Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • SONRAKİ YAZI
  • ÖNCEKİ YAZI
    4. Sayı / Kasım-Aralık 2008



    Die Gaste 4. Sayı / Kasım-Aralık 2008

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com

    Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu ile
    Söyleşi

    İmdat ULUSOY





        Prof. Dr. YASEMİN KARAKAŞOĞLU
       
        1965 senesinde Almanya’nın Wilhelmshaven şehrinde, Safranbolu doğumlu İzzet Karakaşoğlu´nun ve onun Almanya’daki üniversite eğitimi sırasında evlendiği Alman asıllı eşi Karin Karakaşoğlu´nun tek çocukları olarak dünyaya geldi.
       
        Yasemin Karakaşoğlu ilkokula Almanya ve Türkiye´de devam etti. Orta ve lise eğitimini bitirdikten sonra Hamburg Üniversitesinde Türkoloji, Siyaset Bilimleri ve Alman Edebiyatı okudu. Bu öğretiminin bir sömestresinde de ,1989 senesinde Hacettepe Üniversitesinde devam etti. 1991 senesinde üniversiteyi master diplomasıyla bitirdi. Master tezinin konusu Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” kitabı üzerineydi. Bu kitap bilimsel alanda Orhan Pamuk üzerine yazılan ilk bitirme tezi oldu. 1991 ile 1995 seneleri arasında Yasemin Karakaşoğlu Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezinde araştırmacı olarak görev aldı. “Almanya´daki İslam Örgütleri” üzerinde yaptığı çalışmalarıyla, Merkezin Almanya ve Avrupa´daki İslam Araştırmaları Bölümünün açılmasına öncülük etti. 1996 ile 1999 seneleri arasında Essen Üniversitesinde Prof. Dr. Ursula Boos-Nünning´in “Kültürlerarasi Eğitim” kürsüsündeki asistanı olarak görev yaptı. 1999 senesinde, “Eğitim ve Dindarlık” başlığı altında, “Alman Üniversitelerinde Öğretmenlik Eğitimi Alan Türk-Müslüman Kız Öğrencilerinin Tutumları” konusunda yazdığı doktora tezini teslim etti. Bu tez Almanya´da ilk kez, öğretmenlerin başörtüsü takmasıyla ilgili ampirik (deneysel) bir çalışma oluşturdu. Bu çalışma, 2000 senesinde kitap olarak çıktığında, Augsburg şehri ve Üniversitesi´nin “Kültürlerarası Araştırmalar Bilimsel Ödülü”ne layık görüldü. Yasemin Karakaşoğlu aynı çalışmasıyla, 2003 senesinde Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin “Okullarda Öğretmenlerin Başörtüsü” duruşmasına bilirkişi raporu verdi. 2000 yılından itibaren aynı fakültede Doç Dr. olarak çalışmalarına devam etti. 2004 senesinde Bremen Üniversite´sinin Eğitim Fakültesine, “Kültürlerarası Eğitim” kürsüsünü kurmak üzere kadrolu profesör olarak atandı. 2005 senesinde Federal Aile Bakanlığı için Prof. Dr. Ursula Boos-Nünning ile birlikte düzenlediği “Almanya´da yaşayan göçmen asıllı kızların yaşam şartları ve hayata bakış açıları” başlıklı geniş alan araştırmasını yayınladı. Bu araştırma Yabancılardan Sorumlu Federal Bakan Yardımcısının 2005 senesi raporunda geniş yer almış, siyasal ve akademik alanlarda tartışma konusu olmuştur.
       
        Yasemin Karakaşoğlu halen, Aile ve Kadınlardan Sorumlu Federal Bakanlığa ve bunun yanında Federal Bilim ve Araştırma Bakanlığına, İçişleri Bakanlığına ve bölgesel değişik bakanlık ve devlet kurumlarına, Almanya´daki Göçmenler (özellikler Türkiye´den gelen Göçmenler) ve Uyum Sağlama, İslam ve Göçmen Çocuklarının Eğitimi gibi konularında bilirkişilik yapmaktadır. Ayrıca, Freudenberg Vakfı gibi göçmenlerin uyum sağlaması ile yakından ilgilenen değişik vakıfların ve sivil toplum örgütlerinin bilimsel danışma kurullarına üye olan Yasemin Karakaşoğlu, 2006 senesinde, Alman Hükümetine çocuklar ve gençler hakkında resmen danışmanlık yapan “Bundesjugendkuratorium”´a atanarak, yönetim kurulu başkan yardımcılığına seçilmiştir. Bremen Üniversitesi’nde kendi bölümünde dekan yardımcılığı ve bilimsel araştırmalar koordinatörlüğü görevlerine seçilen Yasemin Karakaşoğlu, göç ve göçmenler konularında Almanya’nın ileri gelen uzmanlarından biri sayılmaktadır. Almanya’nin yerel ve federal basın yayın organlarında sık sık kendisinin görüşlerine yer verilmektedir.
       
