TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda, Temmuz 1992-Aralık 1993 tarihleri arasında yapımcılığını üstlendiğim, ‘Gençliğin Sesi’ adını taşıyan bir program yayınlanmıştı. Haftada bir, 20 dakikalık bölümler halinde yayınlanan programda, aile-siyle birlikte yaşadığı yabancı ülkeden, –öncelikle ailesinin kesin dönüş kararı alması olmak üzere–, çeşitli nedenlerle Türkiye gelen/getirilen, ‘ikinci kuşak’ gençlerin duyguları, düşünceleri, değerlendirmeleri, kendi seslerinden aktarılmıştı.
Radyo-televizyon programlarının yapımcıları, hazırlamak istedikleri programı, gözlemleri ve sezgileri doğrultusunda tasarlarlar. Kamu yayın kurumlarında görevli yapımcılar için öncelik, ‘ihtiyaçlar’dır; ticari yayın kuruluşlarında ise, ‘çok seyredilmesini/dinlenilmesini sağlama’ önceliğine göre programlar oluşturulur.
‘Gençliğin Sesi’ isimli programı tasarlamadan önce, içerik konusunda bir boşluk olduğunu fark etmiştim. İşgücü göçüyle gidenlerin geri dönüşleri konusunda çok fazla söz söylenmemişti; gelen/getirilen çocuklarla ilgili söylenenler ise yok denecek kadar azdı. Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda ise o tarihe kadar kesin dönüşle Türkiye’ye gelmiş/getirilmiş çocuklarla ilgili bir program üretilmemişti.
Programın içeriğini, ‘kesin dönüşle Türkiye gelmiş ikinci kuşak gençlerin Türkiye’ye uyum süreci’ olarak belirledikten sonra, programın biçimini yani bu sorunu nasıl aktarılabileceğimi belirlemem gerekiyordu. Bu türden programlarda genellikle, akademisyenlerden, uzman kamu görevlilerinden ve sivil toplum önderlerinden yararlanılır. Çoğunlukla onların görüşleri, değerlendirmeleri, önerileri aktarılır ve hep bir boyut eksik kalır: Olgunun gerçek öznesinin görüşlerine yer verilmez ya da yeterince yer verilmez. ‘Gençliğin Sesi’ programında esas olarak gençlerin sesine yer vermeyi kararlaştırdığımda, programın adı da ortaya çıkmış oldu.
Yaşadıklarını, içinde bulunduğu şartları analiz edebilecek, karşılaştığı güçlükleri ifade edebilecek, belki çözüm önerilerinde bulunabilecek gençlerin, yirmili yaşlarda olması gerekiyordu. Yine bir yapımcı önsezisiyle, gençlerle üçer-beşer kişilik gruplar halinde konuşmaya karar vermiştim. Birbirilerinden cesaret alarak rahat konuşabileceklerini ya da birbirlerinin eksik bıraktıkları bölümleri tamamlayabileceklerini tahmin etmiştim. (Daha sonra yanılmadığımı anladım) Şimdi sıra işin en zor bölümüne gelmişti: Kesin dönüş yapmış gençleri bir ara-da bulabileceğim mekânları belirlemek ya da onları gruplar halinde bir araya getirebilmek. Bu noktada, önceden öngöremediğim için utandığım bir gerçekle karşılaştım: Üniversitelerin, yabancı dil öğretmenliği bölümlerindeki öğrencilerin büyük bir bölümü, ikinci kuşak gençlerden oluşuyordu.
Artık program için her şey hazırdı.
Die Gaste’nin Türkçe ve Türkiye sevdalısı genç okuyucularına, buraya kadar anlattıklarımın, bir akademik makalede nasıl ifade edildiğini göstermek istiyorum. (Öncelikle alıntının sahibi olmak üzere, Araştırma Yöntem ve Teknikleri kullanan akademisyenlerin hoşgörüsüne sığınıyorum.)
“... Geri dönen ikinci kuşak çocukların geri dönüş kararını onaylayıp onaylamadığı, Türkiye’de karşılaştıkları güçlükler, yaşam koşulları incelenmiştir. Çocukların bulundukları ortama uyumları “kontrol grubu” denilen ve onlarla aynı sınıf ve cinsiyette olan öğrencilerle karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır. Sosyal uyumu ölçmek amacıyla Hacettepe Kişilik Envanteri kullanılmıştır. Verilerin analizi SPSS 10.0 ile yapılmış olup, Ki-kare testi, t testi, korelasyon katsayısı, Varyans Analizi ve parametrik olmayan testlerden Wilcoxon işaret-sıra testi kullanılmıştır... ”
Ben bu teknikleri kullanmadım, bilmiyordum da zaten. (O dönemde henüz Araştırma Yöntem ve Teknikleri dersi almamıştım, sonrasında benim kullandığım yöntemin de bilimsel bir adı ve temeli olduğunu öğrendim.)
