Sempozyumun “Entegrasyon, Inklusion, Asimilasyom, İnterkültür, Mültikültür, Leitkültür... Almanya’nın Entegrasyon Politikası” başlığı altında gerçekleştirilen üçüncü oturumunda söz alan Prof. Dr. Wolf D. Bukow, artık hareketlilik, çeşitlilik ve küreselleşmiş iletişimin günlük kentsel yaşantının geriye döndürülemez bir gerçeği olduğunu ve bununla bağlantılı dönüşüme toplum tarafından, çoktan eskimiş hareketlilik, çeşitlilik ve uzlaşma karşıtı tasarımları yeniden etkin hale getirmek yerine, uygun bir yanıt aranması gerektiğini belirtti.
Prof. Dr. Wolf. D. Bukow, günümüz toplum gerçeklerine bir bakışın, kent toplumlarında yaşayan insanların iş, eğitim, konut, sosyal ya da yasal güvence, siyasi katılım vb. gibi temel gereksinimlerinin gündemde olduğunu açığa çıkardığını ve bunlar için öncelikle ulusal açıdan tanımlanmış, yasal, sosyal, dinsel ya da kültürel belirli önkoşulları yerine getirmek zorunda olmak istemediklerini dile getirdi.
Kendi içerisinde heterojen olan toplumdaki her bir grubun, gereksinimlerini hayata geçirirken, kolektif olarak başarısızlığa uğramasında sorumluluğun ancak kendilerine tahsis edilen, yapısal olarak organize edilmiş engel ve sınırlardan ve de gerçekleştirilmesi olanaksız ırksal-ulusal içerikli önkoşullardan kaynaklanabileceğini söyleyen Prof. Dr. Wolf. D. Bukow, şu an yalnızca Güney Avrupalı göçmenler örneğinde yaşanan Avrupa Birliği’ndeki hareketlilik, içselleme stratejilerinin etkin olabildiğini gösterdiğini sözlerine ekledi.
Başarılı olan toplumsal gelişmelerin her zaman hareketlilik, çeşitlilik ve çağdaşlaşmaya dayanan dürüst ve adil bir ilginin sonucu olduğundan hareketle, dışsallama stratejilerinin yalnızca insanları hor görmek olmadığını, aynı zamanda çatışkılar ürettiğini ve tüm taraflarda milliyetçiliği güçlendirdiğini söyleyen Prof. Dr. Wolf. D. Bukow, ayrımlaştırma stratejilerinin, eşitsizlik, adaletsizlik ve mağduriyetleri sağlamlaştırdığı için kentlerdeki birlikte yaşama zarar verdiğini, içselleme stratejilerinin ise genellikle yoğun çabalar gerektirdiğini ve bu çabaların etkili olduğunu çoktan kanıtladıklarını belirterek konuşmasını bitirdi.
Almanya’da uygulanan entegrasyon politikalarına ve bu bağlamda kullanılan kavramlara eleştirel bir yaklaşım getiren Prof. Dr. Jürgen Nowak, artık entegrasyon kavramını kullanmadığını belirterek konuşmasına başladı. Farklı kesimlerin entegrasyondan çok farklı şeyler anladığını söyleyen Prof. Dr. Jürgen Nowak, “Bazı kesimler bundan zorla Cermenleştirmeyi anlıyor” dedi.
Almanya’da entegrason tartışmaları kapsamında sıkça tartışılan yönetici kültür (Leitkultur) ile ilgili olarak, “Alman kültürü nedir?” sorusuna yanıt arayan Prof. Dr. Jürgen Nowak, “Biz Romalılardan neleri aldık, örneğin dilsel olarak? Pencere, bodrum, mutfak... Yani bunu bize Romalılar getirdi. Meyve yetiştiriciliği, elma, armut; bunlar güneyden geliyor. İtalyanlar bize bankacılığı öğretti: Brüt, net, girokonto, hepsi İtalyanca; ya da müzik, presto, vivace, allegro... Müziğimiz İtalyanca. Elbette bizde Mozart, Beethoven de var, ama biz ekleme yaptık, varolanın üzerine bir şeyler inşa ettik... Yönetici kültür öyleyse anlamsız” dedi.
Sınıfsallığın etnisiteden önce geldiğine işaret eden Prof. Dr. Jürgen Nowak, “Ben tüm sorunların kültüre dayandırılmasına karşıyım. Biz sınıflı bir toplumda yaşıyoruz” diyerek sözlerine devam etti. Berlin’den örnek veren Prof. Dr. Jürgen Nowak, orta sınıfın birleşik okula karşı olduğunu da şu ifadelerle dile getirdi: “Onlar, çocuklarının ayrıcalıklarını korumak istiyorlar. Dört hafta önce Süddeutsche Zeitung Gazetesi’nde bir makale yayınlandı, okulda Latince öğrenmek yine modern oldu, neden? Akademisyen orta sınıf çocuklarının Latince öğrenmeyenlerden farklı olabilmeleri için. Latince, alttaki proleterlerle aralarına bir fark koymaları açısından popüler. İşçi çocukları gelsin de rekabet etmeye kalkışsın! Üst katman, zeki işçi çocuklarından korkuyor. Hepsi birleşik okula karşılar. PISA araştırmaları gösterdi, Finlandiya, İsveç... hepsi birleşik okula sahipler, biz ise üç okul sistemi ile arkalarında kalıyoruz” dedi. Eğitim sisteminde liselerin özel konumunu eleştiren Prof. Dr. Jürgen Nowak, buna bir son verilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.
