Türkiye’nin AB’ye üyelik süreciyle, Türklerin Avrupa’ya ya da Almanya’ya geliş süreci eş zamanlı olarak birbiriyle örtüşür. Bu iki süreç karmaşık ilişkiler içinde yarım yüzyıldır birbirlerini olumlu, olumsuz yönlerde etkilemiş ve daha da etkileyecektir. AB-Türkiye ilişkilerinde girilen son yolda “Ucu Açık Müzakereler” olarak isteksizce yürütülürken, Türklerin Avrupa’ya uyumları da gönülsüzce “ucu açık” olarak işlemektedir.
Türkiye’nin AB üyeliğine görünürde Yunanistan, Güney Kıbrıs, Fransa engelleyen ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Ancak elli yıllık süreç iyi incelenirse görülecektir ki, bu üyeliği istemeyen AB’nin motor gücü Almanya’dır. AB’de Almanya’nın istemediği hiçbir değişikliğin yapılamayacağını tüm gelişmeler göstermektedir. Almanya’nın istediği değişikliklere de hiçbir AB üyesi ülke uzun süre direnemez. Almanya, Fransa’yı bir biçimde etkileyerek AB’nin iç ve dış yapılanmasını, stratejilerini, politikalarını, işleyiş mekanizmalarını belirleyen gerçek güç olma özelliğini geçmişten günümüze sürdüren ve gelecekte de sürdürecek devlettir. Belirleyici olmayı her devlet-toplum ister, bu nedenle Almanya kendi doğrusunu yapmaktadır.
Öyleyse, tüm nesnel gelişmeler ışığında Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyen gerçek güç Almanya’dır. Bu saptama kendi başına olumlu ya da olumsuz bir eleştiri nedeni olamaz. Burada diğer adı geçen devletlerin de kendi çıkarları açısından engelleme yapma girişimleri doğaldır; ancak yapay olan onların sürekli öne çıkarılmasıdır. Aslında onlar “günah keçileri”dir. Eleştiri, bu gerçekliğin çok yönlü karmaşık nedenlerle açıkça belirtilmemesi ya da gösterilmek ve görülmek istenmemesidir. AB’ye üye olacak Türkiye devlet ve toplum olarak AB normlarına uyacak, AB’nin dar kapısından kendine özgü “yabanıl” yanlarını yok ederek, yalınlaşarak geçtikten sonra da onun içinde bütünleşebilecek bir yapıya ve öze dönüşecek konuma gelmesi beklenmektedir. Böyle bir yapılanma/konumlanma kısa ve orta sürede ne olanaklı, ne de gerçekçidir. Bugüne dek dayatılan eksikli demokrasisi ve ekonomisinin az gelişmemişliği koşulları, bundan sonra, değişik bir değerlendirmeyle yön değiştirerek; “ekonomisi bir biçimde büyümüş, demokrasisi kendine özgü gelişmiş, nüfusu seksen milyona dayanmış” bir ülke olarak AB ölçütlerine uymayacaktır Türkiye! Bölgesinde yeni işlevler yükletilerek kalması denenecektir Türkiye’nin. Yarım yüzyıldan beri kapıda bekletenin tepeden bakan tutumuyla, bekletilenin horlanmışlık duygusu; içeride eşit sürede zoru göğüsleyerek yaşayan insanların nasıl bu toplumla bütünleşeceği/bütünleşemeyeceği sürecini doğrudan etkileyen temel bir etmendir. Bu nedenle, Türklerin AB-Alman toplumuna uyumu da bu gelişmelerin dışında kendi başına ele alınıp incelenebilecek, üretilecek proje uyarınca, uyumun yolları ve yöntemleri bulunacak bir süreç değildir. AB tarafından beklenen, ama bir türlü istenilen yapıya/konuma gelemeyen Türkiye, ya eksikli küçük, ya da artılı büyük olduğundan bu “Sırat Köprüsü”nden bir türlü geçemeyecek, geçmesi istenmeyecektir.
Türkiye AB kapısından geçemediği sürece, AB-Türkleri de entegrasyon ölçütlerine uyumu gerçekleştiremeyeceklerdir.
Yarım yüzyıldır Almanya’da yaşayan Türk toplumu da uyum sürecinde benzer dayatmalarla karşı karşıya kalmaktadır. Uyum ölçütlerine uymayan da, uyan da bir türlü içinde yaşadığı çoğunluk toplumuyla bütünleşememektedir, bütünleştirilmemektedir. Birçok kesimden geçer not alsa bile, “kurumsal ırkçılık” bir yandan, “uyum sektörü” diğer yandan buna engel olacaktır, çünkü bu sorunun çözümsüz kalması onların varlık nedenidir, beslenme kaynaklarıdır. İşlevsiz kalmamak için sürekli sorun yaratılacaktır bunlar tarafından.
Almanya’da uyum sorunu “Almanca bilme, Alman olma” gibi bir dil/uyruk sorununa dönüştürülmüştür “uyum sektörünce”. Ama Almancayı yetkin olarak kullanan gençlerimiz en fazla “dışlama uygula- ması ve dışlanmışlık duygusu” yaşayan küme olarak Almanya’dan göç etmektedirler. Onların suçu “Almanca azlığı” değil “Türkçe fazlalığı” ve “tek yurttaşlık değil çifte yurttaşlık” olmaktadır. Bu nedenlerden ötürü bir yandan öğrencilere okullarda Türkçe konuşma yasağı konmakta, anadilleri okutulmayarak yok edilmeye uğraşılmaktadır; diğer yandan Türklerin “çifte yurttaşlık” edinmeleri engellenmekte, gençlere “optiyon modeli” dayatılmakta, ya yardan ya serden vazgeçmeleri için yasalarla zorlanmaktadırlar.
Türk toplumu kültürel/azınlık olarak tanınmamakta, eşit yurttaşlık haklarının kullanılmasının geliştirilmesi ve eşit uygulama istemleri sürekli anlamsız gerekçelerle görmezden gelinmekte, engellenmektedir.
Tüm istenen “İslam Almanca, kültür Almanca, dil Almanca, uyruk Almanca, insan Alman“ olmasıdır. Ve uyum a’la almanca olmalıdır. İstenen asimilasyon, ancak bu dolaylı yoldan gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ya dışlanırsın ya asimile olursunun estetiği “Alman usulü” entegrasyondur.
Dili reddedilenin kültürel kimliği yok sayılır, Türkçesiz Türk kimliği de olmaz, tıpkı Almancasız Alman kimliği olmadığı gibi. Kimliksiz olanın uyumu da söz konusu değildir. Uyumdan söz edebilmek için önce bu insanlar anadilleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla özdeş olarak varoldukları kabul edilmelidir. “Alman entegrasyon sektörü” kaynak, zaman, emek harcayarak “derin bilimsel araştırmalar”dan önce bunu anlasın yeter!
|