        Yasemin Karakaşoğlu, eşi Ferit Günel ve iki çocuğu (Alara Günel 2002 ve Sinan Günel 2007) ile Almanya´nın Bremen kentinde oturmaktadır.


        I. U.: Çok bilinen, çok konuşulan bilimsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek: Anadilini iyi öğrenenler yabancı dilleri daha iyi öğrenirler. Bunun önemini hala anlayamayan bazı anne ve babalara bunu nasıl atlatmak gerekir? (“Çocuğum Türkçe’yi nasıl olsa eninde sonunda öğrenecek, önemli olan Almanca’yı öğrenmesi” veya “Türkçe öğrenmezse Almanca’yı daha iyi öğrenir” gibi görüşleri var birçok velinin..)
       

        Y. Karakaşoğlu: Evet, hala önemini koruyor ve hatta önemi gittikçe artmakta, çünkü dünyada çokkültürlülük yasam sekli olarak artmaktadır. Ayrıca iki dilli yetişmenin zihni çalıştırarak zekayı geliştirdiği bilimsel ispatlanmıştır. Her lisan kendi basında bir mantık sistemini oluşturduğu için lisanlar arasında gidip gelmek çocuklara değişik sistemler arasında esnekliği öğretiyor. Bunun dışında dil bir kültür elçisidir, kültürel bir sistemi nesilden nesile aktarır, bu arada tabii ki değişkendir, esnektir. Bu şekilde nesilleri birbirine bağlar. Bir dil ve bir kültürden fazlasını benimseyen bir insan toplum için kazanç sayılır.
       
        I. U.: Giderek sertleşen yabancılar politikasına da bağlı olarak, politikacıların yanı sıra , okullarda da bazı öğretmenler ve yöneticiler, anne ve babalara yönelik olarak, “Evde çocuklarınızla Almanca konuşun -örneğin anadilleri kastedilerek- sakın Türkçe konuşmayın! Yoksa çocuklarınız okulda başarılı olamazlar” vb. deniliyor. Bir taraftan iki dilli yetişmelerinin önemi ve haklılığı ileri sürülüyor, diğer taraftan da böyle bir görüş ileri atılıyor. Bunu nasıl anlamak gerekir? Velilerin eğitim düzeyi ve dilbilgileri ortada. Buna rağmen onlardan neler beklenebilir?
       

        Y. Karakaşoğlu: Dilbilimcilere göre, iki dilde yetişmesi için bir çocuğun anne veya babasının anadilinin Almanca olması ideal bir önkoşul. Çoğu Türk ailelerinde bu sağlanamıyor. Bu nedenle çocuk eğitiminde yanlış bir Almanca’yı kullanmaktansa velinin hakim olduğu bir dilde çocukla iletişim kurması daha uygun görülüyor. Bu demektir ki, eğitimde dil eğitimini ön plana çıkarmak lazım . Her oyunu her hareket, bedensel her iletişimi konuşarak desteklemek en doğrusu. Bu şekilde bir lisanın zenginliğini çocuğa iletmiş oluruz, bir sistemi tanımış oluyor. Bu da başka bir lisanı/sistemi öğrenebilmesi için bir destek oluşturuyor. Bununla aileler yetinmemeli, çocuğun Almanca öğrenmesi için okulda geçirdiği zaman ve aldığı eğitim yeterli değil, çocuğun değişik çevrelerde ve durumlarda bu dili kullanabilmesi ve geliştirebilmesi için fırsat oluşturmalı. Mesela oyun yerinde Alman çocuklarla arkadaşlık edinmesi, öğleden sonraları Almanca konuşan çocuklarla bol bol zaman geçirmesi (Spor dernekleri, elişi faaliyetler, oyun/eğlence gruplarına teşvik gibi). Anne ve babalara da burada en büyük görev kendi korkularını yenmekte düşüyor. Bir çocuğun basarili (ve mutlu) olması için Almanca öğrenimine zorlayıp ayni zamanda kültürünü kaybetmemesi için Alman toplumundan soyutladığınız zaman bu çocuk çok büyük bir çelişki altında bırakılıyor. Burada ana babalara çağrım şudur: Lütfen çocuklarınıza güvenin. Sizin vereceğiniz güven onun özgüveni olacaktır. Özgüveni olan bir insan bilinçli davranıp önüne sergilenen kültürel imkanlarını değerlendirir bu da kuskusuz aileden zamanında almış olduğu değerleri de kapsar. Entegrasyon süresince birtakım değerlerin yerini yenilerin yerine bırakması da gayet normaldir. Ayrıca hem Türk kültürü hem Alman kültürü bu kırk yıllık demografik karışımdan sonra birbirinden etkilenmiş birbirine katkı da sağlanmıştır zaten.
       
