Kitabımın başlığının Tılsımı Bozulmuş Ulus olarak Türkçeleştirildiğini okuyunca, böyle bir çalışmanın çevirmenliğini üstlenmeme kararım kesinleşti. Buna rağmen, kitabın bir tartışma potansiyeline sahip olmasının diliyle doğrudan bağlantısı yok. Hatta, buradaki “ulus”la Türk milletinin kastedilmesi de, tartışmayı tek başına tayin edemez. Burada, genel bir durumla karşı karşıyayız. Bir kitapla onun arka planı, toplumsal, kültürel ve bireysel bağlamları arasındaki ilişkiler, bir metinle başlığı arasındaki bağlantılara benziyor. Başlığın, metnin içeriğini göreli gizleyerek yansıtıp bir gerilim yaratması gibi, kitap da ait olduğu bağlamların üstüne çıkarak, onları önemsiz kılarak güncelleştirir, dolayısıyla bir tartışma malzemesi oluşturur. Bağlamların varlığı nesnelken, onların tartışma malzemesine dönüşmesi, öznel müdahale gerektirir.
Entzauberte Nation’un önsözünde belirtmiştim, bu araştırma beni -muhtelif kesintilerle- oniki yıl meşgul etti. Yalnız son üç yılda aralıksız çalıştım; çünkü Frankfurt Kitap Fuarı’nın 2008 yılındaki misafir ülkesi, büyük bir ihtimalle Türkiye olacaktı. Sonunda, kitabın temmuz ayı biterken, fuarın açılış hazırlıklarının son derece yoğun olduğu bir devrede ortaya çıkması, sadece bir tesadüf değildi, ama benim için sevindirici bir rastlantı oldu. Bu sayede kitapla onun bağlamları arasındaki ilişkiler, fuarla misafir ülke arasındaki ilişkilerle çakıştı. Şimdi bunu saptamakla yetinmek gerekiyor; bunun devamı, Frankfurt’taki ticari gösterinin kuralları tarafından belirlenmişti. (Bu çerçevede, fuarın Türkiye açısından kültürel ve ticari bir fiyaskoyla bittiğini tahmin etmek zor değil).
Frankfurt’taki fuar, Entzauberte Nation’un bağlamlarına dahil olsa bile, kitabı güncelliğe bağımlı kılmadan ele almak, hem mümkün hem de gerekli. Benim açımdan Entzauberte Nation, edebiyatın belli bir niteliğini somutlaştırmaktadır; bir başka deyişle, edebiyatın bir ulusal kolektifin tarihteki ve şimdiki zamandaki duygu ve düşünce hallerinin tanığı olabileceğini göstermektedir. Bu sonuç; filolojik çalışmanın geleneksel anlayışına dayalı olup, ama onu aynı zamanda da aşarak, metin analizleriyle kurulan bağlamlar içinde ve edebiyatin çok perspektiflilik, çok değerlilik koşullarıyla elde edilmiştir. Söz konusu ulusal kolektifle Frankfurt’un bu yılki misafirleri kastedildiği için, Türklerin zihniyetine dair edilen bilgiler, edebiyatın niteliği ve filolojik çalişmaların üretkenliğiyle sınırlıdır.
Yeniden Frankfurt bağlamına dönüyorum: Basından öğrendiğimize göre, kitap fuarının misafirleri, Türkiye’nin sorunlarını ve çatışmalarını Almanya’ya da taşıyacaklardı. Gazeteler, İslamistlerle milliyetçiler arasındaki kültür dalaşının fuarı bir “arena”ya çevireceğini yazıyordu (~AZ 29 Ağustos 2008; FR 2 Eylül 2008). Gazetecilerin bilinen basitleştirme alışkanlığına rağmen, basındaki yorum ve haberlerden, Türkler arasındaki sürtüşmelerin tipik bir Üçüncü Dünya fenomeni olduğu anlaşılmıştı. Benzeri sürtüşmeler dört yıl önce, Araplar Frankfurt’ta misafir edildikleri zaman da yaşanmıştı. Bu hatırlamayla, Türklerin konsensus bulmadaki yeteneksizliğini, onların oryantal zihniyetiyle açıklamak kolaylaştı.
