Çokdilli ve çokkültürlü bir yeryüzü ve onun küçük birimleri yüzlerce farklı toplumlarda yaşıyoruz. Yüzyılımızın tüm yeryüzü için geçerli gerçeği bu. Yasaklandıkları ya da baskı altına alındıkları halde tüm toplumlarda binlerce yıldır diller de ayakta kalmaya ve ilerde de daha binlerce yıl sürecek yaşamlarını sürdürmeye devam edecekler.
Yaşamın kaçınılmaz gerçeklerinden birisi olan, anlaşma ve iletişim için dil öğrenme gerçeği de herkesin önünde duruyor: Şu anda yeni doğan bir bebek de bir gün büyüyecek, okul ve meslek öğrenme döneminden sonra evlenip de tıpkı kendisi gibi bir bebeği kucağına aldığında aynı soruyu soracak: Şimdi ben bu çocuğumu nasıl ve kaç dilli yetiştireceğim? Bunu nasıl yapabilirim? Başarmak olanaklı mı? Yolu yöntemi var mı? Çevreme baktığımda çok başarılı örnekler de var, başarısız sayılacak örnekler de... Peki bu farklılıkların nedenleri ne olabilir?
Böylesine ileriye yönelik bir perspektifle bakınca karşımıza çıkan her sorunda olduğu gibi bunda da hazırlıksız yakalanmayız ve sonra da hem sorunun hem de hızla geçen zamanın peşinden koşturmacaya girmeden bu öngörülere dayanarak kafamızda bizi başarıya götürecek somut ve açık bir konseptimiz oluşabilir.
Zamanı durduramayız, ama iyi hazırlık yaparak onu organize edebiliriz. Yoksa son dakika eylem veya kalkışlarıyla atağa geçersek zamanın arkasından sadece at nalı toplayıcısının durumuna düşeriz, kısacası, yani onun tozuna bile yetişemeyiz...
Bunun için yazıya konu olan bu sorunda şimdi önümüzde bunca yılın, özellikle bu konuda ilk ve en yoğun tartışmaların başladığı 80’li yıllardan bu yana yapılan araştırma ve edinilen tecrübelerinden sonra hazine sayılacak kadar zengin ve yeterli birikim ve deneyim de var. O yüzden bir anlamda şunu da imrenerek söylemek mümkün: Şimdiki kuşaklar ve ilerde dünyamıza ayak basacaklar bizlerden, yani göç olgusunun ilk yıllarında yaşayıp, hayatı ve sorunları şaşkınlıkla ve elyordamıyla çözmeye kalkanlardan çok daha şanslılar...
Bilim de bu konularda şimdi daha donanımlı olup, yapılan araştırmalar ve çıkarılan sonuçlardan sonra, bizlere yeterli bilgiler ve zengin tecrübeler sunuyor...
Bütün bunlara rağmen ne yazık ki, yaya kalıp hala zamanın peşinden koşarak yetişemeyenler de var. Bunca birikim ve deneyimlerden yararlanamayıp bu fırsatı kaçıranlar, bunlardan hiç haberi olmayanlar veya bunun çok geç farkına varanlar...
“Adım Sara. Annem Alman, babam Türk. Şu an üniversitede öğrenciyim. Annemin dili Almancanın yanı sıra İngilizce ve İspanyolca da biliyorum, fakat babamın dili Türkçeyi konuşamıyorum, çok az anlıyorum. Babalar galiba anneler kadar, konuştukları dili öğretmede başarılı değiller. Babam Türkçe öğrenmemi ya Türkiye’deki tatillere ya da çok ilerdeki bir zamana ertelemiş zamanında. Şimdi Türkçeyi öğrenmem için tam zamanı diyerek içimde bir heves uyandı. Bugün bulunduğum üniversitedeki Türkçe kurslarına katılmak istedim, ama önce çok düşündüm. Sözde yarı Alman yarı Türk olduğumdan ve biraz da anladığımdan hiç Türkçe bilmeyenlerin bulunduğu kurs yerine biraz bilenlerin olduğu kursa katıldım. Bu kursta Türkiye kökenli olup benden daha iyi veya biraz daha iyi bilenler de var. Ayrıca anadili Almanca olup daha önceki kurslara katılarak daha iyi konuşanlar da var. Biraz hayal kırıklığı biraz da burukluk içinde bir hafta sonraki kursa katılmak istemedim, çünkü kursun düzeyi bana uygun gelmedi. İşte burada –bilmiyorum buna hakkım var mı– babama biraz kızdım. ‘Neden zamanında bana Türkçeyi öğretmedin?’ diyerek ve ertesi hafta babamı da yanıma alıp doğru Türkçe hocasına gittik. Kursun bitmesini bekledik , sonra da hocayla konuştuk. Hoca durumu çok iyi biliyor, çünkü bizi sanki yakın takibe almış gibi. Türkçe hocası babamla şakalı-esprili konuşmanın ardından yüksek bir adalet duygusu içindeki bir yargıç edasıyla, kararını, daha ilk duruşmada, hem de iki dilde açıklayıverdi: ’Küçük yaşta kızınıza -bilgisizlikten de olsa- ihmalkar davranıp baba dili olan Türkçeyi öğretemediğinizden dolayı şimdi özel kurs vermesi için bir Türkçe öğretmeni tutup kızınızın ileri düzeyde Türkçe öğreninceye kadar olan özel Türkçe dersi ücretini ödemenize karar verilmiştir’. Babam daha baştan, kendi kafasına uygun bulduğu şakacı-esprili öğretmenin bu kararını, mizacına da uygun bulduğundan gülerek ve sevinçle hemen kabul etti. Etti ama, Türkçe hocasının kararın ardından eklediği, ‘Karar aslında daha ağır olabilirdi, fakat bazı hafifletici nedenlerden dolayı biraz yumuşak oldu’ sözüne takılan babam, tabii ki hemen bunu da sordu. Bunun üzerine Türkçe hocası babama, biraz da sevecen takılarak, kulağına hafif eğilip, ‘Epey geride kalan bu ihmalkarlığa rağmen, bu yanlıştan geri dönerek geç de olsa bugün bir çözüm arayışında olup ta buraya kadar gelmenizden başka hafifletici neden ne olabilir ki?’ deyince, eğlenceli ve neşeli atmosferi beğenen babam son merakını da sormayı ihmal etmedi. ‘Peki Hocam, bu hafifletici neden olmasaydı, o zaman cerememiz ne olurdu? Bir de onu çok merak ettim?’ diye sorunca, hocanın bu soruya verdiği cevap babamın da artık susmasına neden oldu: ‘Halil Bey, o karar da hazırdı aslnda. Kızınız bir yıl süreyle İstanbul’da Türkçe kursuna katılma hakkını alacaktı; hem de tüm giderleriyle tabii...’. Ben bunu duyunca sevinçten az kalsın uçacaktım ve ağzımdan bir an ‘Keşkeee ..!’ çıktığını duyduğumda, babam Türkçe hocasıyla tokalaşıp çoktan vedalaşmıştı bile... “
Nasrettin Hoca fıkrası gibi bir olay bu. Ama bu gerçek bir olay, yani bir anekdot, kelimenin tam anlamıyla gerçekten olmuş bir fıkra.
Önemli bir gerçeği, hem de çok çarpıcı olarak anlatıyor. Daha fazla söze gerek kalmadan. Burada asıl ve önemli olan gerçek ise, bunun bir anekdot olması değil, buna benzer daha onlarca, yüzlerce birçok çarpıcı ve ilginç yaşanmış örneklerden sadece, evet sadece bir tanesi olması.
“İlkokuldayken okulumuzdaki Türkçe derslerine katılmak istedim. Özellikle babam, ‘Boş ver kızım sen bütün gücünle Almanca öğren, o daha önemli. Türkçeyi nasıl olsa tatilde Türkiye’ye gittiğimizde öğrenirsin, orada kuzenlerinle, yeni tatil arkadaşlarınla bol bol Türkçe konuşup çabuk öğrenirsin. Hem iki dili birlikte öğrenirken kafan da karışabilir, o zaman Almancayı da iyi öğrenemezsin’ derdi. Ama bu düşüncenin o zamanlar ne kadar yanlış olduğunu şimdi babam da aradan geçen bunca zamandan sonra kabul ediyor, hatta bu konu açıldığında bana hep, ‘Sakın kızım sen aynı bizim yaptığımız hatayı yapma! Çocuklarına küçük yaştan itibaren anadillerini öğret! Bizimki bir cahillikti, o zaman hata yaptık’ diye öğütte bulunur hala. Şimdi tüm aile olarak bunun bilincindeyiz elbette. Geç de olsa. Babamı da çoktan affettim ve bu son öğüdünü de kulağıma küpe ettim. (Sevda B. (17), Lise öğrencisi, Bremen)
Mutlaka hepimiz bu ve buna benzer örnekleri ya yaşadık ya da tanık olduk. Fakat asıl olan, eğitimde yapılan hatalardan birisi olarak bundan ders çıkarıp yola devam etmek ve bu yanlışları bir daha yapmamak. Nitekim bilim kuruluşları ve eğitim kurumları da ders çıkarılan bu tecrübelerle hem çok öğretici çözümler sunuyorlar hem de daha bilinçli olarak yollarına devam ediyorlar.