        I.U.: PISA ve IGLU gibi testlerin yapılmasından bu yana Almanya’da özellikle göçmen kökenli öğrencilerin eğitim sorunları açısından ilerleme veya yeterli oranda olumlu gelişmeler gözleniyor mu? OECD hala ısrarla Almanya’nın eğitim alanında yapması gerekenleri sıralıyor. Buna rağmen gerçekten bu alanda köklü önlemler alınıyor mu? Yoksa hala geçici model uygulamalar veya tasarruf adı altında kısıtlı önlemler mi sözkonusu olan?)
       

        Y. Karakaşoğlu: Almanya´nin üçlü eğitim sistemi çokkültürlülüğün gerçeğine uygun değildir. Ayrımcılığa yol açmaktadır. Köklü reformların yapıldığını görmüyorum, hala çok çekingen davranılıyor. Bunun bir nedeni de köklü reformun pahalı olmasıdır. Üçlü eğitim sistemin yerine (Hauptschule, Realschule, Gymnasium) ikili eğitim sistemi konuluyor (Sekundarschule, Gymnasium). Hala bütün çocuklar için ayni eğitim kalitesinin sağlanması söz konusu değil.
       
        Herkese eşit şans veren tek bir okul sistemi lazım. Bu yarim gün okul ile sağlanamaz, çünkü bu sistemde ailelere çok büyük bir destek yükü düşüyor. Örneğin ev ödevlerinde onların yardımcı olmaları öngörülüyor. Alman olsun, Türk olsun birçok ailenin eğitim seviyesi, gücü ve zamanı müsait değil. Fırsat eşitliğini sağlamak için İskandinav ülkelerinde olduğu şekilde okulu bir yasama alanı olarak düşünmeli ve sunmalıyız, yani okul çocukların tüm bir gün eğitim, dinlenme ve eğlenme ihtiyaçlarını sunabilecek bir hizmet kurumuna dönüştürülmeli. Öğretmenler böyle bir okulda bilgi aktarıcı rolünden çıkıp çocuklara kendi yolunu kendisinin bulmasında yardımcı ve destekleyici bir nevi rehber öğretmen görevini benimsemeli.
       
        I.U.: Türkiye kökenli öğrencilerin hep başarısızlıkları üzerinde duruluyor ve olumsuz örnekler veriliyor. Geçmiş yıllara oranla liseye giden öğrenci sayısında - arzu edilen düzeyde olmasa da – genel olarak yine de artış var. Hep olumsuzluk ve başarısızlık örnekleri üzerinde duruluyor, ama her türlü zorluk ve olumsuz koşullara rağmen çok başarılı öğrenciler de var. Bu öğrencilerin başarılı olmasını, üniversiteye kadar gelebilmelerini ve bugün hemen hemen hayatın her alanında tüm mesleklerde yer almalarını siz neye bağlıyorsunuz?
       

        Y. Karakaşoğlu: Burada birkaç unsur bir araya gelmek zorunda bence. En önemlisi ailenin çocuğuna özgüven sağlaması ve ilerlemeye yönelik manevi destek vermesi. Ama bunu sağlayamayan aileler de var. Yine de çocukları basarili çıkabilir. Bu durumda arkadaş çevresi ve anlayışlı ve destekleyici öğretmenlere büyük rol düşüyor. Yaptığımız araştırmalarda çocuk tarafından örnek alınan kişilerin rolünün de çok önemli olduğu ortaya çıkıyor.
       
        I.U.: Bizzat tanık olduğumuz çarpıcı ve acı gerçekler de var: “Sen, Hauptschule’yi bile bitiremezsin...!” diye okulda kimi öğretmenler tarafından dışlandığı halde sonradan doktor ve mühendis olan göçmen kökenli gençler var. Neden oluyor bunlar ve nasıl mücadele etmek gerekir?
       

        Y. Karakaşoğlu: Burada öğretmen eğitimine büyük görev düşüyor. Birçok öğretmende sabit bir yabancı kökenli öğrenci imajını görüyoruz. Bu imaja göre öğrenci öğrenmeye meraksız, aileleri eğitime karsı ilgisiz ve kültürlerin Alman toplumuna uyum sağlamaya yetersiz olduğudur. Bizim üniversitedeki öğretmen eğitiminde yaptığımız, bu düşünce tarzını sorgulamak, kökünü araştırmak ve sonunda değiştirmektir. Umarız ileride görev alacak öğretmenler daha önyargısız bir şekilde, kültürü değil bireyi ön plana alan ve destekleyen eğitimciler olacaklardır.
       
