İster hukuksal ölçütlere, ister toplumun kendi yargı anlayışına dayansın, bir dava/hesaplaşma en az bir kişinin, en az bir olayın sonrasında ve en az bir şahıs veya oluşum tarafından mağdur durumda bırakıldığını öne sürdüğü için başlayabilir. Yürütülmesi uygun görüldüğü andan itibaren, belirli bir zaman diliminde, karşıt tarafın suçu ya da suçsuzluğu kanıtlanmaya çalışılır. Dava/hesaplaşma nihayet bir karar ile neticelenir. Şikâyetçi ya kazanmış ya da kaybetmiştir. Hakkındaki suç duyurusuyla yargılanan kişi ise ya beraat etmiştir ya suçlu bulunmuştur ya da delil yetersizliğinden serbest kalmıştır. Suçun işlendiği kanıtlandığı takdirde, yapılan haksızlığın ortadan kaldırılarak, genel anlamda sosyal yaşamı ve özel anlamda mağdurun kendi yaşamını savunmak, gelecekte de benzer girişimlere caydırıcı etkide bulunmak için ‘ceza’ gündeme getirilir ve içeriği belirlenir. Dava böylece noktalanmış olup, infaz için yetkili makamlar veya toplumsal güçler devreye sokulur. “Suça uygun ceza” her zaman, sosyal huzuru ve güvenliği garantileyen bir olgu olarak sunulur. O, böylece, kaosun önlenmesi ve insanın onuruyla, yani insanca varolabilmesi için bir gereksinim gibi algılanır.
Hayat bir davadır. Peki karşıtları ve şikâyetçisi kimdir? Ucuz işçi olarak getirilen ve o günden bu güne, sosyal dışlanmışlık, eğitimsizlik, ayırımcılık, işsizlik ve özellikle de yabancı düşmanlığı gibi koşullarda yaşamını sürdürmek durumunda kalan göçmenler, Alman toplumuyla eşit olmadıklarının bilinciyle kendilerini “mağdur” ve bu nedenle de “haklı” görmekteydiler. Sözü edilen “haklı”lığın, geçmişleri nedeniyle, Neonaziler ile aralarına kalın çizgiler koyma gereği duyan Alman çoğunluk tarafından hoşgörüyle karşılandığı duygusu, yıllarca ağır basmıştır. Fakat şikâyetçisi belirli olan bu dönemin artık bitmiş olduğu şüphesizdir. Eski “haklı”lar neye uğradıklarını şaşırıp, kendilerine yönelik kesintisiz, topyekün ve öfkeyle yoğrulmuş şikâyetlerde bulunulduğunu açıkça hisseder olmuştur. Değişen neydi? Kırılma nerede yaşanmıştı?
Hatırlanacağı gibi 2004 Kasım’ında, “Submission” adlı filmiyle müslüman kesimin tepkisini çeken Hollandalı yönetmen Theo Van Gogh, Faslı bir kökten dinci tarafından öldürülmüştü. Olayın ardından yaşanan yabancı düşmanı saldırılar, yeni bir dönemin çanlarını çalmıştır. Hollanda Başbakanı Balkenende, iç savaşın sinyallerini alırken, Almanya’da Angela Merkel, entegrasyonun başarısızlığa uğradığını ve yeni bir “yabancılar politikası” izleneceğini ilan ederek, asıl kırılmayı resmileştirmiştir. Kökten dinci bir Faslının eylemi ile Almanya’da ne olduğu belirsiz bir entegrasyon sürecinin başarısızlığı arasındaki nedensellik bağını kurmak, Angela Merkel ve muhafazakâr çevrelere ait bir beceri olsa da, olay, göçmenler açısından bir dönüm noktası teşkil etmiştir. “Teşvik ve talep etme” sloganıyla yeni politikasını şekillendiren sağcı kesim, yabancıların iyi niyetlerini ortaya koymalarını, onlar için bir görev ve sorumluluk haline getirmiştir. Alman kültürel değerlerine ve anayasasına saygı, iç güvenliği tehdit eden unsurlardan uzak durulması ve gerektiğinde bunların ihbar edilmesi, uyuma karşı çıkılmaması, kısaca, istenilenin tartışmasız yerine getirilmesi, “tek çözüm yolu” biçiminde sunulmuştur.
