Üniversite eğitimi toplumsal algıda meslek edinmede ve sınıf atlamada bir araç olarak algılandığından sanatı, kültürü ve sosyal bilimleri oluşturan disiplinler pek rağbet görmemiştir. Belirli dönemlerde sosyal bilimlere yüklenmek istenen farklı misyonlar, araçsallaşmaya ve güvenirliliğinin zedelenmesine yol açtı
Teknolojinin durmadan geliştiği bir dünyada insanlar birbirleriyle rahat ve hızlı bir şekilde iletişim sağlayabilmelerini eğitime borçludurlar. Toplumlar bunun için, bireylerine daha iyi bir hayat tarzı sağlamak için eğitim sistemlerini diğer ülkelerle karşılaştırarak, sürekli geliştirmek istemişlerdir.
İnsanlık tarihi üzerinde etkili olan faktörlerden en önemlisinin eğitim olduğu bilinmektedir. Her şeyin süratle gelişip, değişmekte olduğu bir dünyada hayat süren toplumların, kendi öz kültürlerini koruyabilmelerinde en önemli faktör yine eğitimdir.
“Bireyin kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde davranış değiştirme süreci” olarak da tanımlayabileceğimiz eğitimin, toplumu derinden etkilemesi kaçınılmazdır. Bir toplumu böylesine derinden etkileyip, yönlendiren eğitim sisteminin nasıl bir yararcılığa ve işlevselliğe dayanması gerektiği, yaşamsal bir önem taşır.
17. yüzyıldan beri var olan pozitif bilimlerle, sosyal bilimlerin uzun soluklu mücadelesinde bu savaşı kazanan pozitif bilimler, kendisini topluma ideal olarak benimsetmiştir. Sanayileşme çabalarının pozitif bilimlerin etkisiyle gerçekleşmesi teknoloji patlamasına, bu bağlamda dünyaya yön verme ayrıcalığını da doğa bilimlerine verdi.
Pozitif bilimleri, kısa vadede çıkar ve yarar sağlaması, toplumsal bilimlerin bundan etkilenmesine, giderek doğa bilimlerinin amacını ve yöntemini benimsemesine yol açtı. Bugünün gelişmiş ülkeleri sanayileşme sürecinde, teknoloji, bilgiyi üreten elemanları yetiştirirken, toplum bilimlerine bağlı disiplinlere de aynı oranda önem verdi. Bu da eğitimli insan sayısının artması ile birlikte siyasal toplumsal bilinç, çevresel duyarlılık, sanatsal estetik, hoşgörü ve demokrasi kültürü gelişmiş bireylere sahip olması sonucunu doğurdu.
Türkiye’de bu olgu tamamen farklı bir yönde gelişti. İnsanımızın biraz da genetik özellikleri nedeniyle, kısa dönemde sonuç alma, çıkarcılık bilim anlayışının tamamen pozitif bilimlerden ibaret olarak algılanmasına ortam hazırladı.
Bu anlayış Türkiye’de eğitim sisteminin kurulmasında, üniversitelerin örgütlenişinde, meslek seçiminde sayısal kökenli disiplinlerin her zaman daha fazla rağbet görmesine neden oldu. Sonuç olarak bu anlayışta eğitim yapan kurumlardan yetişen elit beyinler; kendi alanlarında uzmanlaşırken, toplumsal olayları algılamada ve doğru tespitler geliştirmede yetersiz kalmışlardır. Edindikleri mühendislik mantığı ve pozitivist geleneği temel alanlar; toplum bilimlerin mantığını kavramakta geciktiler.
Bu elit tabakanın daha sonra toplumu dönüştürme misyonunu kendinde görmesi ve bu yöndeki çabaları toplumun kendisi tarafından kabul görmedi. Bu kabul görmeyiş aydınlarda, topluma karşı belli bir kırgınlığa ve yabancılaşmaya neden oldu. Toplumu dönüştürmeye yönelik çabaların başarısızlığı, toplum bilimlerin gerektirdiği birikimin eksikliğini kanıtladı.
Türkiye’de üniversitelerin meslek öğreten kurumlar olarak, bilimin de toplumun ve devletin somut yararı doğrultusunda bir bilgi üretim etkinliği olarak algılandığı bir olgudur. Bu yüzden hala doktor olmak, mühendis olmak toplumda statü ve saygınlık sağladıkları, somut yarar sundukları için önemlidir.
Başka bir açıdan üniversite eğitimi toplumsal algıda meslek edinmede ve sınıf atlamada bir araç olarak algılandığından sanatı, kültürü ve sosyal bilimleri oluşturan disiplinler pek rağbet görmemiştir. Belirli dönemlerde sosyal bilimlere yüklenmek istenen farklı misyonlar, araçsallaşmaya ve güvenirliliğinin zedelenmesine yol açtı.
Hem sanayileşme sürecinde yetişmiş eleman ihtiyacını karşılamak, hem de teknolojiyi geliştirecek bilgiyi üretme talebi toplum bilimlere bağlı disiplinleri ikinci plana itti. Bütün bunlar eğitim sisteminin her aşamasında sanat ve kültür dersleri ile sosyal bilimlerin üvey evlat ilgisi görmesine, bunun sonucunda da öğrencilerin tek kanatlı yetişmesine neden oldu.
Bilimin bir bütün olduğu gerçeğini gözden kaçıran bu anlayış, aynı zamanda felsefe ve mantık öğrenmeden matematiği anlamanın olanaksız olduğunu göz ardı etmektedir. Sosyoloji, psikoloji bilmeden iyi bir hukukçu, iyi bir diplomat, politikacı olunamayacağı da ortadadır.
Türkiye’de üniversitelerden“teknisyen“ yetişmekte, ama “aydın“ yetişmemektedir. Öte yandan bütün bunlar toplumun üniversiteye yüklediği işlevden de bağımsız değildir. Toplumsal algıda “eğitim“ sınıf atlama aracı görülmüş, diploma üzerinden kariyer edinmeyi sağlayan bir süreç olduğu düşünülmüştür.
Özellikle öğrencilerin kariyer tercihinde tıp ve mühendislik fakültelerinin ilk sıralarda yer almasında bu bakış etkili olmuştur.
Kendi alanında donanıma sahip olan bu diplomalı birey, toplum içinde siyasal ve kültürel birikiminin yetersizliği nedeniyle ayırt edici bir bakış ve duruş sergileyememektedir.
|