Almanca-Türkçe sözlük Pons’un 768. sayfasında bir sözcük adeta bağdaş kurmuş, rahat rahat oturuyor. Aslen Türkiye kökenli ama her nasılsa entegrasyona uğramış ve sanki çifte vatandaşlık hakkını da elde etmiş gibi bir hali var; üstelik önünde Almancanın olmazsa olmazı bir ‘Artikel‘ de var: der Döner.
Bu yılın ilk Türkçe yasağı ne yazık ki, Ocak ayının sonunda Bavyera’daki Kleinwall-stadt Josef-Anton-Rohe okulunda yaşandı. Hatta okulun müdürü Ottmar Walgand, velilere gönderdiği mektupta düzenlemeye uymayanların okuldan uzaklaştıracaklarını bile yazıp bildirdi. Bu okul müdürünün yukarıdaki Almanca sözlükte bulunan o Türkçe sözcüğü gördüğündeki yüz ifadesini ve bir de kafasından geçen düşünceleri sanırım hemen herkes az çok tasavvur edebiliyor. Bu yasağın sadece Türkçeyi kapsaması bunun sadece ırkçılığa karşı mücadele yasasının bir ihlali olmayıp aynı zamanda o dili konuşanların kişiliğini özgürce geliştirme temel haklarına da yönelik bir yasak olduğunu da belirtmek gerekir.
Ayrımcılık çağımızda ne yazık ki yaşamın her alanında olduğu gibi kültürlerle birlikte dilleri de hedef almaktadır. Ayrıcalıklı kimi diller hep ön planda ve tercihli muamele görürken, bazı diller onları konuşan insanlarla birlikte ikinci ve üçüncü sınıf kategorisine alınıp küçümsenmekte ve hor görülmektedir.
Tüm bu ayrımcılık ve dışlanmalara karşın günümüz küresel dünyasında hemen hemen tüm kültürler, diller ve dillerin en küçük parçacıkları olan sözcükler, ülkelerin para birimleri gibi sürekli dolaşımda ve her ülkeyi, her toplumu ziyaret ediyorlar. Adeta bu baskı ve dışlamalara kafa tutarcasına yaygın kullanılan bir deyişle ‘de facto’ yani fiili durum yaratarak kendini kabul ettirmektedirler. Kimisi gittiği yerlerde iz bırakıyor, kimisi hatta kalıcılaşıp yeni konuk olduğu toplumun diline sessiz sedasız yerleşiveriyor. İşte döner sözcüğü de bunlardan birisi. Ne ülkeler arasındaki ikili anlaşmalar sonunda ne de alınan resmi bir karar sonucu değil, bizzat yaşamın ortaya koyduğu gerçekler ve kurallar sonucu döner de diğer birçok dillerden gelerek Almanca dilini zenginleştiren sözcüklerden sadece birisi.
Dillerin ve sözcüklerin kökenleriyle ilgili günümüzde yüzlerce bilimsel araştırmaların yanı sıra, her dildeki sözcüklerin etimolojik gelişimlerini ve onların büyüleyici değişimlerini ortaya çıkaran çok ilginç çalışmalar ve incelemeler de var.
Türkiye Türkçesine diğer dillerden geçen yabancı sözcükler olduğu gibi Türkçeden de diğer dillere geçen yüzlerce sözcük var. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, örneğin Sırpçada (8995), Bulgarcada (3490), Yunancada (2984), Farsçada (2969), Arapçada (1990), İngilizcede (470) ve en bilinenler olarak başta yoğurt, kilim, köşk, dilmaç, çakal olmak üzere Almancaya da (166) tane sözcük Türkçeden geçmiştir. Bunun daha fazla olduğunu ileri süren araştırmalar da var elbette. Son yıllarda özellikle Türk mutfağından gelen sözcükleri (kebap, börek, baklava, pide) bir yana bırakırsak zamanla bunların bir kısmı artık ya hiç kullanılmaz olmuş ya da söyleniş ve yazılışında değişime uğrayarak (paşa/Pascha, lale/Tulpe gibi) başka benzer sözcüklere dönüşmüşlerdir. Bu sözcüklerin hepsinin elbette özgün Türkçe kökenli olduğu söylenemez, çünkü bazı sözcüklerin ta Çin ve Hindistan’dan başlayarak gelen bir yolculuğu olup, Anadolu’daki uygarlıklar, Batı’ya doğru yol alan bazı sözcüklerin göç güzergahı olmuş adeta.
Matthias Weimer, “Türkler Almanya’ya ‘Hurra’yı nasıl hediye ettiler?” (WAZ, 08.11. 2009) başlıklı yazısında ‘Hurra’nın 16. yüzyıldaki Viyana Kuşatması’ndan kaldığını ve Osmanlı askerlerinin saldırı sırasındaki ‘Vur, ha!‘ diye coşkulu bağırışlarından geldiğini belirterek, daha başka sözcüklerin de ya olduğu gibi ya da değişime uğrayarak (ordu/Horde/ Heer, kul aşı/Gulasch, köşk/Kiosk) Türkçeden Almancaya geçtiklerini örnekler vererek belirtmektedir.
