğunda beynine kazınanlar, edinilen değer yargıları kolayca sökülüp atılamıyor. En ufak bir çağrışım o izleri uzun yıllar saklandıkları inlerinden çıkarıyor ve serbest bırakıyor. Bakın çocukluğumun tekerlemeleri nereler-de dolaşıyor: “Arslan Portekiz” Çeklere yenildi. “Domuz Almanlar” Polonya’yı batırdı. “Kalleş Ruslar” Hollanda’yı yendi. “Tilki İtalya” ne yaptı hatırlamıyorum. Ama şu anda, bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde sokaklarda “yaşasın Türkler” var.3
***
Yanlış anımsamıyorsam, 90’lı yılların başında Almanya’da ilginç bir tartışma yaşamıştık. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, DDR’in tarihe karıştığı o günlerde Alman Dazlakları saldırılarını artırmış, yabancı düşmanlığı yükselmişti. Batı’da Türklere, Doğu’da ise orada yaşayan yabancılara saldırılıyordu. Birden gündeme getürkt4 sözcüğü düştü. Bazı Alman aydınları tarafından, Türklere karşı önyargı oluşturan bu sözcüğün ve benzerlerinin sözlüklerden çıkarılması gerektiği; ayrımcılık yaratan ve o yıllarda farklı boyutlarıyla tartışılmaya başlanan “çokkültürlü” toplum yapısına ters düştüğü savunulmuş ve uzunca süren bir kampanya başlatılmıştı. Alman Sendikalar Birliği DGB’nin, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı başlattığı ve bugün de hala devam eden, “Macht meinen Kumpel nicht an!” kampanyası da aynı döneme denk gelir.
Konu, Türkiyeli göçmenler arasında da tartışıldı. Tartışmalar sonunda varılan nokta, bu tür kalıpların her dilde kullanıldığı; sözlüklerden çıkarmak yerine genç kuşaklara, onları önyargılarının ve içinde bulundukları dar toplumsal-kültürel tek yanlı biçimlendirici dünyalarının etkilerinden kurtaracak, kendi deneyimiyle ve nesnel bilgi sonucunda oluşturabilecekleri bir dil, bir bakış açısı, bir davranış biçimi kazandırmanın gerekliliği olmuştu.
Benim de katıldığım bu tartışmaların en çarpıcı yanlarından biri, ırkçılığın, ayrımcılığın her türüne karşı olan bizlerin de, kendi anadilimizi konuşurken, karşı tarafta eleştirdiğimiz tarzı, farkına bile varmadan “masumca” kullandığımızı farketmemizdi. Türkçe sözlüklere girmiş bazı kalıp sözler çocukluğumuzun bahçelerinde, ninelerimizin masallarında, şarkılarımızda, tekerlemelerimizde, kavgalarımızda, küfür ve esprilerimizde, günlük yaşamın her alanında dilimizde yaşıyor; bizi rahatsız etmeden ve hatta çoğu zaman “sevimli” bile görünerek, benzetmelerle, atasözleriyle aramızda dolaşıyordu.
Tabii ki hala da dolaşıyorlar...
MASUM SÖZLER Mİ?
Yaramazlık yapan çocuklarımız, “Araplara yedirmekle”, “Çingenelere vermekle”, “Yüklükten (dolaptan) çıkacak bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev Arap”larla korkutulmaz mı?
Para harcamayı sevmeyenlere, “Yahudi gibi cimri”, başkalarından çok şey isteyenlere, “Çingene gibi arsız”, biraz nazlanana, “Ermeni gelini gibi kırıtma” denmez mi?
İçinden çıkılmaz gibi görünen bir durum, “Arap saçı” değil midir? Ortalık çok karışıksa, “Çingene çalıyor, Kürt oynuyor”; yemeğe davet ettiğiniz kişinin acelesi var da hemen gitmek isterse, “Kürt yemeğini yer çarığına bakar” kalıpları kullanılmaz mı?
Esmer tenliler, kırmızı giymekten, “Arap dilini çıkarmış gibi” denmesin diye kaçınırlar. Her zaman, “Alavere dalavere Kürt Memet nöbete” gönderilir. “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü karadır”dır. Son yıllarda bazı çevrelerde bu atasözü, “İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen zenci” biçiminde söyleniyor.
“Yamyam”, “fellah”, “köylü”, “gavur”, “yezid”, “Bulgar”, “Çemişkezekli” sözcüklerinin bir hakaret, bir küfür olarak kullanıldığını bilmeyen yoktur herhalde. Adanalı tartışmasız, “kabadayı”dır. Kayserili, “adama pabucunu ters giydirir” ve hatta, “eşeği allayıp pullayıp babasına satıverir.” Bursalılar, “efeminedir”. Çorum’dan “adam çıkmaz”. Tuncelili mi, o zaman mutlaka “komonist”tir.