Bu yaklaşımın, savunulmak istendiği öne sürülen demokratik değerler ile çelişmesi ise, göz ardı edilmiştir. Ceza hukukuna göre bir şahsa, kendi suçsuzluğunu kanıtlama zorunluluğu getirilemez. Bu davacının görevidir. Irak Savaşı’ndan önce ABD’nin Saddam Hüseyin’den, atom bombası üretme teşebbüsünde olmadığını kanıtlamasını istemesi, 2004 Kasım’ında, 20.000’i aşkın Türkiyelinin katıldığı ve terörden uzak durulduğunu göstermek için düzenlenen Köln yürüyüşüyle aynı anti-demokratik mantığa sahiptir. Dönemin Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanı Günter Beckstein başta olmak üzere belli bir politik kesim, böyle bir güven sinyalini gerekli görebilmiştir. Türkiyeliler açısından bu müdafaa girişimi, koşullandırılmayı kabullenmek olarak somutlaşmıştır. Çözümü, göçmenlerin barışçıl emellerini inandırıcı bir şekilde ortaya koymak amacıyla savunmaya çekilmelerinde arayanların ise, psikolojik yıpranmalarını beraberinde getirecek sayısız olaylarla yüzleştirilmeleri artık kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Nitekim son yıllarda cereyan eden İdomeneo, Marko Weiss, Papa Benedikt’in konuşması, Bir Alman hakimin Kuran’dan alıntı yapması, Münih Metrosu saldırısı v.b. gibi olaylar, Türkiyelilerin imajını zedelemeye neden olmuştur. Öte yandan, özellikle Münih Metrosu saldırısından sonra ve Hessen Eyalet seçimleri bağlamında Roland Koch ve Angela Merkel’in, Alman Ulusu’nun özgürlüklerini kısıtlayan bir azınlıktan söz etmesi, sıradan bir gelişmenin hedef yaratmak amacıyla nasıl bir fırsata dönüştürülmeye çalışıldığını göstermiştir. Angela Merkel, “tehdit altındaki ulus”un kurtarıcısı olarak, devletin gelecekteki sert politikalarını meşrulaştırmaya kalkışmış, fakat seçim provokasyonunun özü açığa çıktığı için isteklerini kabul ettirememiştir.
Kanun ve kuralları ihlâl eden, fırsat kollayan ve genelleştirmelere eğilimli bir mantığın, sosyal yaşamı ve iç güvenliği tehdit eden bir yabancı resmi çizme kararlılığı şaşırtıcı değildir. Özellikle kriminal olmuş göçmen gençler bu amaçla gündemde tutulmakta, dinci kesim ise medya ve politika tarafından muhatap alınmaktadır. Aydın ve demokratların saf dışı bırakılmasını gerektiren bu tutum ile, “insanlıktan çıkmışların” mağdur ettiği Alman çoğunluğa, öfke duyma ve ceza isteminde bulunma hakkı kazandırılacağı hesaplanmaktadır. İnfaz gücü ise devletin tekelindedir.
Dünya genelindeki ekonomik durgunluğun sosyal huzursuzluk yaratması beklenirken, sağcı kesimin toplumu etnik ve dini boyutlarda bölme girişimi, kendi güvenliğini garantilemekten başka bir işlev görmeyecektir. Yapılması gereken ise, saf dışı kalmışların, şikâyetlerin kaynağını göstererek, adına “entegrasyon ve terörle mücadele” denilen antidemokratik sağcı politikaları, Almanların ve göçmenlerin gözünde teşhir etmesidir.
|