Bu arada -tuhaf da olsa-, bir asgari müşterek çağrısı geldi. Türkiye’de bir hayli okura sahip olduğu söylenen Ahmet Ümit, “Polemik üreteceğimize, hepimiz ülkemizin kültürünü bu fuarda mümkün olduğu kadar iyi temsil etmeye konsantre olmalıyız”, diyordu (~AZ 29 Ağustos 2008). Böylesine bir kolektif görev bilincinin dile getirilişi, hem de bunun bir yazar tarafindan savunulması; yalnız Türkiye gibi öznelliğe, birey bilincinin gelişmesine izin vermeyen baskıcı toplumlar için yadırgatıcı değildir. Kaldı ki, yazarın kültüründen dem vurduğu ülkede devletin, milliyetçilerin ve müslümanların edebiyat hayatını sürekli tehdit altında tutmaları, edebiyatçılara manevi ve fiziksel işkence çektirmeleri, insanı utandıran bir gelenek haline gelmiştir.
Ahmet Ümit’in çağrısını bir kez daha okuyalım. Yazar, dış dünyaya karşı kolektifinin prestijini kurtarmak uğruna, kendi bireyselliğini feda ederken, ben onun ülkesinin edebiyat kütürünün niteliğini ön plana çıkarmak istiyorum. Türk edebiyatı; hoşgörüsüz, zorba ve parçalanmış bir toplumda alternatifler önermeyi sürdürebilmekle ve bu sayede giderek artan bir tarihi değer kazanmaktadır. Türkiye’de üretilen edebiyat, anakronikliğin uçsuz bucaksız denizinde yer alan bir modernite adasıdır. Entzauberte Nation’u yazma sürecinde tekrar tekrar farkına vardığım nokta, incelediğim metinlerin değişik biçimlerde hep bu -Türkiye’ye özgü- anakronizme dikkati çektikleri olmuştur. Bence, bu saptama önemli; çünkü bu sırada, edebiyatın öznelliği ile genelleştirilebilirliği arasındaki karşıtlığın çözülmez bir çelişki olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda benim için geçerli olan bir kural var: Bir metin, gerçeklik üzerinde, onu inkar ettiği ölçüde hak iddia eder. Bu nedenledir ki, metnin bütünlüğüne duyulan saygı ile onu çözümleme tutkusu, bir filoloğun vicdanında yanyana bulunmaktadır. Zıtların birliğine dayalı olan bu aidiyetle, edebi metinlerin genelleştirilme imkanı meşruiyet kazanır. Bu sırada kaçınılmaz olarak, metnin değerlendirilmesi gerçekleşirken, bu değerlendirmenin yapıldığı gerçeklik de yansıtılmaktadır. Yukarda değinilen aidiyet, kitabımda yer alan iki temel pozisyon üzerinden geçerlilik kazanır: dış perspektif ve filolojik yaklaşım. Dış perspektif, sadece yabancı bakış açısının tercih edildiğini; filolojik yaklaşım da, içerikle ilgili kararlara, biçim ve dil analizleriyle varildiğini bildirir.
Yabancının dış perspektifi; normal-şüphesiz-doğal olanla, göze batan-garip-şüpheli olana bakışın radikal bir tarzda yeniden düzenlenmesi anlamına gelir. Yeniden düzenlemeyle dış dünyanın algılanması spesifik bir biçimde farklılaşır; edebiyat, çok katmanlı bir bilgilenme aracına dönüşür. Yalnız unutmayalım, dış perspektifin bu zenginliğini, yine filolojik metin çalışmasına borçluyuz. Edebiyatın öznelliği de, ancak böyle bir yaklaşımla nesnel değere sahip olmaktadır.
Bu ne demektir? Bu sorunun iki ayrı cevabı var. Birincisi, edebiyatın alternatif tarih sunma imkanıyla bağlantılı. Buna örnek olarak, kitabımın üçüncü bölümünde incelediğim Franz Werfel’in (roman olarak tarih) ve Edgar Hilsenrath’ın (masal olarak roman) metinlerini gösterebilirim. Bu metinlerle çalışırken, Peter Weiss’in bin sayfalık romanı Direnişin Estetiği (Die Esthetik des Widerstands) ile ilgili poetik konuların ve soruların bende sürekli güncel kalışlarını, edebiyatın alternatif tarih olabilme niteliğiyle açıklıyorum. İkinci cevaba gelince: Edebi öznelliğin objektif değeri derken, edebiyatın etkileme gücünü düşünüyorum. Okur, edebiyatın etkisi altında değişir, kolektif kimliklere ihtiyaç duymadan kendine güvenen, eleştirel bir kişilik haline gelebilir. Edebiyatın etkileme gücü, çoğu kez onun sivriltme, abartma enerjisinden de ileri gelir. Bu yolla edebiyatta düşünme alanları açılır; bu alanlardaki faaliyetle, abartmalarda gerçeğin bulunacağı tasavvur edilebilir olur.
|