        I.U.: Siz akademisyen bir kadın olarak üniversitede görevlisiniz, “göçmen kökenli olmanızdan” dolayı ayrımcı uygulamalarla (hala) karşılaştığınız oluyor mu? Öğrencilik yaşamınızda da örneğin dışlandığınız oldu mu?)
       

        Y. Karakaşoğlu: Öğrencilik zamanında bazı önyargılarla karsılaştığım oldu. Mesela çok sınavdan sonra “Şimdiye kadar tanıştığım göçmen asilli öğrencilerin en iyi sınavını verdiniz” övgüsü bana hiç de bir övgü gibi gelmedi, çünkü benim göçmen öğrenci olmamın altı çizilerek söylenmesi bana ayrımcılık olarak yansıdı. Sonra profesör olduktan sonra uzmanlık alanım olan göç konusunda benim göçmen asilli olmam avantaj oldu.
       
        I.U.: Bremen eyaleti Almanya’da eğitim yönünden en alt sıralarda yer alan bir eyalet. Göçmen kökenli öğrenciler için Bremen eyaletinde ne gibi önlemler veya uygulamalar (proje düzeyinde) var? Göçmen çocuklarının daha da başarılı olması için ailelere düşen görevler neler olabilir?
       

        Y. Karakaşoğlu: Bremen´de çok yönlü ve çok değişik destekleyici programlar mevcut. Anadili dersinden tutun, lisede ek ders veya üniversitede destekleme programlarına kadar projeler var. Ancak bunlar birbirine bağlı ve bir genel konseptin unsurları olarak işlemiyor. Yani eğitim sistemi çokkültürlülüğe ve çokdilliliğe yönelik köklü değişiklikler yapılmıyor, bir çok gruba ayrı ayrı destek sağlanıyor, sistemin kendisi ne yazık ki değişmiyor.
       
        I.U.: Türkiye’deki toplumsal ve siyasal yaşamı adeta kıskacına almış olan “tarikatlar ve onlara bağlı cemaatların” Almanya’da da (eğitim alanında) özellikle bizim gençlerimizin ve çocuklarımızın eğitim yaşamı üzerinde etkileri, yansıması veya uygulamaları oluyor mu? Bu yönde gözlemleriniz oldu mu?
       

        Y. Karakaşoğlu: Gözlemime göre din çevreleri eğitim konusunda son yıllarda çok aktif davranıyorlar. Özel okullar açılma çalışmaları var ve bunun yanı sıra öğleden sonra ev ödevi yardımı kurslarında çok faaller. Bu sadece camilerde organize olmuyor. Bir çok kurs dışardan bakıldığında bir dini kuruluşun hizmeti olarak belli olmuyor. Verdikleri destek kalite olarak da oldukça yüksek seviyede olabiliyor.
       
        I.U.: Bu bağlamda Erdoğan’ın Almanya’ya her gelişinde tekrarladığı ve son gezisinde yine ortaya attığı “Entegrasyona evet! Asimilasyona hayır!” görüşünü siz nasıl yorumluyorsunuz?
       

        Y. Karakaşoğlu:Bireye yönelik bir istek olarak bu, kabul edilebilir. Avrupa Konseyi´nin çokkültürlülük korunmasına yönelik anlaşmalara paraleldir bu. Bir insan kendi dilini ve kültürünü entegre olabilmek için tamamen reddetmek zorunda bırakılmamalı. Ancak Erdoğan’ın çağrısı topluma yönelik değerlendirilirse bu Avrupa´da bir Türk-Müslüman alt toplumu oluşturmak çabası olarak görülebilir. Kanımca bu toplu çağrı bireysel özgürlükleri kısıtlar. Bir insan Türk asilli ve Müslüman olup da asimile olmak isterse bunu da gerçekleştirebilmelidir. Bir insanın dinini veya kültürünü kendi özgür iradesiyle değiştirmesi, terketmesi, unutması başka insanlar tarafından ayıplanmamalı ve bu insan bu şekilde hayatını değiştirdiği için yalnız bırakılıp dışlanmamalıdır. Çünkü burda bireyin kendine dönük kararları çok kolay bir şekilde topluma ya da cemaatin birliğine yönelik tehlike olarak gösterilebilir. Erdoğan’ın çağrısında bu tehlike yatıyor. Aynı şekilde bazı Alman politikacıların da entegrasyon anlayışlarında bir tehlike görüyorum. Burada da toplu bir asimilasyon isteği ve kültürel özgürlüğü kısıtlama çabası olduğunu düşünüyorum.
       
        Bu söyleşi için size çok teşekkür ederiz.