İslam Konferansı, diğer bir dizi diyalog faaliyetiyle beraber (mesela polis ve müslümanlar diyaloğu) bir uyum “dispositifi” oluşturmakta. Amaç, din üzerinden göçmen toplumu yönetilebilir kılmak. Çıkış noktası, şöyle bir mantık yürütmesine dayanıyor: Sosyal ve güvenlik problemleri, her biri kendine özgü pratik sorunlar olarak ele alınmak yerine, kolektif olarak düşünülen genel bir Müslüman özneye, bu öznenin henüz entegre olmamasına bağlanıyor. Bu öznenin diyalog süreci içinde eğitilmesiyle, tek tek pratik sorunlara da hakim olunmuş olacak. Bunun için de, söz konusu öznenin net bir şekilde Müslümanlığını ortaya koyması, konuşlandırması ve Alman toplumunun değerleriyle uyumlandırması gerekiyor. Uluslararası siyasette jeopolitik bir strateji olarak kurgulanan “ılımlı İslam”ı (“moderate İslam”) teşvik politikası, aslında bir yönüyle ulusal boyutta da uygulamaya girmiş oluyor.
Türkiyeli ya da Arap bir göçmen kamuoyunda sesini duyurmak istiyorsa, artık müslüman olarak kendini tanımlamak zorunda. Hakim paradigma göçmenleri kendilerini dini bir kimlik üzerinden ifade etmeye zorluyor. Konunun içeriğinin cami yapımı, din dersi, müslüman mezarlıklar gibi dinle bir ilgisinin olması birincil derecede gerekli değil. Göçmen gençlerin okul problemleri, Almancaya hakimiyetleri, şiddet ve suç işleme (Kriminalität), işsizlik gibi konular bugün artık müslümanların “sosyal sorunları” olarak kodlanmakta. Gerek kamusal algıda gerekse de siyasetçiler için artık Türkiyeli, Arap, Fars göçmen yok, öncelikle müslüman var. Söylemdeki bu kayma, basit bir etiket değişikliği değil ve göçmenlerin siyasal ve kültürel girişimleri açısından oldukça ciddi sonuçları beraberinde getiriyor.
Aslında, Edward Said’in‚ oryantalizm tezinde dile getirdiği, Batı düşüncesinde hakim eğilim, yani bir dizi halk, kültür, sınıf ve pratiği “Orient” (Doğu) olarak ortak bir tanıma sokarak, kendi kimliğini bu sayede tanımlamak, bu kez göçmenlerin müslümanlığını vurgulayarak gündeme geliyor.
Dönüşen Paradigmalar
Kültürel kimlik, kendinden menkul bir kavram değil. Tarihsel bir konjonktürde ortaya çıkan ve koşullara göre içeriği ve biçimi değişen bir olay. Gerçi Almanya’ya olan göçün daha başında göçmenlerin kültürel aidiyeti tematize ediliyordu ama kültürel kimliğin sınırları bugünkünden değişik bir biçimde çiziliyordu. Kimlik vurgusu öncelikle ulusal, bugünkü tabiriyle etnik, kökene gönderme yapıyordu. Türkler, Yunanlılar, İspanyollar ve Portekizliler ortak bir Akdeniz Kültürü’ne (Mediterrane) dahil ediliyordu; ayrı dinlere sahip olmaları farklı ve hatta birbiriyle çatışmalı uygarlıklara ait oldukları anlayışına götürmüyordu.
Etnik farklılıklar tek başına belirleyici ayrım değildi kuşkusuz. Dönemin diğer bir hakim paradigması sınıf politikası idi. Göçmenlerin siyasal ve toplumsal eklemlenmesi öncelikle sendikalar ve siyasi ortaklıklar üzerinden gerçekleşiyordu. Kuşkusuz burada da etnik gerilimler ve ırkçı ayrımcılık etkisini sürdürmekteydi, yine de ortak sınıfsal çıkarlar temelinde benzerlikler kuruluyordu.