Yine alan araştırması yapan sosyal bilimci akademisyenleri incitme niyetim olmadığını belirterek, bir anımı aktarmak istiyorum. Programın ilerleyen bölümlerinde, gençlerle konuşup, onların ne kadar dolu, ne kadar yardıma, ilgiye muhtaç olduğunu fark edince, o dönemde bir alan araştırması yayınlanmış bir akademisyenden destek/ yardım istemiştim. Telefon görüşmemizde bana şunu söylemişti: “Ben anket sorularını hazırladım, anketörlere verip gönderdim. Doldurulup geri geldikten sonra da değerlendirerek makalemi yazdım. Bir gençle bile yüzyüze görüşmedim. Muhtemelen bu konuda siz benden daha çok şey biliyorsunuz...”
Ankara, İstanbul, Bursa ağırlıklı olmak üzere, farklı kentlerde ve mekânlarda, yaklaşık ikiyüz gençle, yüzyüze görüştüm, kayıt yaptım. Çoğunlukla üçer-beşer kişilik gruplar halinde ve ortalama bir saat süren bu görüşmeler hiçbir zaman kayıt süresiyle sınırlı kalmadı. Ses alma cihazını durdurduktan sonra da gençlerle sohbetimiz, ‘dertleşmelerimiz’ devam etti. Çünkü neredeyse tamamı, –ben sormadığım halde–, şunu söylüyordu: “Bu soruları bize ilk defa siz soruyorsunuz.” Çünkü neredeyse tamamı, konuşmasının bir bölümünde ya da sonunda ya ağlamış ya da ağlamaklı olmuştu. Çünkü neredeyse tamamı, kayıt sırasında söyleyemeyip de kayıt dışı söylemek istediği duygu ve düşüncelere sahipti. Büyük bir iştahla, kimi zaman öfke ile kimi zaman ağlayarak anlattılar, dinledim, kaydettim, 79 hafta, yirmişer dakikalık bölümler halinde yayınladım.
Temmuz 1992-Aralık 1993 tarihleri arasında, TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda, yayınlanan 'Gençliğin Sesi' programında, farklı zaman ve mekânlarda görüşülen gençlere, önceden hazırladığım aynı soruları yönelttim. Amacım, sorunlar/sıkıntılar arasında ortaklık veya benzerlik olup olmadığını belirlemekti.
Gençlere, öncelikle geldikleri ülkedeki yaşamlarına ilişkin sorular sordum: Geldiği ülkede yaşarken, Türkiye ve Türk kültürü ile ilişkisi nasıldı? Evlerine Türkçe gazete, kitap, dergi alınıyor muydu? Evde Türkçe radyo yayını dinleniyor muydu? (Yurtdışına yönelik Türkçe televizyon yayınlarının 1990 sonrası başladığını hatırlayınız) Evde anadilinde mi yoksa bulunulan ülkenin dilinde mi iletişim kuruluyordu? Okul öncesi eğitim almış mıydı? Almışsa bu eğitime ilişkin neler hatırlıyordu? Yaşadığı ülkenin dilini konuşan yaşıtlarıyla arkadaşlıklar kurabilmiş miydi? Bu arkadaşlarıyla ilişkisi nasıldı? Bulundukları yörede Türkçe ve Türk kültürü derslerinin verildiği okul var mıydı? Varsa bu derslerden yararlanmış mıydı? Kesin dönüşe karar verildiğinde kendisine nasıl bildirilmişti? Dönmeden önce Türkiye’deki hayat ve şartlar konusunda aile ya da başka bir kaynak tarafından bilgilendirilmiş miy-di? Türkiye’ye kesin dönüşe karar verildiğinde neler hissetmişti?
Görüştüğüm gençlerin büyük çoğunluğu, yurtdışında bulundukları dönemde, Türkiye’nin kendileri için, sadece ‘anne-babalarının memleketi’ ve ‘yılda bir defa tatil yapılan yer’ anlamını taşıdığını söylemişlerdi. Türkiye’yi tanımıyorlardı. Türkiye’ye tatile geldikleri kısa sürede, ya kırsal kesimde yaşayan akrabalar ziyaret ediliyor ve tatil o yörede tamamlanıyordu ya da önceden belirlenmiş bir tatil yöresine gidilerek, bütün zaman deniz kenarında geçiriliyor, geri dönülüyordu. Bu süre içerisinde, yakın çevrede bile olsa, Türk tarihi ve kültürüne ilişkin bilgi edinmek amacıyla kültür gezileri yapılmıyor, Türkçe yazılı kaynaklarla ilişki kurulmuyordu.
