Almanya’nın göçmenler ve onların topluma entegrasyonuyla ilgili politikalarına baktığımızda ilk göze çarpan en belirgin özelliği “Gönülsüz Göçmen Ülkesi“ (Einwanderungsland wider Willen) şeklinde özetlenebilir.
Nitekim ilk resmi işçi göçü antlaşması, 1955 yılında İtalya hükümetiyle ve daha sonraki yıllarda diğer işçi gönderen ülkelerin hükümetleriyle imzalanmış olmasına rağmen, 2000`li yılların başına kadar özellikle eski başbakanlardan Helmut Kohl’un başını çektiği CDU politikacıları bu gerçeği gözardı ederek Almanya‘nın bir göç ülkesi olmadığını savunmuşlardır.
İşte yarı yüzyılı aşkın göç gerçeğine inat ortaya konan bu iddia bu güne kadar üretilen sözüm ona uyum politikalarında belirleyici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla yapılan bütün uygulamalarda göze çarpan olgu ya göçmenlerin geldikleri ülkelere geriye dönüşünü özendirmek ya da onların toplumda yaygın olan değerleri üstlenerek Almanya toplumuna entegre ve adapte olmalarını sağlamaya çalışmaktır. Bu uygulamaların diğer bir özelliği ise göçmen olarak nitelendirilen insanların edilgen bir kitle halinde görülmesi ve bu yardıma muhtaç insanların hangi özellikleri üstlenirlerse veya hangi yeteneklere sahip olurlarsa bu toplumun bir parçası olabilecekleri şeklinde kafa yormaktır. Örneğin: Eğer onların çocukları da Almanların çocukları gibi Almanca konuşma yeteneğine sahip olurlarsa daha iyi okullara gönderilme hakkını elde ederler, daha iyi diplomalar alırlar, daha iyi işlerde çalışırlar ve böylece toplumda (tabii ki Alman toplumunda) kabul görebilirler! Yani sayın Prof. Dr. Paul Mecheril’in dile getirdiği gibi öğrenciler varolan eğitim kurumlarına uyar hale getirilmeye çalışılmaktadır, eğitim kurumlarının varolan öğrencilere ve onların gereksinimlerine göre uyarlanması söz konusu değil.
İşte bu bağlamda son yıllarda eğitimle ilgili gündemin en önemli konularından biri haline gelen kapsayıcı eğitim veya Die Gaste‘nin söylemiyle içselleyici eğitim (inklusive Bildung) konusuna değinmek istiyorum. Benim görüşüme göre şimdiye kadar uygulanan biraz yabancılar pedagojisi, biraz entegrasyon, biraz asimilasyon biraz interkültür, biraz multikültür yöntemiyle sistem kurtarılmaya çalışılıyor. Ben sistemdeki köklü değişimin ve ne özellikleri olursa olsun bütün öğrencileri kapsayan yeni bir sisteme geçişin ancak bu kapsayıcı eğitimin özellikleri ciddiye alınırsa mümkün olacağı konusunda umutluyum. Çünkü ilk olarak 1994 yılında İspanya‘nın Salamaca kentinde açıklanan UNESCO bildirimini 2009 yılında Alman hükümeti de onaylamış ve 2022 yılına kadar bu bildirimin prensiplerini yerine getirmeyi taahhüt etmiştir. Ve çünkü bu seçici ve eleyici okul sistemi ile kapsayıcı eğitimi tam anlamıyla ve bütün boyutlarıyla uygulamak olanaklı değildir.
Yani gerçekten kapsayıcı eğitim tam olarak uygulanacaksa kapsayıcı eğitim prensiplerinin tam tersi uygulamalarla ve mekanizmalarla dolu olan bu sistemin değişmesi kaçınılmazdır. Fakat ne yazık ki ilk refleksler yine kapsayıcı eğitimi yalnızca engelli öğrencilerin “normal“ okullara adapte edilmesi olarak uygulamaya çalışan programları içermektedir (bkz.: Klaus Klemm/ Ulf Preuss-Lausitz “Auf dem Weg zur schulischen Inklusion in NR-Westfalen -Empfehlungen zur Umsetzung der UN-Behindertenrechtskonvention im Bereich der allgemeinen Schulen“). Adı geçen uygulama planı engelli olarak veya özel destek eğitimi alan öğrencilerin sistemin çeşitli okullarına adapte edilmesi le ilgili öneriler içermekte, fakat eğitim eşitsizliği, dışlama ve ayrımcılığın kaynağı olan okul tiplerine dokunulmamaktadır. Bu tipik Alman refleksi Prof. Dr. Rolf Werning’in “Inklusion: Chancen, Widersprüche, Perspektiven“ başlıklı yazısında eleştirilmektedir.