Elbette Almancadan da Türkçeye geçmiş akut, bitter, dizel, tekniker, mavzer, otoban, şalter gibi onlarca sözcük var. Bunların sayıları Türkçedeki her sözlüğe göre değişmekte, bazılarının yeni Türkçe karşılığı bulunup benimsendikçe artık ya az kullanılmaktalar veya tamamen unutulmuş olup kullanılmamaktadırlar. Örneğin fertiği çekmek: Bir yerden savuşmak, uzaklaşmak anlamındaki bu deyim, “Anadolu-Bağdat-Hattı” diye bilinen demiryolunun yapımından kalma olup günümüzde artık hiç bilinmemektedir. Çalışan teknisyenlerin ve personelin birçoğunun Alman olması nedeniyle gar ya da istasyonlarda, trenin kalkacağını bildiren kampana çaldıktan sonra, hareket memurunun, ‘hazır‘ anlamına gelen Almanca ‘fertig‘ diye bağırması yerli halkın da dikkatini çekmekle kalmamış giderek benimsemişler ve söz sırasında artık, ‘Tren kalktı’ yerine ‘Fertiği çekti‘ demeye başlamışlardır.
Bu yazının amacı, günümüzde göç ve göçmenlik olgusu çerçevesinde diller arasındaki kaynaşma ve etkileşmeye örnek olacak gelişmeler olduğu için buna ilişkin son yıllardaki bu alanda yaşanan bazı çarpıcı örneklerden de söz edilebilir. Bremen Üniversitesi’nde görevli dilbilimci Dr. Christel Stolz, “Standard Almanca/Günlük Konuşma Dili Almanca‘’ bağlamında yaptığı araştırma ve gözlemleriyle ilgili ilginç örnekler veriyor. Özellikle ‘gençlik jargonu’ da denebilecek ‘gençlerin konuştuğu konuşma diline’ son yıllarda bazı yabancı dillerden sözcüklerin yerleştiğini ileri sürerek, örneğin Arapçadan “yalla” Türkçeden ‘ha(y)di‘ gibi sözcüklerin, başlarda olduğu gibi sadece gençler tarafından veya belli bir müzik dalında değil artık ebeveynler tarafından da konuşulduğunu söylüyor ve hatta önce günlük konuşma dilinde yer alan bu sözcüklerin giderek yaygınlaşması sonunda Duden tarafından da ‘Standart Almanca’ sözcükler arasında kabul edildiklerini ileri sürüyor. Sadece sözcüklerin değil, bazı deyim ve atasözlerinin de göçmenlik olgusu çerçevesinde Almancaya katıldıklarıyla ilgili de ilginç örnekler veriyor. Örneğin yeni yıla girerken bir dilek olarak Almanca söylenen ‘guten Rutsch ins neue Jahr’ sözünün İbraniceden geldiğini, ‘keinen Bock haben’ deyiminin ise Roman kökenli öğrenciler sayesinde Almancaya girdiğini belirterek, bunların sürekli gezgin olarak dolaşan örneğin ya ticaret yapan kimseler ya da öğrenim için gelen üniversite öğrencileri aracılığı ile Almancaya gelip yerleştiklerini ve bunun karşılıklı bir değişim olduğunu da belirtiyor.
Dünyada 300 kişinin olduğu bir kabile dilinden başlayarak milyonlarca kişi tarafından konuşulan yaklaşık 7000 dil var. Bazı diller yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bunlar da dikkate alınarak, bilindiği gibi 21 Şubat 2000 yılından beri UNESCO tarafından çok dilliliği ve kültürlülüğü desteklemek, dilleri korumak ve gelişmelerine katkı sağlamak amacıyla “21 Şubat Uluslararası Anadili Günü” olarak ilan edilmiş ve her sene de kutlanmaktadır.
Mecazi olarak giderek küçülen küresel dünyamızda dillerin ve kültürlerin iletişimi ileride artarak devam edecek ve böylelikle birçok sözcük, deyim ve atasözlerinin diller arasında hiçbir zorlama olmadan buluşması ve hatta kaynaşması da sürecek.
Tek bir dil olsaydı anlaşma yönünden kolaylık olurdu elbette, ama tıpkı doğada da nasıl ki tek bir çiçeğin olmasını hiç arzu etmezsek, aynı şekilde dünyamızda da tek bir dille koşulmasını kim ister ki? Öyle olsaydı dünyamız mutlaka bir o kadar tekdüze, renksiz, sıkıcı ve çekilmez olmaz mıydı?
İnsanlığın geleceğinin kültürler ve diller bakımından da daha zengin, daha renkli, daha özgür ve daha yaratıcı olmasının sırrı çeşitlilikte ve farklı olmakta yatmaktadır. Her kültür birbirinden mutlaka bir şeyler öğrenebilir, karşılıklı değişim ve alışverişte bulunabilir.
Tüm insanlara düşen görev ise, yeniliklere, farklılıklara açık ve saygılı olarak yaşamın her alanında olduğu gibi diller alanında da ayrımcılığa karşı çıkarak dillerin eşitliğini ilkesel olarak savunmak ve ayrım yapmadan tüm dillere saygı göstermek ve onların daha da gelişip güçlenmesine katkıda bulunmak olmalıdır.
O zaman dünyamız daha da zenginleşecek ve daha da güzelleşecektir...
|