İki bölümlük bu yazı serisinin başlığına bakarak, daha birçok kişinin bu konuda soracağı, mutlaka daha onlarca sorusu olabilir. Değil iki bölümde, daha birçok bölüm yapılarak devam edilse de yine yanıt bekleyen birçok sorular sorulabilir. Bu iki bölüm halindeki yazıdaki amaç, danışmanlık hizmeti sunar gibi bu konudaki sorulara tek tek yanıt vermeye çalışmak değildi elbette. Daha çok bu konulara dikkat çekerek ve özellikle bu alanda yapılan çok önemli ve değerli araştırmaların olduğunu ve bu kaynaklara başvurulabileceğinin önemini belirtmekti. Almanca veya Türkçe çok önemli kitaplar ve bilimsel araştırmalar var. Die Gaste’de çıkan bu ve benzeri yazıları, zaten her zaman doyumluk değil de tadımlık olarak algılamak gerekir. Bir derginin birkaç sayfasında verilecek bilgilerin çok fazlası bu sözü edilen kaynaklardan temin edilebilir ve yararlanılabilir ve bunlar başvuru kaynakları olarak her zaman için elimizin altında olmalı da.
Yazıya son vermeden başlıkta yer alan, ama henüz iki yazıda da hiç değinilmeyen bu konudan da söz etmekte yarar var. Çünkü bu konu iki veya çokdilliliği tamamlayan, onlardan ayrı düşünülemeyecek, onlardan bahsedildiğinde mutlaka değinilmesi gereken bir konu.
Dil, kültür ve kimlik...
Dil ve kültür ikiz kardeşler gibidir. Dil sadece iletişim sağlama, konuşma demek değil elbette, aynı zamanda bireyin kişiliğinin, kimliğinin oluşmasındaki en önemli faktörlerden birisidir. Kimlik oluşması söz konusu olunca dilin yanından kültür de hemen yerini alır. Okulda veya aileden aldığımız eğitimden, dinlediğimiz masallara, şarkılara ve okuduğumuz kitaplara; etnik, inançsal ve genetik unsurlara kadar çevremizde olup biten her şey kimlik ve kişiliğimizin oluşmasında rol oynarlar. O yüzden dili, özellikle de anadilini öğrenmek kadar bu dilde yaratılmış tüm kültürel-sanatsal-edebi değerlerden de nasibini alır insan. Tarihi, felsefesi, edebiyatı, sanatı, yani varlığının kökleri sayılacak geçmişini de inceleyerek kendini zenginleştirebilir, yaşamdan daha fazla tat ve keyif alabilir. İstese de istemese de bunun gereksinimini duyacak, araştıracak ve özümsemeye çalışacaktır. Türkçede yazılmış ve yaratılmış evrensel düzeyde edebiyat, kültür ve sanat alanında çok değerli örnekler var.