Gerek kapitalist düzendeki yapısal dönüşümler gerekse de Komünist Sistemin çökmesi sonunda, sınıf söylemi bugün artık etkisini hemen hemen tamamen yitirmiş durumda. Etnik paradigma gerçi ortadan kaybolmadı ama dini paradigmaya eklemlendi. Türkiyeliler, Araplar, İranlılar ve Bosnalılar artık ortak bir kültürel grubun üyesi olarak, yani müslümanlar olarak gündeme geliyorlar. Bu dönüşümün arkasında kuskusuz birçok gelişme var. Ben bu değişimleri iki grupta toplamak istiyorum:
1. Göçmen topluluktaki dönüşümler: Her ne kadar Türkiyeli göçmenler baştan beri çoğunlukla müslüman olsalar da, kendilerini tanımlayışları ilk planda dini kimlik üzerinden olmadı. Müslümanlığın kimlik politikası olarak gündeme gelmesi, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerle de bağlantılı olarak, doğal olarak cemaatlerin çabalarına dayanıyor. Dini ihtiyaçlar, öte yandan, göçmenlerin artık kalıcı olduklarının bilincine varması ile kendini dayatıyor. Ailelerin çocukların din kültürü ve ahlakı konusundaki kaygıları, aynı şekilde dini hizmetlere olan ihtiyacı besliyor. Cami yapımı, müslümanlara mezarlıklarda yer ayrılması, helal et kesimi ya da cenaze fonları, göçmen bireylerin ihtiyaçları ile cemaatlerin güç isteminin kesiştiği noktada gerçeklik kazanmaktalar. Yine de, bu çıkar birliği otomatik olarak müslüman göçmen topluluğun kamusal alanda müslüman özne olarak tanımlanmasını zorunlu kılmıyor.
2. Öte yandan hükümet gerek dünyada gerekse Almanya’da göçmenler arasındaki yeni oluşumlara kendi açısından uygun bir yanıt vermenin yolunu arıyor. Hükümetin dikkati özellikle 11 Eylül 2001’den sonra radikal islamcı, özellikle şiddet yanlısı akımlara yöneldi. Terörün kendisi yeterince bir tehdit olsa da, asıl “Horrorszenario“, geniş genç göçmen kitlesinin işsizlik, eğitimsizlik, dışlanma gibi toplumsal sorunlar dolayısıyla duydukları hoşnutsuzluğun, radikal islamcı bir mecrada kendisini ifade etmesi ihtimalinde görülmekte. “Uyum Problemleri” olarak adlandırılan, aslında Almanlar için de geçerli olan bütün bu sosyal sorunlarla mücadele dini radikalizmin önlenmesi hedefine bağlanınca, yani “uyum” konusu güvenlik politikasıyla doğrudan birleştirilince, haliyle tedavi de sistematik bir din politikası içinde aranıyor oldu. Nitekim, Avrupa’daki diğer ülkelerdeki gelişmelere paralel olarak, Alman siyaseti de göç ve uyum politikasını ciddi bir biçimde din entegrasyonu üzerinden kurmaya başladı. Federal Başbakanlığın Ulusal Uyum Zirvesi’ne paralel olarak 2006 yılında Federal İçişleri Bakanlığı tarafından hayata geçirilen Alman İslam Konferansı bu dönüşümün stratejik bir adımını oluşturmaktadır. İslam İlahiyatı kürsüleri ve din dersleri üzerine olan çalışmalar da, bir yandan anayasal din özgürlüğünün parçası olarak görülmekle birlikte, diğer yandan uyum politikasının bir parçası olarak da bu dönüşümün diğer parçalarını oluşturuyorlar.