Evlerine Türkçe kitap-dergi gibi yazılı kaynak girdiğini söyleyen çok azdı. Türkçe radyo yayınlarının dinlenildiği ev sayısı da çok azdı. Ev ortamında, Türkçe kaynak, sadece video film oynatıcılarında seyredilen Türk filmleriydi.
Gençler ev ortamında, anne-babalarıyla Türkçe, kardeş ve diğer yaşıtları Türklerle yaşadıkları ülkenin dilinde iletişim kurduklarını söylemişlerdi.
Görüşülen gençlerin büyük çoğunluğu, geldiği ülkede okul öncesi eğitim almadığını belirtmişti. Aldığını söyleyenler ise, bulanık çocukluk anılarında, çok da olumlu ayrıntılar hatırlamıyordu.
Görüşülen gençlerin tamamına yakını, geldikleri ülkede yaşıtı arkadaşları olduğunu söylemişti. O ülkenin çocukları/gençleri ile olan arkadaşlıklarını, görüşmelerin yapıldığı dönemde hayal kırıklığı ve öfke ile hatırlıyorlardı. Çünkü hemen hemen hepsi, yerli arkadaşlarının, kendilerinin de bulunduğu ortamda, sık sık yabancıları/Türkleri aşağılayan konuşmalar yaptıklarını, ancak bu konuşmalar sırasında, ‘sen onlara benzemiyorsun’, ‘sen farklısın’, ‘sen bizim gibisin’ gibi sözlerle gönlünün alındığını, o dönemde kendisinin de bu türden konuşmaları hoş karşıladığını ancak bugün ne çok aşağılanmış olduğunu algılayabildiğini söylemişti. (Görüşülen gençlerin öfkelendiği ve ağlamaklı olduğu noktalardan birisi bu bölümde yapılan konuşmalardı.)
Görüşülen gençlerin önemli bir bölümü, geldiği ülkede, Türkçe ve Türk kültürü derslerine katılmıştı. Ancak ne yazık ki bu derslerden hatırlananlar çok da olumlu detaylar değildi. İlginç olan, birbirini tanımayan, hatta farklı ülkelerden gelmiş gençlerin, Türkçe dersleri hakkındaki söyledikle- rinin birbirine çok benzemesiydi. Ne yazık ki gençlerin bu konuda söylediklerinin önemli bir bölümü, TRT’nin yayın politikası gereği programda değerlendirilemedi; ancak sonraki dönemde karşılaşılan her Milli Eğitim Bakanlığı yetkilisine tarafımızdan açıklıkla aktarıldı. Burada, gençlerin ortak bir söylemini aktarmak istiyorum: “Türkçe derslerinde biz öğretmene Almanca (Fransızca, Flamanca vb.) öğretiyorduk.”
Görüştüğümüz gençlerin hiçbirisine, Türkiye’ye gönderilmeden/getirilmeden önce Türkiye’ye dönmek isteyip istemediği sorulmamıştı. Ailenin Türkiye’ye dönüş kararının alındığı ortamlarda çocuk, çevresinde olan bitene sadece tanıklık etmiş; doğal olarak hayatının bütünüyle değişece- ğini algılayamamıştı. (Anne-babanın da bu değişimi öngörüp göremediği ayrı bir yazı konusu olsa gerek)
Doğup büyüdüğü, arkadaşlıklar edindiği, anı biriktirdiği, tanıdığı bir çevreden ayrılacağını algılayan çocuk veya genç, bu gerçeği bir sarsıntı olarak yaşamıştı. Görüşülen gençlerin tamamı, Türkiye’ye döndükten sonraki bir yıl boyunca, Almanca (Fransızca, Flamanca vb) gördükleri rüyalarda, çocukluklarının geçtiği ortamları, çevreyi, gördüklerini, rüyalarından ağlayarak uyandıklarını söylemişlerdi.
Temmuz 1992-Aralık 1993 tarihleri arasında, TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda, yayınlanan ‘Gençliğin Sesi’ programında, farklı zaman ve mekânlarda görüşülen gençlere geldikleri ülkedeki yaşamlarına ilişkin soruların ardından, ikinci bölümde, Türkiye’ye döndükten sonraki yaşamları, karşılaştıkları güçlükler ve bu güçlükleri aşmada kullandıkları yöntemler sorulmuştu. Ancak görünen o ki, bu konudaki söyleyeceklerimiz yazının bu bölümüne sığmayacak. Die Gaste yönetimi uygun görürse, bu konudaki söyleyeceklerimizi, bir sonraki sayıda aktarabiliriz.
|