Ne yazık ki bu ilk işaretler bu değişimin kolay olmayacağı ve politikacılar tarafından engellenmeye çalışılacağını ortaya koymaktadır. Bu savdan yola çıkarak burada konunun hukuksal yönüne de dikkati çekmek istiyorum. Nitekim Almanya hükümetinin Birleşmiş Milletler kararını teyit etmesiyle bu konu uluslararası insan hakları hukukuyla ilgili yeni bir boyut kazanmıştır. Şu anda bir çok veli çocuklarının förderschulelere gönderilmesine karşı hukusal yollara başvurmaktadır. Die Gaste’nin son sayısında bu konuyla ilgili örnekler bulunmaktadır. İşte bazı veliler bu dışlayıcı ve eleyici sisteme karşı böyle karşı koymaya çalışırken ne yazık ki bir çok veli yılgınlık içinde kaderine razı olarak çocuklarını förderschulelere ve hauptschulelere göndermektedirler. Peki Almanya’da yetişmekte olan 2. ve 3. kuşak akademisyen kesim nasıl tepki göstermekte? Bu bağlamda dikkatimi çeken üç tepki şekli var: Birincisi ve beni en çok rahatsız eden tutum şudur: Artık kendini bu sistemin parçası olarak gören bir takım öğretmen ve sosyal pedagog arkadaşlarımızın “aman bunlar yine tasarruf etmek için yeni bir yol buldular ve förderschuleleri kapatarak giderleri azaltmak istiyorlar, halbuki bizim aile desteğinden yoksun çocuklarımız için en iyi okullar bunlardır“ şeklindeki kraldan çok kralcı tepkileridir. Gerçekten kapsayıcı eğitimle ilgili yaptığım toplantılarda bazı göçmen kökenli eğitimcilerden böyle bir tepki gelmesini çok yadırgadım. Bu arkadaşlar ya sistemin değişmesinden ürken tutucu Alman meslektaşlarının bu konudaki düşüncelerini üstlenmişler, ya da gerçekten belli bir çekmeceye uymayan çocukların dışlanarak ayrı okullarda eğitilmelerinin en iyi eğitim şekli olduğuna inanmaktalar. Fakat bir şeyden henüz haberdar değiller: Bu yeni gelişim ne hükümetin para tasarrufu için yeni bir buluşu ne de göçmen çocuklarının başarılı olmalarını engelleme taktiği. Bu yeni yönelim bir çok ülkede yıllardan beri -kişisel özellikleri ne olursa olsun- bütün çocukları kapsayan bir yönelimdir ve bu uygulama –yıllardır İskandinav ülkeleri örneğinde görüldüğü gibi– engelli veya engelsiz, sosyal ve ekonomik kökeni ne olursa olsun bütün çocuklar için yararlı olmaktadır.
Bir diğer tepki şekli ise göçmen kökenli akademisyenlerin burada yüksek okullardan başarıyla mezun olmalarına rağmen bu ülkeye sırtlarını dönmeleridir. Bu akademisyeler ise, Almaya`da sonu gelmeyen uyum tartışma- larından bıktıkları için tası tarağı toplayıp, kendilerini oldukları gibi kabul edeceğini umdukları ülkelere göç etmektedirler.
Bu noktada bu konferanslar dizisini büyük bir başarıyla 4. kez düzenlemekte olan ve kanayan yaraya parmak basarak onu dindirmeye çalışan “Die Gaste“ etrafındaki genç akademisyenlere bu özverili ve Almanya çapında başka bir örneği bulunmayan çabalarından dolayı teşekkür etmek istiyorum. Bu da gözlemlediğim üçüncü bir tepki modelidir. Bu tür çabaların Almanya’da hukuk öğrenimi gören öğrencilere ve bu alanda çalışan bilim insanlarına örnek olması umudumu buradan tekrar dile getirmek istiyorum. Çünkü ne yazık ki yukarıda belirttiğim nedenlerden ötürü Almanya hükümetlerine konunun insan hakları ve uluslar hukuku boyutularını anımsatmanın gerekli olacağı kaygısını taşımaktayım. Bu gerçekten “Almanya usulü perhizli kapsayıcılık veya gönülsüz kapsayıcılık” olarak tarihe geçmeye aday bir durum. Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi bazı uzmanlar bu dayatmayı Almanya`nın ırkçılık mirası olarak açıklamaktadırlar. İşte bu görüşü destekleyen bir vikipedi alıntısı daha:
Bu alıntıda da İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın işgali sırasında işgal güçleri çeşitli okul tiplerini içeren okul sisteminin üstün ırk düşüncesinin ve totaliter rejimleri kabullenmenin bir kaynağı olarak gördükleri ve yasaklamak istediklerini ve Alman politikacılarının bunu başarıyla engelledikleri belirtilmektedir.
Hangi etnik veya sosyo-ekonomik kökenden gelirse gelsin, hangi dine mensup olursa olsun, aile dili ne olursa olsun, Almanca bilgisi ne derecede olursa olsun, hangi engeli olursa olsun her çocuğu kapsayan ve onları çeşitli kategorilere ayırıp dışlamayan bir okul sisteminin yakın gelecekte oluşması dileğiyle sözlerimi sonlamak istiyorum.
|