İslam Konferansı ve
Göçmenleri Dinle Yönetmek
Hükümet ve müslümanların diyaloğu olarak kurulan İslam Konferansı 2006 yılında çalışmalarına başladı. Birinci dönemi 2009 yılında sona eren konferans, 2010 yılında yeni bir katılımcı kadrosuyla ikinci dönemine girmiş oldu. İnisiyatifin oldukça iddialı hedefi, diyalog sürecinden geçerek‚ müslümanlarla bir toplum sözleşmesi yapmaktı. Yani müslüman göçmenler, temsilcileri aracılığıyla ayrı ve kendi içinde bütünlüğü olan bir toplumsal grup olarak hükümetin karşısına görüşmeci olarak çıkacak ve toplumsal yaşamın her alanında “bağlayıcı” kararlar alacaktı. Her ne kadar bu iddialı hedef daha sonra bu biçimiyle ifade edilmese de, müslüman bağlantılı/inançlı göçmenler ayrı muameleye tabii görülecek bir grup olarak izole edilmekte idi. Aslında diyalog mantığı da zaten böyle işlemekte değil mi? Diyalog için, sınırları net olarak çizilmiş bir grup, bu grubu temsil edecek sözcüler olacak ki, diyaloğa girmenin bir anlamı olacak.
Göçmenlerle ilişki temel olarak dini bir toplumla diyalog olarak belirlenince, temsilcilerin kim olacağı sorusu gündeme geliyor. İnisiyatifi hükümet adına yürüten İçişleri Bakanlığı iki grup katılımcı davet etti: Cami derneklerini temsil eden “Örgütlü Müslümanlar” bir yanda, “Örgütsüz/Bireysel Müslümanlar” öte yanda. İkinciler ayrıca “Seküler Müslümanlar” olarak da tanımlanıyor.1
Konferansta tartışılan konular aslında büyük oranda “Uyum Zirvesi” (Integrationsgipfel) ile büyük oranda özdeş. Konferansın kurucusu, o zamanın İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble, bu özdeşliği açık bir şekilde ifade etmişti: İslam Konferansı’nın farkı, sadece müslümanların uyum sorunlarıyla uğraşmasında yatmaktadır.2
İslam Konferansı, diğer bir dizi diyalog faaliyetiyle beraber (mesela polis ve müslümanlar diyaloğu) bir uyum “dispositifi” oluşturmakta. Amaç, din üzerinden göçmen toplumu yönetilebilir kılmak. Çıkış noktası, şöyle bir mantık yürütmesine dayanıyor: Sosyal ve güvenlik problemleri, her biri kendine özgü pratik sorunlar olarak ele alınmak yerine, kolektif olarak düşünülen genel bir müslüman özneye, bu öznenin henüz entegre olmamasına bağlanıyor. Bu öznenin diyalog süreci içinde eğitilmesiyle, tek tek pratik sorunlara da hakim olunmuş olacak. Bunun için de, söz konusu öznenin net bir şekilde müslümanlığını ortaya koyması, konuşlandırması ve Alman toplumunun değerleriyle uyumlandırması gerekiyor. Uluslararası siyasette jeopolitik bir strateji olarak kurgulanan “ılımlı İslam”ı (“moderate İslam”) teşvik politikası, aslında bir yönüyle ulusal boyutta da uygulamaya girmiş oluyor.
Hükümetin İslam kimliğini bir yönetim tekniği olarak seçmesi boşuna değil. Bir din olarak İslam, bireylerin günlük davranışlarına, oturuş ve kalkışına düzen veren, toplumla ilişkilerine yön veren kurallar içerdiğinden, görülebilir sembollere ve toplantı yerlerine, örgüt ve otorite merkezlerine sahip olduğundan, toplum yönetimi için sadece bir risk olarak görülmüyor, aynı zamanda olası tehlikeleri bertaraf etmenin de aracı olarak algılanıyor.