Paralel toplum kavramını da ele alan Prof. Dr. Jürgen Nowak, aslında zengin kesimlerin kentlerin belli başlı bölgelerinde paralel bir toplumda yaşadıklarını belirterek “Zenginler istedikleri yerde, yoksullar ise yaşamak zorunda oldukları yerlerde yaşıyorlar” dedi.
Ulusötesi bir bakış açısıyla göç olgusuna yaklaşılması gerektiğini savunan Prof. Dr. Jürgen Nowak, artık insan göçünün kalıcı olmadığını, bir sarkaca benzediğini ifade etti. Buna göre insanlar dönemsel olarak farklı ülkeler arasında yaşamlarını sürdürüyorlar ve bu ülkelerde sosyal bir çevreye sahipler. Eğitim sistemlerinin bu yeni gelişmeleri de göz önünde bulundurması gerektiğini belirten Prof. Dr. Jürgen Nowak, Türk kökenli akademisyenlerin artık Türkiye’de de çalışmalarını ve Türkiye ile Almanya arasındaki hareketliliğini örnek göstererek konuşmasını bitirdi.
Alman uyum politikaları ve göçmenler başlığı altında, anadili öğretmeni olarak ve entegrasyon alanında faaliyet yürüten kurumlarda edindiği kişisel deneyimleri temel alarak konuşmasına başlayan Dr. Hakan Akgün “Almanya’nın göçmenler ve onların topluma entegrasonuyla ilgili politikalarına baktığımızda göze çarpan en belirgin özelliği, gönülsüz göçmen ülkesi şeklinde özetlenebilir” dedi.
Dr. Hakan Akgün, göçmenlerin uzun süredir Almanya’da yaşıyor olmalarına rağmen, bu göç olgusunun Alman siyasetçileri tarafından kabul edilmediğini belirterek, “Özellikle eski Alman başbakanlarından Helmut Kohl’un başını çektiği CDU politikacıları bu gerçeği gözardı ederek, Almanya’nın bir göç ülkesi olmadığını savunmuşlardır. Yarı yüzyılı aşkın göç gerçeğine inat ortaya konan bu iddia, bugüne kadar üretilen sözüm ona uyum politikalarında belirleyici bir rol oynamıştır” şeklindeki düşüncesini dile getirdi ve sözlerine şöyle devam etti: “Dolayısıyla tüm uygulamalarda göze çarpan olgu, ya göçmenlerin geldikleri ülkelere dönüşünü özendirmek ya da onların toplumda yaygın olan değerleri üstlenerek, Alman toplumuna entegre ve adapte olmalarını sağlamaya çalışmaktır. Bu projelerin diğer bir özelliği ise, göçmen olarak nitelendirilen insanların edilgen bir kitle halinde görülmesi ve bu yardıma muhtaç insanların hangi özellikleri üstlenirlerse veya hangi yeteneklere sahip olurlarsa, bu toplumun bir parçası olabilecekleri şeklinde kafa yormaktır” dedi.
Kalıcı olmayan girişimlerin gündemi belirleyen bir uygulama olduğuna işaret eden Dr. Hakan Akgün, biraz yabancılar pedagojisi, biraz entegrasyon, biraz asimilasyon, biraz interkültür, biraz mültikültür yöntemiyle sistemin kurtarılmaya çalışıldığını sözlerine ekledi.
Sunumunda kapsayıcı eğitimi (inklusive Bildung) ayrıntılı bir biçimde irdeleyen Dr. Hakan Akgün, “Ben sistemdeki köklü değişimin ve hangi özelliği olursa olsun bütün öğrencileri kapsayan yeni bir sisteme geçişin ancak bu kapsayıcı eğitimin özellikleri ciddiye alınırsa mümkün olacağı konusunda umutluyum” diyerek sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Gerçekten kapsayıcı eğitim tam olarak uygulanacaksa, kapsayıcı eğitim prensiplerinin tam tersi uygulamalarla ve mekanizmalarla dolu olan bu sistemin değişmesi kaçınılmazdır. Fakat ne yazık ki ilk refleksler yine kapsayıcı eğitimi yalnızca engelli öğrencilerin ‘normal’ okullara adapte edilmesi olarak uygulamaya çalışan programları içermektedir. Adı geçen uygulama planı engelli olarak veya özel destek eğitimi alan öğrencilerin sistemin çeşitli okullarına adapte edilmesi ile ilgili öneriler içermekte, fakat eğitim eşitsizliği, dışlama ve ayrımcılığın kaynağı olan okul tiplerine dokunulmamaktadır. Ne yazık ki bu ilk işaretler bu değişimin kolay olmayacağı ve politikacılar tarafından engellenmeye çalışılacağını ortaya koymaktadır.”
Oldenburg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Paul Mecheril sağlık nedeniyle sempozyuma katılamadı.
|