Köylüye göre, “şeherli kafası”, şehirliye göre “köylü kurnazlığı” anlaşılamaz. Köylü, “çarıklı erkanıharp”tir. Bir de “dağdan gelip bağdakini kovan”lar vardır ki, bunlar kimi zaman “maganda”, kimi zaman “sosyete”dirler. Şehirlerimizi “kıro”lar istila etmişken, kırsal bölgelerde “şeherliler baldır bacak açık dolaşıp, gençlerimizi baştan çıkarmaktadırlar”.
***
Kimisi uzun yüzyıllar içinde belli gözlemler sonucunda, kimisi kişisel deneyimler sonucu, kimisi politik-tarihsel nedenlerle oluşmuş, kalıp sözlerle çevrilidir insanın çevresi. Bunları sayfalar boyu sürdürmek mümkündür.
Örnekler, hangi biçimde dile katılmış olurlarsa olsunlar, bizim “öteki”ni onun bireysel, tekil özelliklerinden yola çıkarak değil, onun ait olduğu grup hakkında bildiklerimizden yola çıkarak değerlendirdiğimizi gösterir. Bunun altında, “eğer bu kişiler, aynı gruba aitlerse, hepsi de birbirine benzer” düşüncesi yatar ve sonuçta, “birini tanıdın mı, hepsini tanırsın” sonucuna varılır. Dış dünya gerçekliğini stereotiplerle kategorize eden bu tutum, belirli bir grup hakkında olumsuz, doğmatik bir varsayım olan önyargının (peşin hüküm) oluşmasına yol açar. Etnosantrik ve klişelerle düşünen/konuşan insanların farklı insanlar, milliyetler, etnik gruplar, kısacası “öteki” konusunda katı ve değişmez bir kanaatleri vardır. Kurdukları dünyada “kötü” ötekidir. Bu tutum, ötekinin önce sözel olarak dışlanmasını getirir. Sürecin daha ileri aşamalarında hedef kitle (öteki) ile ilişkiler sınırlanır, farklı muamele ve diskriminasyon başlar. Daha sonraki aşama saldırganlık düzeyi, şahsa ve mala yönelik şiddettir. Son basamak ise yok etme düzeyidir. Linç olaylarını, toplu kıyımları içerir.5
***
Masum atasözlerinden, kalıp sözlerden yola çıkıp toplu kıyımlara varmak, biraz abartı gibi görünmekte. Ancak Nazi Almanyasına kadar uzanmadan, daha yakın tarihte yaşanan bir kaç olayı anımsamanın, konunun önemini ortaya çıkarmak açısından yararlı olacağı kanısındayım. Yukarıdaki yaklaşıma uygun düşen en çarpıcı örneklerden biri, politikacılar ve ırkçı, yabancı düşmanı örgütler tarafından yıllardır yürütülen kampanyalar sonucu gerçekleşen Türklerin evlerini yakma olaylarıdır. Seçim kampanyalarında, aşırı sağcıların eylemlerinde ve medyada kullanılan belgileri anımsayın.
Yine yakın tarihte Türkiye’de yaşananları da unutmayalım. Hrant Dink’in öldürülmesi, propaganda yapıyorlar diye Hıristiyan vatandaşlarımızın gırtlaklarının kör bıçakla kesilmesi, insan hakları takipçilerinin “komünistlere, vatan hainlerine ölüm” çığlıklarıyla linç edilmek istenmeleri...
KONUŞ, KİM OLDUĞUNU
SÖYLEYEYİM6
Kişinin doğumundan itibaren başlayan kültürleme7 süreci, ölümüne kadar sürer. Eğer fiziksel bir engeli yoksa, içine gözlerini açtığı toplumun dilini öğrenir; konuşma biçimini, toplumsal rollerini benimser ve bu dil aracılığıyla bildirişim kurar. Ancak dil, sadece bildirişim aracı değildir. İnsan, içinde sosyalleşmesini tamamladığı bu kültür grubunun problem çözme yolunu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu; iyilerini ve kötülerini, kısacası “dünya görüşü”nü de dil yoluyla algılar ve anlamlandırır ve uygular. Bu süreç içinde insan, içinde yaşadığı kültür grubunun paylaştığı değer dizgeleri ve inançlarını dil yoluyla yansıtır, paylaşır, güçlendirir. Dış gerçekliğin karşılaştırılmasında ve kümelenmesinde dili kullanır.8 Dil, düşüncenin ifade edilmesi için bir araçtır. İnsan, kültür dünyasını inşa ederken dili, yapı taşı olarak kullanır.