İslam Konferansı’nın hükümetin istediği biçimde verimli olduğunu söylemek zor. Ayrıca, bana öyle geliyor ki, girişim kendinde bir hedef haline geldi ve nereye varacağı da belirli değil artık. Her ne kadar hedef, müslümanların kendi içlerindeki çeşitliliği göstermek olsa da, tam tersine farklılıklar ortak müslümanlık kimliği üzerinden homojenleştirildi. Almanların hıristiyanlığı, değişik toplumsal rollerinin ve kimliklerinin sadece bir parçası olarak algılanırken, Türkiyelilerin müslümanlığı varlıklarının kamusal alanda asıl tanımlayıcısı olarak görülmeye başlandı. Aslında bu paradoks bir biçimde İslam’ın kendisinin de ötekileştirilmesine katkıda bulunmakta. Çünkü müslüman inançlı göçmen, toplumun diğer üyeleriyle birçok konuda ortak noktaları olan biri olarak değil, kendi içinde bütünlüğü olan, bir azınlık olarak yönetilmesi gereken bir topluluğun parçası olarak görülüyor.
Alternatif mümkün mü?
Göçmenlere yönelik siyasal söylemin din üzerinden dolayımının cazibesini inkar etmek mümkün değil. Çünkü artık kaynaklar bu alana yöneliyor, söylemde söz hakkı ancak dinsel kimlik bazında dağıtılıyor. Liberal, aydınlanmış müslüman olarak kendini ifade eden, modern müslümanı temsil ettiğini söyleyen bir göçmen, kamuoyunun ilgisinden emin olabilir. Aynı şey muhafazakar müslümanlar için de geçerli. Bu gruplar da müslümanlar arasındaki radikal eğilimlere en etkili direnişin ancak, bu konuda cemaat tarafından kabul edilmiş otoriteye sahip ve kitlelere ulaşabilen kendilerinin “gerçek İslam”ı anlatmasıyla mümkün olacağını vurgulamakta, söylemde yerlerini böyle almaktalar. Yine de bu cazibeye kapılmamak, söylemin mantığında yatan tuzağa düşmemek gerekiyor.
Varlığı inkar edilemeyecek sorunlar (işsizlik, eğitimde gerilik, suç isleme vs.) bir bütün olarak düşünülen bir (Müslüman ya da göçmen) bir özneye bağlanmak yerine, bu sorunları kendine has sorunlar olarak tematize etmeli. Daha da ileri giderek, “uyum sorunlarının” da aslında, çoğunlukla göçmenlere has problemler değil, Alman çoğunluk toplumunu da içerdiği bilinciyle, “uyum söylemi”ndeki içkin ayrımcılığa, stigma edici etkiye direnmek gerekir.
Siyasal söyleme yapılacak böyle bir müdahaleyle, dini ihtiyaçları hissedenlerin bu ihtiyaçlarını ifade etmeleri yine de mümkün olabilecektir. Zaten yıllardır Almanya’da, bütün bir göç tartışmasını dini bir toplumsal özneye endekslemeden, dini ihtiyaçlara cevap vermek çoğunlukla mümkün olmuştur. Bunun için bütün bir göçmen topluluğunun kamusal varlığını –dindar olanlar da dahil– dini bir toplumsal kimliğin kalıplarına kapatmağa gerek yok.
Dipnot:
1 Konferansın ayrıntılarına burada girmiyorum. Ayrıntılı bilgi ve kaynak için bkz: Gabriele Hermani, Die deutsche Islamkonferenz 2006–2009, Berlin: Finckenstein & Salmuth 2010; Levent Tezcan, Das muslimische Subjekt. Verfangen im Dialog der Deutschen Islamkonferenz, Konstanz 2012: Konstanz University Press.
2 Regierungserklärung des Bundesministers des Innern, Dr. Wolfgang Schäuble, zur Deutschen Islam Konferenz vor dem Deutschen Bundestag am 28. September 2006 in Berlin, in: http://www.deutsche-islam-konferenz.de/nn_1866426/SubSites/DIK/DE/PresseService/RedenInterviews/Reden/20060928-regerkl-dik-perspektiven.html (zuletzt aufgerufen am 24.04.2012).
|