Tanınmış çocuk kitapları yazarı Paul Maar’ın yolu bir gün Türkiye’ye düşmüş. İstanbul’daki bir sohbette birisi ona, N. Hoca hakkında bilgisi olup olmadığını sormuş. P. Maar da tanımadığını söyleyince, sohbettekiler ona birkaç N. Hoca fıkrası anlatmışlar. Bunlardan çok etkilenen yazar, ’’Aaa, bizde de böyle birisi var ve hem fıkraları-öyküleri hem de karakter olarak aralarında benzerlikler de var. Anlaşılan bu sizin Hoca bizim Till Eulenspiegel gibi birisi.’’ demiş. N. Hoca o kadar ilgisini çekiyor ki dönüşte araştırmaya başlıyor ve ona hayran kalıyor. Bir de kitap yazıyor. Bugün aralarında saz, tef, darbuka, ud çalan Türkiye kökenli müzisyenlerin de bulunduğu sekiz kişilik bir grupla adeta Nasrettin Hoca’yı Almanya’da tanıtma turuna çıkmışlar. Çocuk kitapları yazarlığının yanı sıra çevirmen, kitap resimleyici ve çizer, ayrıca senaryo ve tiyatro yazarı da olan P. Maar (78) tüm ekibiyle geçen yıl Kasım ayında katıldığı “Merhaba ! Kibum trifft Türkei” (Oldenburg Gençlik ve Çocuk Kitapları Fuarı’nda Konuk Ülke Türkiye) fuarın açılış programında iki saatlik Nasrettin Hoca’lı bir “mizah ziyafeti” verdiler. Nasrettin Hoca fıkralarını yeniden anlattığı “Das fliegende Kamel” adlı kitabından ve CD’sinden hazırladığı müzikli-teatral okuma programı sunan yazar, okuma sonrası kısa söyleşide, “Doğu kültüründe bu ve buna benzer, hazine gibi daha birçok değerli ve önemli kültürel miraslar var. Ne yazık ki Batı’da bunlar tanınmıyor, tanıtılmıyor. Bu, örneğin Türkiye için bir hazine, bunun kıymetini bilin ve sizler de tanıtın!” düşüncelerini de aktardı. Kütüphanede 7’den 70’e herkesin büyük beğeni ve ilgiyle izlediği bu müzikli Nasrettin Hoca okuma gününde üniversite rektörü, belediye başkanı, kütüphane müdürü de N. Hoca gibi bir mizah ustasını ilk kez tanıdıklarını belirterek hayranlıklarını dile getirdiler.
Çok yönlü bir yetenek (sanatçı, yazar, müzisyen) Zülfü Livaneli’nin yaşamını anlatan ve geçen yıl izleyici ile buluşan, belgesel film yapımcıları Orhan Çalışır, Cengiz Kültür ve Dirk Meißner’in ortak çalışması olan “Zülfü Livaneli-Doğu ile Batı Arasında Bir Ses” belgesel filmin sonu, uluslararası düzeyde de tanınmış caz sanatçısı Romy Camerun’un söylediği bir şarkıyla sona eriyor. Zülfü Livaneli’nin bir bestesi olan bu şarkıyı İngilizce olarak ve kendi müzik tarzına da uygun olarak farklı yorumlayan Romy Camerun hem bu şarkıdan hem de Livaneli’nin müziklerinden o kadar çok etkilenmiş ki, bu duygularını belgesel filmde kayıtlara de geçen şu sözlerle dile getirmeye çalışıyor: “Hayır, ben daha önce Livaneli’yi hiç tanımıyordum, adını da duymamıştım. Çevremde sorup soruşturdum. İnanılacak gibi değil. Benden başka herkes tanıyor ve biliyordu. İtiraf etmeliyim. Bundan utanç duydum...”
Türkçe –ve daha bir çok dünya dilleri– ne yazık ki, kerametleri kendilerinden menkul “Grande Nation” dilleri (İngilizce, Fransızca vb.) gibi prestijli veya itibarlı diller (!) sayılmadıklarından, ikinci veya üçüncü sınıf diller muamelesi gördüklerinden, bu dilleri anadili olarak konuşan, özellikle kimi çocuklar ve gençler de komplekse kapılıp ya hiç sahiplenmiyorlar, gizlemeye çalışıyorlar ya da duruma göre utana çekine, eziklik içinde söylemeye ve konuşmaya çalışıyorlar. Burada kabahat elbette bu gençlerde değil, asıl suçlu, başka dilleri, başka kültürleri küçümseyen, dışlayan, onları bir türlü kabullenemeyen, çokkültürlülüğü ve çokdilliliği zenginlik olarak değil, kibirli ve küstah bir anlayışla korku ve endişe yaratacak bir olgu gibi gören ve toplumda estirilen ırkçı ve insan düşmanı politikadır, politikacılardır...
ABD’nin 35. Başkanı J. F. Kennedy 22 Kasım 1963’te Dallas’ta öldürüldüğünde eyaletlerden birinde, yerel bir radyo Aşık Veysel’in bir türküsünü çalar. “Anlıyor musunuz şarkının sözlerini, neden bu şarkıyı dinletiyorsunuz?” diye soranlara program yapımcısının cevabı şu olur: “Hayır. Anlamıyorum; ama bu içinde bulunduğumuz durumu bundan daha iyi anlatacak bir şarkı olamaz...” der.
Bu da, son zamanlarda sinsice, saf ve bihaber insan avına çıkan maskeli ve simsar suratlı, yeni türeme neo-nazi kılıklı pegidacılara kapak olsun..!
|