Bir kültürün izlerini sürmek için önce o kültür varlıklarına, atasözlerine, deyimlerine, benzetmelerine, şarkı ve masallarına bakmak gerekir. Şüphesiz, çokkültürlü toplumlarda yüzyıllar boyu dil yoluyla yaşatılan farklı değer, düşünce ve inançları; bu farklı kültürler arasındaki etkileşimi, kültür çatışmalarını, bu son derecede karmaşık yapıyı sadece kalıp sözlerle açıklamaya çalışmak yeterli değildir.
Ancak, bir kültürün oluşmasında “kalıp sözler”in önemli bir rolü olduğunu; çatışma kültürü oluşturan, kültürler arasında önyargıların oluşmasına, güçlenmesine yardımcı olan ve ayrımcılık yaratan bu olgu üzerinde tartışmanın gerekliliğini, çocuk eğitiminde konunun üzerinde titizlikle durulması ve altı fazlaca çizilen farklılıklar yerine benzerliklerin öne çıkarılması gerektiğini; “öteki”ni aşağılamayan ve dışlamayan, farklı olanı anlamaya çalışan; “ben”i mutlaklaştırmayan; çatışmaların en aza indirildiği, farklı kültürlerin birarada yaşayabileceği çokkültürlü bir toplumu yaratmada bunların gözönünde bulundurulmasının gerçekçi bir adım olabileceğini düşünüyorum.
Türkiye’de ve Almanya’da “çokkültürlülük” olgusunun sadece politik değil aynı zamanda dil-kültür ilişkisi içinde de yeniden tartışıldığı bu günlerde yazının başında verilen örneklerin ve benzerlerinin dikkate alınması gerekiyor.
Farklı kültürlerden gelen insanların birarada yaşayabilmeleri, ırk, din, dil, cins ayrımının içinde yokolmadan birbirlerini anlayabilmeleri, hiçbir önyargıya kapılmadan “öteki”ni tanıması ve anlayabilmesiyle olanaklıdır.
Küreselleşmenin, altını kalın çizgilerle çizdiği etnik, kültürel, dinsel ve dil-sel farklılıkların sınırlarını aşarak düşünebilen ve hareket edebilen; kültürler arasında sadece farklılıkların değil ortak noktaların da bulunduğunun bilincine varabilen birey, topluluk ve ulusların, çokkültürlü toplumu geliştirilebileceği açıktır. Bu ideal olduğu düşünülen toplumu da hiç şüphesiz, düşmanlığın, kin ve şiddetin dilini değil, aklın ve sağduyunun dilini konuşacak olanlar kuracaktır.
Dil insanın ait olduğu kültür grubunu, nasıl düşünüp nasıl yaşadığını, değerlerini görebildiğiniz bir aynadır. İlkçağ düşünürlerinden Sokrates’in de söylediği gibi: “Konuş, kim olduğunu söyleyeyim.”
30 Haziran 2008
Dipnotlar:
1 Tekerleme, eşsesli sözcüklerle kurulan, birbiriyle uyumlu, çoğu zaman kafiyeli ama saçma sözcüklerle tamamlanan hazır söz kalıplarıdır. Çocuk oyunlarında eş ve ebe seçmek için, masalların giriş ve sonuç bölümlerinde, yörelere özgü biçim ve ritimlerle söylenirler. Bu yazının başındaki tekerleme, çocuk oyunlarında eş veya ebe seçmek için kullanılır.
2 Ecevit’in başbakanlığı döneminde, 1974 yılında yapılan “Kıbrıs Barış Harekatı” sonucunda çok sayıda İstanbullu Rum da Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda sayıları 110 bin olan Rum azınlık sayısının bugün 2 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. (1965 yılından itibaren Türkiye nüfus sayımlarında vatandaşlara konuştukları dil ve dini inançları resmen sorulmadığı için azınlıklarla ilgili sayılar tahminlere dayanmaktadır.)
3 Bu yazının kaleme alındığı sırada, 2008 Avrupa Kupası’nda yarıfinale yükselen Türkiye henüz elenmemişti.
4 Getürkt: sahte, hileli, gerçek olmayan, hile karıştırılmış.
5 Bilgin, Nuri; Kimlik Sorunu, 1994.
6 Sokrates.
7 Kültürleme (enculturation): Bozkurt Güvenç’e göre, kişinin kendi toplumunun kültür içeriğini öğrenmesi, toplumca istenen, beklenen insan olma sürecidir. Sosyal bilimcilerin sosyalleştirme/ toplumsallaştırma adını verdikleri, geniş anlamıyla toplumsal boyutlu eğitimdir. Kültürleme, kişinin toplumdan öğrenmesiyle gerçekleşir. Bu anlamıyla, tek yönlüdür, bir karşılıklılık yoktur. (Güvenç; İnsan ve Kültür)
8 Oktar, Lütfiye; Dil-Kültür İlişkisi Üzerine, 1995.
|